Thursday, October 30, 2008

Türk Edebiyatı'ndan inciler


Madem okumaktan bahsettim son yazımda, o halde buyrun sevgili okuyucular, Türk yazarlardan, her biri hayata bakışımı değiştiren, beni büyüleyen romanlar:

1- Yaşar Kemal - Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana


Yaşar Kemal, gerçek bir halk ozanı bence.. Bir pınar o, kendiliğinden çağlayan, efsanevi romanlar yaratan. Türkiye'den böyle bir ozan çıktığı için, böyle bir değerimiz olduğu için gurur duymalı ve onu kaybetmeden değerini bilmeliyiz. Şu yaklaşık çeyrek asırlık ömrümde tanışma şerefine erişmiş olduğum için en mutlu olduğum insanlardandır kendisi :) Ondan başka kim böyle ırmak gibi akan, böyle sular gibi çağlayan cümleler kurabilir?

'Tanyerleri ışıdı, ışıyacaktı. Deniz sütlimandı, apaktı. Küreklerin şıpırtısından baska ses yoktu. Martılar daha uyanmamıştı. Gün doğmadan önceleri, dünya dümdüzken, deniz işte böyle sonsuz bir aklığa keser...'

2- Orhan Pamuk - Kara Kitap


Orhan Pamuk'un romanları arasında beni en derinden etkileyen ve en çok sarsan romanı, ve bence Pamuk'un 'Magnum Opus'u, şaheseri. Okurken Kara Kitap'ın dünyasında kayboldum, saatlerce sayfalarından ayrılamadım, bazı yerlerinde içime derin hüzünler çöktü, büyülendim, elimden bırakamadım. Yine bu toprağın yetiştirdiği yazarlar arasında benim için ayrı bir yeri olacak Orhan Pamuk'un dehasına en iyi örnek, Kara Kitap.

'
.. şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.'

3- İhsan Oktay Anar - Puslu Kıtalar Atlası


Sevgili İhsan Oktay Anar'ın kitapları arasında da en sihirli olanı bu işte. Bu romanı okuduktan sonra günlerce 'Neden bitti?' diye üzüldüğümü, roman üzerine uzun uzun düşündüğümü, önüme gelen herkese bu romandan bahsettiğimi bilirim. İnsanı bambaşka bir dünyaya götürür Puslu Kıtalar Atlası, bir daha da geri getirmez kolay kolay. Bu kitabı okuduktan sonra bence bir insanın hayata bakışının aynı kalması imkansızdır.

"Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere,daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki,kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun İhsan efendi, Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar,görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun,macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk,bu Dünya'nın şahidi olmaktı."


4- Elif Şafak - Mahrem


Elif Şafak bana en çok ilham veren kadınlardan biri. Bence Elif Şafak Türkçe yazsın, hep Türkçe yazsın. Anadilinde yazdığı romanlarını çok seviyorum. Pinhan ve Mahrem de ayrıdır benim gözümde, işte tam da bu yüzden. Mahrem bambaşka bir hikayedir, okurken kendimi sıyıramadığım, kanıma giren, içime işleyen. En çok sevdiğim Elif Şafak romanı da odur. Böylesine içten, böyle bizden olduğu için. Elif Şafak'ın Türkçe kullanımındaki ustalığını en iyi gösteren kitaplarından olduğu için.

'Merak ediyorum arka bahçelerde sırlanmış sırlar, işlenmiş kabahatler, yarım kalmış satırlar kaydediliyor mu satır satır, kelime kelime? bilmek istiyorum bir mahremiyeti var mı insanoğlu-insankızının, insan olmanın? Ara sıra da olsa, gözlerden kaçabileceğimiz, görülmekten kurtulabileceğimiz gececil bir an, karanlık bir nokta kadid bir boşluk, belirsiz bir yırtık, ufacık bir çatlak, önemsiz bir kaçak... hani sanki, bit ısırmış, kene yapışmış, tırtıl kemirmiş, sülük emmiş, güve yemiş, gökten düşen üç elmanın birinden kurt çıkıvermiş kadar küçük, küçücük bir mahremiyet var mı bu seyirlik dünyada.'

Beğendiğim bütün kitaplar hakkında yazmaya kalksam bu yazı çok uzar. İşte anadili Türkçe olan herkesin mutlaka okuması gerektiğine inandığım diğer şaheserler:

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur
Halid Ziya Uşaklıgil - Aşk-ı Memnu
Peyami Safa - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Ahmet Altan - Kılıç Yarası Gibi
Attila İlhan - Dersaadette Sabah Ezanları
Adalet Ağaoğlu - Fikrimin İnce Gülü
Reşat Nuri Güntekin - Yeşil Gece
Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Yaban



Ve tabii okuyup da şimdi burada yazmayı unuttuğum bir çok kitap daha..Tavsiyelerinize açığım, Türk Edebiyatı'nın keşfedilmesi çok uzun sürecek zengin bir kültür denizi olduğuna inanıyorum, daha okuyacak çok kitap vardır, bundan da eminim.


