Monday, September 29, 2008

Hoşçakal Eylül..


Eylül yerini Ekim'e bırakıyor yarın. Yağmurlarla ayrılıyor aramızdan.
Okul başladı. Hava serinledi. Kampüs yine öğrencilerle doldu.
Öğrenmeye ve öğretmeye yeniden başladım. Mutluyum!
Ekim geldi. Kış geliyor.
Bu sene çok daha fazla çabalamam, daha da çok çalışmam gerekecek büyük bir olasılıkla. Zaman planlamasını çok daha iyi yapmalıyım.

Bir aydır her gün blog'umun yanısıra kişisel bir günlük de tutuyorum. Elimde tuttuğum bir kalemle gerçek bir kağıda yazmanın keyfi bambaşka. Her gece yatmadan önce bir 5-6 dakika küçük bir sayfa dolusu yazıyorum, o günün olaylarını, neler yaptığımı, bazen neler düşündüğümü. Tam uyumadan önce bu şekilde beynimi boşaltmak ve düşüncelerimi, planlarımı kağıda geçirmek çok iyi geliyor.. Hem ileride dönüp baktığımda her gün neler yapmış olduğumu görebilirim! En son lise sonda günlük tutmuştum sanırım! Ne kadar keyifli olduğunu unutmuşum.

Hava serinliyor yavaş yavaş. Gelen kıştan korksam da soğuklara artık alıştım da sayılır aslında. Hem ben kışı çok seviyorum, bilmem daha önce söylemiş miydim? :)





Fotoğraf: Galena - Illinois'te sonbahar renklerine bürünmüş bir ağaç.



Thursday, September 25, 2008

Gezmek istiyorum dünyayı!


İçimde çılgıncasına bir gezme isteğiyle yanıp tutuşuyorum! Dünya üzerinde o kadar çok gitmek istediğim yer var ki.. Uzak diyarlar, kültürler, insanlar beni çağırıyor sanki. Sevdiğim 'haydi kalk yarın gidelim' dese hemen küçücük bir bavul toplayıp alıp başımı gidebilirim :)

Şu anda gitmeyi ve gezmeyi en çok istediğim ülkeler, önem sırasına göre:

- Japonya
- İran
- Çin
- Peru
- İrlanda
- Rusya

Bir de, itiraf ediyorum, şu adamı çok ama çok kıskanıyorum!



Biz de bulabilsek şöyle bir sponsor, gezebilsek her yeri. Gezmek istiyorum dünyayı!


There Will Be Blood


There Will Be Blood, uzun zamandır izlediğim en etkileyici, en güzel filmdi. Yönetmen Paul Thomas Anderson'ın diğer bir filmi olan Manolya en sevdiğim filmlerdendir ve benim ve eşimin hayatımızda özel bir yeri vardır o filmin. (Daha sonra başka bir yazımı tamamen Manolya'ya adamayı düşünüyorum:) Bu filmle de yönetmenin ne kadar başarılı olduğunu bir kere daha görmüş oldum. Daniel Day-Lewis'in bu oyunculukla Oskar heykelciğini kapmasına hiç şaşmamalı. Bu filmde gerçek oyunculuğun nasıl olduğunu göstermiş bize adeta. Bu film sayesinde gerçek bir oyuncunun sadece yüz ifadesiyle ya da mimikleriyle değil, bütün vücuduyla oynadığını, rol yaptığını gördüm. Tek kelimeyle inanılmaz bir rol yeteneği sergilemiş.

Film 3 saate yakın olmasına rağmen kesinlikle sıkılmadım. Müzikler, sinematografi, sinema dili, kurgu...herşeyiyle mükemmeldi. Filmin renkleri ayrı bir güzeldi, gökyüzünün rengi, toprağın rengi, petrolün siyah parlak rengi.. Ama tabii bu filmi 140 ekranlık devasa bir HDTV televizyonda ve Blu-Ray formatında izlemiş olmamın katkısı da olabilir tabii :) Blu-Ray, DVDden de öte, görüntü kalitesini hat safhaya çıkaran bir teknoloji. Eğer imkanınız varsa tavsiye ederim, filmleri bu formatta izleyin mutlaka. Film keyfinize keyif katıyor gerçekten! Özellikle de sinematografik açıdan bu denli başarılı olan filmleri izlerken.

