Sunday, March 11, 2007
Hayat teorisi
Geçtiğimiz haftalarda izlediğimiz 'Little Miss Sunshine' filminde çok güzel bir sahne vardı. Film küçük kızlarını bir 'güzellik yarışması'na yetiştirmeye çalışırken yolda başlarından bir çok macera geçen ve bu sayede birbirlerini daha da iyi ve yakından tanıyan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Oyunculuklar, hikaye kurgusu ve tüm sahneler insanı gülümsetiyor ve mutlu ediyor. Film genelinde zaten inanılmaz sıcak, insanın içini ısıtan ve şirin bir film olmuş. Bir aile olmanın ve birbirine tutunarak hayatın zorlu yollarında ilerlemenin hikayesine tanık olmak istiyorsanız en kısa sürede bir yerden edinip izleyin derim.
Filmin sonlarına doğru bir sahnede dayısı 15 yaşındaki yeğenine dönüp şöyle diyordu: 'Hayatta en çok şeyi öğrendiğimiz zamanlar en çok acı çektiğimiz yıllardır. Ve eğer zamanda ileriye atlayıp lise yıllarını kaçırırsan, inan bana hayatının en acı dolu yıllarında bu acıyı yaşama fırsatını elinden kaçırmış olursun.'
Gerçekten de geriye dönüp baktığımız zaman, hiç kendinize sordunuz mu, şu ana kadar yaşamış olduğunuz yılları tekrar yaşamak ister miydiniz diye? Buna bu yazıyı okuyanların neredeyse hepsinin 'hayır' cevabı vereceğini biliyorum. Geçmişimize baktığımızda genelde en çok gördüğümüz ya da hatırladığımız şeyler acı çektiğimiz zamanlardır. Ve hiçbirimiz o zamanları tekrar yaşamak istemeyiz.
Kendi hayatıma dönüp baktığımda görüyorum ki, yaşamım hep iyiye, daha güzele ve daha rahata doğru giden bir çizgide ilerlemiş. Çocukken hayat güzeldi, ancak daha kendimizi pek ifade edemediğimiz için ve etrafımızda olup bitenlerin tam olarak farkına varamadığımız için hayata tam olarak katılamıyorduk. İlkokulda çocukların ne kadar zalim olabileceğini ve eğlenmek ve gülmek için neler yapabileceklerini öğrendik.
Lise yılları zaten başlı başına ayrı bir dönem, Little Miss Sunshine filminde de söylendiği üzere. Herhalde her insanın en çok bunalım yaşadığı ve acı çektiği dönem lise yılları olmuştur. Ortaokulda çocuğuzdur daha ama lisede kendimizi bulmaya çalışırız ve değişmeye başlarız. Kendimize yeni bir kimlik ararken acılı dönemlerden, içine kapanıklık krizlerinden, arkadaşlarımızla çatışma ve tartışma nöbetlerinden geçeriz. Lisede çok mutlu olduğunu söyleyen şanslı azınlık arasında olmadım hiç bir zaman ve insanların çoğunun da benim gibi bir deneyimi olduğunu düşünüyorum.
Liseden sonra üniversitede ise kendimize biraz daha güveniriz, ancak yine de insan ilişkileri, hayat, kendimiz ve arkadaşlarımızla ilgili öğreneceğimiz çok şey vardır daha. Henüz liseden yeni çıkmış bir çocuğuzdur zaten, üniversitede hayatın ilk 'prova'sını yaşamaya başlarız. Lise kadar sıkıntılı değildir üniversite yılları ve bu yüzden çok daha keyiflidir. Kendimizi keşfetmek, artık nispeten oluşmuş ve kendini bulmuş kişiliğimizin yerine nasıl oturduğunu görmek, insanlar arasında çok daha rahat ve kendinden emin davranmak...bütün bunlar mutlu eder bizi. Ancak hala 'öğrenci'yizdir ve hayatın kendisiyle karşılaşmamışızdır bu yıllarda.
Üniversiteden sonra seçtiğimiz yola göre ya akademik hayatın içine, ya da iş hayatına atarız kendimizi. İşte bu noktada hayatın gerçek yüzü gösterir kendisini. Master da yapsanız, doktora da yapsanız ve hep öğrenci olarak kalsanız da hiç bir zaman üniversite yıllarınızdaki öğrenciliğiniz gibi olmayacaktır. İş hayatına atılanlar zaten bunu daha kolay ve çabuk anlar. O yüzden üniversiteden mezun olunan ilk yıllar hep bir nostalji duygusuyla geçer, o 'eski ve güzel' üniversite yıllarına geri dönülmek istenir.