Tuesday, October 28, 2008

Blogger geri döndü!


Sanırım artık çoğu blog yazarının haberi vardır ama buradan da ilan edeyim dedim. Kara bir leke gibi üzerimizde duran sansür yasağı kalktı artık, yazdıklarımız Türkiye'den de okunabilecek.

Şu anda: Kütüphanedeyim, bir kaç saat daha okuma yapıp eve döneceğim. Okumam gereken 700 küsur ders kitabının yanısıra aslında asıl yapmak istediğim şey eve koşturup komodinimin üstünde duran Masumiyet Müzesi'ni kapıp koltuğa yayılıp saatlerce okumak. Henüz 150. sayfalarda filanım ama inanılmaz derecede sardı beni bu kitap.

Akşamları yatağa uyurum diye gidip saatlerce başım yastığa dayalı kitap okumanın da keyfi başka hiç bir şeyde yok!

Monday, October 27, 2008

Plato - Mağara Alegorisi

Bundan binlerce sene önce yaşamış bir düşünürün zekasına kanıt. Biz insanlar için bazı şeylerin hiç ama hiç değişmeyeceğine de kanıt. Üniversite hayatım boyunca öğrendiğim en değerli bilgilerden biri:

Plato'nun "mağara benzetmesi":

Plato'nun benzetmesine göre toplumdaki insanlar (düşünürler dışındakiler) bir mağarada kollarından birbirine zincirlerle bağlanmış ve sırtı mağara kapısına dönük oturan esirler gibidirler. Sadece arkalarındaki ışık kaynağının (doğrunun,gerçeğin) yaydığı ışıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi gölgelerini görebilir, bu gölgelere bakarak eğlenir ve hayatlarını böyle geçirirler. Filozoflar ise kendilerini bu zincirlerden kurtararak her ne kadar zor ve acı verici olsa da yüzlerini cesaretle ışığa (gerçeğe) dönerek hayatın gerçek anlamını ve doğruyu görebilen kimselerdir. Ancak bu kimselerin mağaraya döndükten sonra gördüklerini diğer insanlara anlatması ve onları inandırması da bir o kadar zor olacaktır, çünkü esaret ve karanlık rahattır, oysa gerçekleri görmek ve ışığa bakmak acı verir, cesaret ister.

Friday, October 24, 2008

Bloglarımızdan ne istediniz?

T.C.nin yasakçı devlet zihniyetini esefle kınıyorum! Yazıklar olsun, ülkemde yaşayanlara böyle muamele edenlere. Bu satırları okuyamayacaklar bile. Yazıklar olsun..

Wednesday, October 22, 2008

Bugünlerde

Beni en çok mutlu eden şeyler:

Sonunda toparladığım masam!!!


Portishead'in nefes kesici güzellikteki son albümü: Third


İranlı bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine denediğim ve müptelası olduğum dünyanın en güzel tatlılarından biri: Üzerine nar taneleri serpilmiş yoğurt!



Sabahki spor programının yanısıra öğleden sonraları yaptığım 20 dakikalık esneme egzersizleri. Stres uçup gidiyor sayesinde, bütün vücuduma masaj yapılmış gibi gevşek ve rahat hissediyorum. Madeleine Lewis, iyi ki varsın!



Ve tabii en sevdiğim mevsim olan kış mevsiminin ve en sevdiğim ay olan Aralık'ın geliyor olması! :)



Sunday, October 19, 2008

Kurabiye



Kurabiye'yi güzel bir Ağustos gecesi çıktığımız yürüyüşten dönüşte apartman kapısının önünde bulduk. Yavru olduğu, çok küçük ve şaşkın göründüğü için sokakta bırakmaya gönlümüz elvermedi, sahibi bulununcaya kadar eve alalım dedik. Boynunda bir tasma olmasına rağmen herhangi bir isim, telefon numarası ya da başka bir bilgi yoktu üzerinde. Uzun süren aramalarımıza, taramalarımıza, internete verdiğimiz ilanlara rağmen bir hafta geçmesine rağmen sahibi bulunamadı. O kadar tatlıydı ki onu bir hayvan barınağına bırakmaya da kıyamadık. En sonunda zaten yavru kedi almak isteyen iki arkadaşımıza verdik ve ona sıcak bir yuva bulmuş olduk. Onlar da bizim koyduğumuz Türkçe ismi (Kurabiye) değiştirmeyi kesinlikle istemediler ve Kurabiye yeni evinde mutlu mesut yaşamaya koyuldu :)

Bu haftasonu arkadaşlarımız şehir dışına çıktıkları için Kurabiye yine 3 günlüğüne bizdeydi. O kadar komik ve tatlı bir kedi ki, çektiğim bir kaç fotoğrafını buraya koymak istedim. Kedicikler gerçekten de insanın negatif elektriğini ve stresini alıyor ve insanı rahatlatıyorlar.