There Will Be Blood, Anderson'ın yeni mucizesi bence. Film bittikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamadım, hakkında düşündüm, kafa yordum. Bu senenin en iyi filmlerinden biri olan bu filmi kaçırmayın derim!


Tuesday, September 23, 2008

Be Kind, Rewind

Jack Black ve Mos Def'in oynadığı sıcacık bir komedi, 'Be Kind Rewind'. Yönetmen Michel Gondry'nin hayranıyım zaten, bu filmde de o kendine özgü tarzıyla çok güzel bir iş çıkarmış.
Video kaset kiralayan bir dükkanda çalışan iki kafadar, bir kaza sonucu bütün kasetler silinince en ünlü ve popüler filmleri kendi kafalarına göre, kendi el kameralarıyla çekmeye başlıyorlar. Zamanla bu 'uyarlamalar' o kadar popüler oluyor ki herkes satın almak için sıraya giriyor. Bir süre sonra bu ikilinin amacı dükkanlarını batmaktan kurtarmak oluyor, ve filmleri de bu amaç uğruna satmaya başlıyorlar. Ama gerçekten o kadar komik ki izlerken o kadar çok güldük ki, koltuktan düştük neredeyse! Güzel ve keyifli bir akşam geçirmek ve bol bol gülmek isterseniz şiddetle öneririm.



Wednesday, September 17, 2008

Hafıza: Bir nimet mi, bir lanet mi?


Hafızamızla ilgili bilmediğimiz o kadar çok şey var ki..
Bazı anıları neden çok iyi hatırlıyoruz?
Bazı şeyleri nasıl çabucak unutabiliyoruz?
Beynimiz neyi kaydedip neyi sileceğine nasıl karar veriyor?
Beynimizin kör kuyularında kaybolduğunu sandığımız bazı anılar yıllar sonra nasıl birden ortaya çıkabiliyor, onları ne tetikliyor?
Bazı şeyleri istesek de hatırlayamamak, bazılarını çok istesek de unutamamak..
Hafızamız: Bir nimet mi, bir lanet mi?

Kendimi bildim bileli 'fil gibi' dedikleri türden bir hafızam oldu. İstesem de istemesem de çoğu şey, anında hafızama yazılıyor.
Neler beynime kazınmadı ki..
Okuduğum kitaplardaki karakterlerin isimleri..
Yıllar önce geçen bir konuşmada sarfedilen sözler..
90lı yıllarda hiç kimsenin hatırlamadığı pop müzik şarkılarının sözleri..
3 yıl önce bir bahar gününde giydiğim kıyafetler..
Yıllar önce okuduğum bir gazete haberinde kullanılan bir tanım..
Çok küçükken tanıştığım birinin bana öğrettiği bir atasözü, bir deyim..

İstesem de istemesem de yıllar boyunca beynime kazındı bütün bu ayrıntılar. Bana söylenen iyi ya da kötü herşeyi kaydeden bir beynim var. Fotografik bir hafızam yok, görsel olarak hatırlayamadığım çoğu şey var hatta. Ama kelimeler beynime tam anlamıyla yazılıyor. Özellikle yazılı ve sözlü olan herşeyi iyi hatırlıyorum. Bu yüzden insanlara karşı hiç bir zaman kin tutmasam da bana söylenmiş iyi ya da kötü bir sözü hiç bir zaman unutamam, istesem de, istemesem de.

Seneler önce Alzheimer hastalığına kaybettiğimiz dedem den sonra geçtiğimiz hafta canım babaanneme de teşhis konuldu. İnanılmaz üzülmeme rağmen yapabileceğim pek bir şey yok. Yapabileceğimiz neredeyse hiç bir şey yok. Şu anda sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde 4.5 milyon Alzheimer hastası yaşıyor. Her yıl binlerce yeni hastaya teşhis konuyor.