Ancak üniversiteden mezun olduktan sonra (özellikle çok büyük bir adım atıp bambaşka bir ülkede yaşamaya ve okumaya karar vermişseniz) bir kaç yıl içinde çok şey öğrenirsiniz. İlk defa bildiğiniz, tanıdığınız her şeyin dışına çıkıp bambaşka bir çevrede tek başınıza yaşamayı, kendi ayaklarınızın üzerinde durabilmeyi öğrenirsiniz mesela. Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın ne kadar zor bulunduğunu ve bir kez bulunduğunda bir daha elden kaçırılmaması gerektiğini öğrenirsiniz. Bazı insanlara hakettiğinden fazla değer verdiğinizde bunun ancak kendinizi yıpratmaya yol açacağını..Hayatta hiç bir şeyin 'taken for granted' yani zaten öyle olması gerekliymiş gibi alınmaması gerektiğini.. Bu yüzden en sıkı dostluklardan en büyük aşklara, profesyonel iş arkadaşlıklarından samimi aile ilişkilerine, her şey ama her şey için ve herkes için sürekli bir emek sarfetmek gerektiğini öğrenirsiniz. İnsanlar çiçekler gibidir çünkü, bir süre sulamayı unutursanız bir bakarsınız ki adına 'dostluk' dediğiniz o çiçek solmuş gitmiş. O insandan hayatınızda çok eskiden çekilmiş bir kaç fotoğraf kalmış sadece.
Bu yıllarda önce sendelersiniz belki bir kaç kez, acı çekersiniz. Ancak hayata dair en değerli bilgileri bu yıllarda edinirsiniz. 20 ile 30 yaşları arası sürekli ve hızlı bir öğrenme sürecidir. İnsanlar ve hayatla ilgili bilgileriniz arttıkça çocuksu şaşkınlığınız ve saflığınız azalır, kendinize güveniniz gelir, olayların neden ve sonuçlarını tahmin etme ve bilme olasılığınız artar. İşte bu 'büyümek'tir, hem de içimizdeki çocuğu kaybetmeden. Büyümek daha kurnaz olmak, daha hilekar davranabilmek, saflığını kaybedip 'feleğin çemberinden geçmek' demek değildir. Büyümek hayatı kocaman açtığımız gözlerimizle sürekli gözlemlemek, öğrenmek, bilgimizi arttırmak, kendimizi ve etrafımızdakileri sevmeyi öğrenmektir. İşte bu yüzden 20li yaşların ortasında kendimize 18-19 yaşlarında olduğundan çok daha fazla güveniriz, bilgimiz ve deneyimlerimiz artmıştır çünkü ve insanların bizim hakkımızda neler düşünmekte olduklarını eskisi kadar önemsemeyiz. Gerçekten olduğumuz gibi davranmak, kendimizi değiştirmeye ve farklı görünmeye çalışmamak ve insanların bizi böyle de sevebileceği ve kabul edebileceğini görmek, kendimize olan inancımızı sağlamlaştırır. Biz olgun bir 'birey'izdir artık ve kendimize ait nispeten kalıcı bir çevremiz, sevdiğimiz ve değer verdiğimiz insanlar vardır. Bu yeni hayatımızda lise yıllarındaki kaprislere, komplekslere, ani ruh hali değişimlerine, depresif düşüncelere yer yoktur. Hayatın ta kendisiyle yüzleşmişizdir çünkü ve o kadar da korkunç olmadığını görmüşüzdür. 'Ben bunun üstesinden gelebilirim' diye düşünürüz.
Hayatıma baktığımda bütün bu dönemlerden geçtiğimi ve sürekli daha yukarıya doğru çıkan bir çizgi gibi yaşamımın da bu dönemler içinden geçtikçe daha iyiye ve daha mutluya doğru gitmiş olduğunu farkediyorum. Şu ana kadar en mutlu olduğum yaş, şimdi içinde bulunduğum yaş. Ve kendimin 4-5 sene önceki haline bakıp ne kadar yol katettiğimi ve ne kadar çok şey öğrendiğimi gördüğümde hayatımın geri kalanı hakkında heyecan ve mutlulukla doluyor içim. 'Bu kadar kısa süre içinde bu kadar çok değiştiğime göre, kimbilir yaşlandığımda nasıl hissedeceğim kendimi, ne çok şey öğrenmiş olacağım?' diye soruyorum kendime. Yaşamın o sürprizlerle dolu ve sihirli yolları önümde uzanıyor ve o yolların düşüncesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyor.
Değerini bilelim bu güzel yaşamın, çünkü o bizi her gün, acılarla dolu bile olsa, daha iyiye ve güzele götürüyor, bize her gün bir çok yeni şey öğretiyor. Öğrendiklerimizi paylaşmak, yaşamak, yaşatmak, sevmek, sevilmek ve her günü mutluluklarla doldurmak da bize kalıyor.
Son olarak bu güzel filmden çok beğendiğim bir alıntı daha: (Küçük kızın büyükbabasını oynayan ve bu performansıyla Oscar kazanan Alan Arkin'in torununa verdiği öğüt):
'Kaybedenler yarışıp kazanamayanlar değildir. Gerçek kaybedenler, kazanamamaktan deliler gibi korktukları için yarışmaya katılma riskini baştan hiç almayanlardır.'
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
Yasam ve dusunce tarzlarimiz birbirine cok benziyor. Ben de bu yaslarda cok mutlu olduguma inaniyorum, ama bugun yaptigim bir hatadan dolayi icime bir sikinti coktu. Bunu niye yaziyorum bilmiyorum, ama paylasmak istedim.
ReplyDeleteYazimi begendiginize sevindim. Hatalar hayatin bir parcasidir ve onlardan bir seyler ogrendigimiz surece bize cok sey katarlar. Onemli olan hatalarimizdan ders alip gelecege umutla bakabilmek:)
ReplyDelete