Bu hastalıkla ilgili yapılmış en vurucu film olan Iris'de Iris Murdoch adındaki ünlü kadın yazarı oynayan Judi Dench, hastalığının farkında olduğu ilk zamanlarda hüzünlü bakışlarla diyordu ki kocasına: 'Kendimi, simsiyah bir boşluğa doğru yol almış bir yelkenliye binmiş gibi hissediyorum.'
Nasıl bir histir, böyle bir yelkenlide yol almak?


Nasıl olur, yıllarca, yıllarca beyinde birikmiş anıların birer birer hafızanın kör kuyularında kaybolması?
Üzerinde o kadar çalışılan bilgilerin, becerilerin, deneyimlerin, yeteneklerin birer birer yokolması, bir daha bulunamayacak şekilde bir hiç olup gitmesi?
İnsanın 75 küsur yıllık yaşamında biriktirdiği herşeyin, sevdiklerinin yüzlerinin, isimlerinin, güzel anılarının, mutluluklarının, gözyaşlarının unutulması?

Bilmiyorum.

Dedem ölmeden bir iki yıl önce bir gün babamın adını ve soyadını bir plaketin üzerinde okuyup bana büyük bir içtenlikle 'Bu kim kızım?' diye sorduğunda ona ne cevap vereceğimi bilemediğim gibi.

Hafızanın bize bahşedilen bir nimet mi, yoksa bir lanet mi olduğunu bilemediğim gibi.






Alzheimer hastalığıyla ilgili bazı bağlantılar:

Türk Alzheimer Derneği
Alzheimer Bilgilendirme Platformu
Alzheimer Foundation of America
Alzheimer's Association




Resim: Salvador Dali - Hafızanın sürüp gitmesi
Şu anda dinlediğim: Godspeed You Black Emperor! - Sleep

Tuesday, September 16, 2008

My Blueberry Nights



Sade, saf, masum bir aşkı anlatan güzel bir film My Blueberry Nights. Galiba artık çok karmaşık kurgulardan, izleyiciyi ters köşeye yatırma amacı güden şaşırtıcı konulu filmlerden bıktım biraz. Gerçek hayatı filmlerde görmek istiyorum onun yerine. Wong Kar Wai'nin kurgu yerine sinematografiye, renklere, görüntülerin güzelliğine ağırlık vermesi çok hoşuma gidiyor tam da bu yüzden. Çok rahat ve huzur dolu geldi bu film bana, izlerken kendimi kasmak ve bütün ayrıntılara dikkat etmek zorunda olmamak çok iyi geldi. Yönetmenin çok sevdiği kırmızı renk ağır basmış yine, arada maviler de yok değil (filme adını veren blueberry turtasının rengi!). Film kendini ve aşkı bulmanın hikayesi aslında.. Müziklerin güzelliği (In the Mood for Love'da kullanılan Yumeji's Theme burada da var) ve Norah Jones'un kadifemsi sesi de filme ayrı bir hava katmış. Muhteşem ve başdöndürücü bir film değil de, daha sıcak, sıradan ve rahat bir film izlemek isterseniz bir akşam, bu filmi tavsiye ederim.


Sunday, September 14, 2008

Mutluluk budur


Şu ikili, en sevdiğim yazarın bir kitabı, artı gecenin sessizliği...Eşittir mutluluk :)


Friday, September 12, 2008

Oyuncaklarım


Bazı eşyalara ne kadar garip bir şekilde bağlanıyoruz, değil mi?

Sanki onlar bizi geçmişimize bağlayan, elle tutulur köprülermiş gibi.

Bazen kendimi genç bir kadın olduğum kadar, küçük bir çocuk gibi de hissediyorum! Ne kadar minimalist bir yaşamı savunursam savunayım, bazen teorilerini gerçeğe uygulayamıyor insan. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelip evimde toplanmış olan onlarca oyuncağım var. Yeni evimize taşınırken bir hatırası olmayanların çoğunu buradaki bir kreşe bağışladım. Türkiye'de bıraktığım oyuncaklarımı hiç saymıyorum zaten. Çoğunu birilerine ya da çocuklara vermeme rağmen evimizin bazı yerleri hala bir çocuğun odasına benziyor onlar yüzünden!

Madem Toy Story'den bahsettim kısa bir süre önce, oyuncaklarına yaşayan canlılarmış gibi davranan ben de bazı oyuncaklarımı burada tanıtmak istedim.

İşte benim için bir anlam ifade eden bazıları, ileride okur okur gülerim belki :)


Bump: En azından 10 yıldır ben dünyanın neresine gitsem benimle birlikte gelen, sadık köpeğim. Hatta üniversitede bir sunuma uğur getirsin diye getirip ben sunum yaparken izlesin (!) diye sandalyelerden birinin üstüne koymuştum. Hocalar, profesörler garip garip bakmışlardı o tarafa, 'bu da burada ne arıyor?' gibisinden! Sağa sola fırlatıldı, bir yerlerde unutulup gitmesine ramak kaldı. Başına neler neler geldi, ama hala benimle birlikte ve sanırım hayatımın sonuna dek saklayacağım onu.



Pelagia: Lise yıllarının sonuna doğru sanırım Mudo Concept gibi bir yerden aldığım çiçeğim. O sıralar 'Kaptan Corelli'nin Mandolini' diye bir kitap okuyordum ve oradaki bir karakterin adını bu çiçeğe verdim. Üniversitede yurt odamda ve sonra Amerikadaki evlerimde en önemli ve (doğal olarak) en kalıcı çiçek bu oldu!



10 yaşlarındayken McDonalds çocuk menülerinden çıkan en güzel oyuncaklarımdan biri olan Alaattin ve sevgilisi prenses Yasemin, ve uçan halıları! Halı oyuncak arabalar gibi geri çekip bırakınca kendi kendine tekerlekleri üstünde gidiyor bayağı. Bana bu oyuncak çıkınca acayip sevinmiştim, yıllardır da saklıyorum, en sevdiğim Disney filmlerinden biriyle ilgili olduğu için.



Norveçten aldığım yün kazaklı geyiğim, çok sevgili kitaplarımın önünde nöbet tutarken :)



Master programımdan mezun olurken annemlerin hediye olarak aldığı 'Mezun ayıcık' da masamın üzerindeki yerini koruyor bir kaç yıldır.



Bu minik ahşap bebeği de yıllar önce Çek Cumhuriyeti'nde Karlovy Vary'de kurulan turistik bir pazarda genç, gözlüklü bir çocuktan satın almıştım. Bu 'mavili kız' da kitaplarımın önündeki yerini koruyor yıllardır, mutlu mutlu oturuyor orada.



Yıllar önce bir ara Kinder yumurtalarına dadanmıştım, bıkmadan usanmadan çikolata yiyor ve çıkan oyuncakları biriktiriyordum. Bu da o zamanlardan kalan tek eski dostum, orman elfi küçük yeşil adam. Yanında gördüğünüz de evi, hatta balkonu bile var. Korktuğu ya da utandığı zamanlarda evinin içinde saklanıyor.



Bir kaç sene önce New York'taki Çin mahallesinden satın aldığım küçük davul çalan kedim. Japon çizgi filmlerine benzeyen çizgi halindeki gözleri ve yüz ifadesi çok tatlı gelmişti bana, hala da çok seviyorum, atmaya ya da vermeye kıyamadım.



Chicago'ya ilk geldiğim zamanlarda Shedd Akvaryumu'ndan aldığım, komik bakışlı koca dudaklı dobi balığım! Nemo'ya da benzeyen bu balığın en komik yanı duvara ya da herhangi bir yere fırlattığınız zaman su kabarcıkları gibi sesler çıkarması. İstisnasız evimize gelen bütün çocukların en sevdiği oyuncak!



İsveç'te küçük bir mağazadan aldığım ünlü çizgi film kahramanı Pippi Langstrumpf (Pippi Uzunçorap)ın bebeği. Kocaman örgüleri, kızıl saçları ve çilleri gerçekten çok sevimli. Bana güzel İsveç'i hatırlattığı için çok seviyorum onu da.



Şu oyuncaklarıma bakıyorum da, acaba ben ne zaman büyüyeceğim? :) Ya da asıl önemli soru: Evim eğer şimdi böyleyse, ileride çocuğum olduğu zaman ne gibi bir hal alacak?


Oyuncaklar Ülkesi'nden Moonshine bildirdi!



Wednesday, September 10, 2008

Koyaanisqatsi (Düzensiz yaşam)


Bir film düşünün. Bütün film boyunca hiç bir konuşma geçmiyor. Konuşmanın yerine inanılmaz güzellikte bir görsellik ve muhteşem bir müzik. 'Zaman atlaması' adı verilen fotoğraf tekniğiyle yavaşlatılmış ya da hızlandırılmış kareler. Hiç konuşma olmamasına rağmen 90 dakika boyunca koltuğunuza mıhlanmış bir şekilde bu muhteşem görselliği izliyor, bu harika müzikle hipnotize oluyorsunuz. İnsanlığın ve dünyanın durumu gözlerinizin önünden akıyor, dünyanın her yeri, sular, bulutlar, dünyadaki bütün insanlar, trafik, nehirler.. Hepsi sürekli akıyor.

1980'de çekilmiş bir 'kült film' olan Koyaanisqatsi'yi izledik bu akşam. Bu ilginç filmi çok az insan biliyormuş, ben de tesadüf eseri keşfettim. Keşfettiğime de çok mutlu oldum doğrusu, gerçekten çok başarılı buldum. Filmin verdiği mesaj çok basit aslında: İnsanoğlu doğa karşısında çok küçük, güçsüz ve önemsiz... Buna rağmen doğayı ve doğanın düzenini bozarak kaos, yıkım ve düzensizlik getiriyor. Etrafıyla uyum içinde yaşamak şöyle dursun, etrafında önceden var olan uyumu da bozarak dünyayı kendi istediği gibi değiştiriyor.

Filmin bu kadar etkili olmasının en büyük sebeplerinden biri bence ünlü müzisyen Philip Glass'in bestelediği müzikleri. Müzikler gerçekten de görsellerle inanılmaz bir uyum içinde, kendi başlarına bir hikaye anlatıyor. Sanırım filmde sözlere gerek kalmamasının sebebi de bu zaten. Müziğin dili o kadar başarılı ki, kelimeler gereksiz kalıyor.

Philip Glass'i de bu film sayesinde keşfettim ve müziklerine hayran kaldım. Biraz hayatını araştırınca bizim üniversiteden mezun olmuş olduğunu öğrendim, ona daha da bir ısındım :) Gerçekten dahi denebilecek derecede başarılı bir müzisyen. Web sitesinden müziklerini de dinleyebilirsiniz.

Aşağıda filmde en sevdiğim ve en çok etkilendiğim bölüm olan Pruit-Igoe'yi izleyebilirsiniz. Pruit İgoe, St Louis - Missouri'de gettolarda yaşayan halkın en fakir bölümü için yapılan bir dizi apartman projesi (housing project)'in ismi. Filmin bu kısmı, bu metruk ve harabeye dönmüş binaların ve yıkılmaya yüz tutmuş evlerin içinde belki de hala sürdürülmeye çalışan hayatları anlatıyor. Sanki kötü bir kabus gibi ya da distopya gibi, bu dünyaya ait olmayan bir yer adeta.

Amerika gerçeğinin filmlerde izlediğimiz bahçeli, garajlı, Golden Retriever köpekli ve Noel ağaçlı iki katlı evlerden ibaret olmadığının en güzel kanıtlarından biri bu sahne.. 'Amerikan rüyası'nın belki de daha önce hiç görmediğimiz çok acı, insanın yüzüne bir tokat gibi çarpan başka bir yüzü. Hala böyle yerlerde yaşayan çok fazla insan olduğu gerçeği, 1980'den sonra geçen 28 senede hiç ama hiç değişmedi. Ve insanoğlu o günden bu yana sebep olduğu yıkımlardan da, maalesef, vazgeçmedi.

İşte karşınızda, Pruit-Igoe:





Cities are the abyss of the human species.

-Jean-Jacques Rousseau

Tuesday, September 9, 2008

O ülke

Kendimi bildim bileli bir öcü gibi gösterildi bana bu ülke.
Yanıbaşımızda duran bir 'kara delik' gibi.
'Aman Türkiye oraya benzemesin' paranoyalarının odak noktası.
Yanıbaşımızdaydı, ama dışladığımız, küçük gördüğümüz, hor gördüğümüz bir ülkeydi o ülke.

Sonra büyüdüm, yurtdışına çıktım, İran kökenli Amerikalılarla tanıştım.
İran hakkında okudum, yazdım, filmler izledim, araştırmalar yaptım.
Bana öğretilenlerin altında ne kadar derin bir kültür, ne köklü bir medeniyet yatıyormuş meğer.
Şaşırdım.
Dışlamaya çalıştığımız bu insanlar bize ne kadar da benziyorlarmış meğer.
Onlar da bizim gibi ne Doğulu, ne Batılı.
Onlar da kendilerini 'Arap kökenli Ortadoğu kültürü'nün bir parçası olarak görmek istemiyor.
Onların da bizimkine çok yakın bir siyasi tarihi var.
Aynı tehlikelerle yüzyüzeyiz, aynı toplumsal güçlerin çatışmasından muzdaribiz.
Onlar, aslında bize sandığımızdan çok daha yakınlar.


Dünya üzerinde gitmeyi en çok istediğim yerlerden biri, İran.
Bazen rüyalarıma giren, eski efsanelerin, gül bahçelerinin, mey ve meşk sever sultanların, güzel şiirlerin, güzel efsanevi Anka kuşu Simurg'un, Şahname'nin, güzel insanların ülkesi.
Bir parçam garip bir şekilde oraya ait, biliyorum.
Belki dedemin dedesinin geldiği yerler oralar.
Belki de anneannemin büyükannesinin. Kim bilir?
Ve biliyorum, bir gün oraya gideceğim.
Elbruz dağları'nın güzelliği karşısında nefesim kesilecek.
Isfahan'ın sarayları karşısında hayranlıkla bakıp kalacağım.
Tahran'da bir yorgunluk çayı içecek, Persepolis'in harabelerinin güzelliği karşısında durup soluklanacağım.
Sonra 'Hoda Hafez' diyeceğim o güzel insanlara, o güzel ülkeye.
Bir rüyadan uyanmış gibi, tekrar dönmek üzere 'o ülke'den ayrılacağım.


Fotoğraf: Kuzeybatı İran'da bir Ermeni kilisesi
İran'dan bir çok güzel fotoğraf için buraya bakabilirsiniz.


Sunday, September 7, 2008

Şu kadın


Bu kadın beni tiksindiriyor yahu. Elimde değil!

Heroes (Kahramanlar)




Normalde dizi izleyen, takip eden bir insan değilim. Türkiye'deki 700 küsur diziden hiçbirini bilmem, takip etmem, Amerika'da da televizyonum olmadığı için neredeyse hiç bir dizi izlemiyorum. Ama nadiren de olsa Netflix aracılığıyla bazı yeni dizileri izlemeyi denediğim oluyor. DVDden izleyince hem sinir bozucu reklamlar girmiyor araya, hem de bir kaç bölüm birden ardarda izleyebiliyorum. Son zamanlardaki takıntımsa Heroes. Hem bilim-kurgu ve macerayı bir arada sunuyor, hem de çok heyecanlı ve insanı gerçekten içine çekiyor. Ayrıca müzikleri de bayağı başarılı bence. Oturup dört-beş bölüm ardarda izlediğimiz oldu bazen. Uzun zamandır dizi takip etmeyen benim içinse hoş bir yenilik oldu aslında. Meğerse 'Bir sonraki bölüm ne olacak acaba?' diye düşünmek de güzel bir şeymiş :)

Heroes'un 3. sezonu Amerika'da Eylül ortası gibi tekrar gösterime girecek. Sanırım o zamana kadar çoktan ikinci sezonu izleyip da bitirmiş oluruz. Bitince yeni bölümler için bir hafta beklemek zorunda olmak biraz üzecek bizi ama umarım yeni sezon da eski sezonlar gibi güzel ve heyecanlı olur da bu diziyi takip etmeye devam ederiz!

Thursday, September 4, 2008

Blog'um 3 yaşında!



Gece Yolculuğu geçtiğimiz ay üç yaşına bastı! Sayfama Ağustos 2005ten bu yana 40.000 kere tıklanılmış. İnternette bir şey arayanlar, arkadaşlarım, ailem, blog arkadaşlarım ve tanıdıklarımdan oluşan okuyucular bir şekilde blog'umun bir yerlerinde bulmuşlar kendilerini.

Ağustos 2005'te bilgisayarın başında otururken sevgili arkadaşım E.Ö'nin 'mutlaka yazmalısın sen' isteğiyle yaratmıştım blog'umu ilk defa. O günden beri ayda en az 4-5 kez içimi döktüm blog'uma, düşüncelerimi aktardım, hissettiklerimi, hayata dair ayrıntıları, sevinçleri, hüzünleri, heyecanları.. Her zaman aynı sıklıkta yazamasam da en azından haftada bir kez bir şeyler yazmaya çalıştım buraya. Zaman ne kadar çabuk geçmiş ve yüzlerce yazı, binlerce kelimeden sonra işte 2008'in Eylül ayındayız. Bıkıp usanmadan üç sene boyunca yazabilmiş olmak çok mutlu ediyor beni, ileride dönüp hayatımın bu dönemlerine baktığımda, bu zamanları hatırlamaya çalıştığımda elimde hiç olmazsa bu yazılarım olacak, ne mutlu!

Blog'umu okuyan sadece bir kişi bile olsaydı eğer, insanlara ulaşabildiğimi bilmek yine de çok mutlu ederdi beni. Blog'umu çok seviyorum, çünkü beni yazmaya, özellikle de Türkçe düşünmeye ve yazmaya teşvik ediyor. Yabancı bir ülkede yaşayıp yabancı bir dilde okuyan, yazan, tartışan, konuşan bir insan için bulunmaz bir nimet bu. Hem kendi anadilimle olan bağımı sağlam tutmama yarıyor, hem de hayatımın bir nevi kaydını tutmama..

Daha uzun yıllar yazmaya devam edebilmek ve kayda değer gördüğüm herşeyi bu 'internet günlüğü'nde okuyanlarla paylaşabilmek dileğiyle..


Wednesday, September 3, 2008

Toy Story - Toy Story 2


1995 yılıydı, henüz internet bile doğru düzgün girmemişti hayatımıza. O zamanlar Focus dergisi alıyordum, acaba hala çıkıyor mudur? Her sayısını büyük bir merakla ve ilgiyle okurdum. İlk defa bu dergide görmüştüm 'Bilgisayar animasyonuyla yapılmış film' olarak lanse edilen 'Oyuncak Hikayesi'ni. Ne kadar büyük bir yenilik olduğunu ve ne büyük bir çığır açacağını farkedememişim o zamanlar. Uzun uzun anlatmışlardı filmin yapım aşamalarını, bilgisayarların nasıl kullanıldığını..

Nedense neredeyse bütün Pixar filmlerini izlemiş olmama rağmen asıl çıkış noktası olan bu filmi izlememişim bir türlü.

Şimdi, 13 yıl sonra, bu filmi ilk defa izlediğimde o kadar sene önce yapılmış olduğuna inanamıyorum! Kullanılan teknoloji şimdikine o kadar yakın ki, hayran kaldım. Ayrıca filmlerin ikisi de çok komik ama özellikle ilk film inanılmaz derecede komik. Çoğu yerinde kahkahalarla gülmekten kendimi alamadım. Seslendirmeler çok yakışmış, espriler çok ince, karakterler çok sevimli. Bunca zamandır nasıl kaçırmışım diye kızdım kendime bayağı.

Toy Story bence çok, çok önemli bir film. Bir yandan bize bilgisayar animasyonuyla neler başarılabileceğini ilk defa gösterdiği için. Ama bundan da önemlisi
çok güzel bir hikayesi olduğu için! Yani sadece komik bir animasyon olmanın çok ötesinde, aynı zamanda çok iyi bir film olduğu için. Daha 1995'te böyle bir film yapabilen Pixar'a ise saygım sonsuz. İyi ki varsın Pixar!