Kurabiye Hanım'ın komiklikleri:

- Gittiğim her yere peşimden gelmesi, banyoya bile gitsem kapalı kapının altından patilerini sokarak oraya da girmek istemesi!

- Dersten geldiğimde kapıdan daha girerken anahtar sesini duyup kapıya koşması, ben içeri girer girmez kendini sırtüstü yere atıp, patilerini havaya kaldırıp 'Sev beni' der gibi mırlaması! (Açıkçası bu hareketi başka hiç bir kedide görmedim, görseniz sanırsınız ki bu hayvan kedi değil de bir köpek!)

- Koltukta kitap okurken yanımda kıvrılıp yatması ve elimle arada sırada sevdiğimde dizel motoru gibi 'gurrr'laması :)

- Evin içinde gecenin bir köründe durup dururken bir anda saatte 70 kilometre hızla koşmaya başlaması, sağa sola vınlaması.

- Penceremizdeki jaluzinin ipleriyle oynarken ulaşamayacağını bile bile aynı noktaya 700 kere zıp zıp zıplaması.

- Kendi görüntüsünü aynada görüp onu başka bir kedi sanması ve kendini tehlikede hissedip kuyruğunun bir anda kocaman kabarması. Sonra aynaya koşup pat diye cama çarpıp şapşal şapşal dolanması etrafta :)


Bütün bu halleri bizi gülmekten yerlere yatırıyor Kurabiye Hanım'ın. Bir kaç tane daha pozu da burada:


Uyurken..


Pencereden sokağı izlerken..


Ders çalışmamı protesto etmek için okuduğum kağıtların üzerine iyice yerleşmişken!


Ve yine uyurken! (Hiç böyle uyuyan kedi gördünüz mü?:)


Thursday, October 16, 2008

Masamın üstünü



Toparlamam lazım. Acil olarak.


Portatif hoparlörüm, cep telefonum, minik Türk bayrağı, Van Gogh'un en sevdiğim gece kahvesi resmi, başında kep olan beyaz ayıcığım, üzerinde onlarca not olan küçük beyaz tahta, çeşitli nikah ve bebek şekerleri, teneke çikolata kutusu, oyuncak bir deniz feneri, onlarca kuruboya, onlarca tükenmez kalem, her renk markör, klips, turuncu post-it kağıtlarım, bilgisayarım, bilgisayarımın faresi, onlarca kitap, yüzlerce kağıt, bir adet Theraflu cold paketi, cüzdanım, su bardağı, bir çok kablo, kocaman bir şişe limonlu soda, bir kaç dergi, bilgisayarımın uzaktan kumandası (evet böyle bir şey var, Mac'i olanlar anlar:), oyuncak Alaaddin'in sihirli lambası, küçük bir el kremi kutusu, iki klasör, bir şarj aleti, bir de fotoğraf çerçevesi.

Aman aman, daha yazarken yoruldum.

Wednesday, October 15, 2008

The Diving Bell and the Butterfly



'Dalgıç giysisi ve Kelebek'. Şiir gibi, senfoni gibi bir film. Çok acıtıyor. Biraz da ağlatıyor. Hikayesi çok derin ve anlamlı çünkü. İnsan ruhunun ta içine, derinliklerine bir bakış. Bizi insan yapan herşeyi 2 saatte gözler önüne seren bir şaheser.

Vücudunun her yanı felç olmuş, yalnızca tek bir göz kapağını oynatabilen bir adam nasıl yaşar? Neler yapar, çevresi ile nasıl iletişim kurar, neler düşünür, kendini hayata nasıl bağlar? Gerçek bir hikayeden uyarlanılmış bu Julian Schnabel filmi bize bu soruların cevaplarını veriyor. Ve sadece cevaplarını vermekle kalmayıp, bizi o adamın yerine koyuyor, hayata onun gözünden bakmamızı sağlıyor. Böyle bir hayat yaşamak durumunda kalmak nasıl bir şey olurdu? Filmde bunu görüyoruz.

Filmin dayandığı gerçek hikaye şöyle:
Fransız Elle dergisinin editörü Jean Dominique Bauby 1995 yılının soğuk bir Aralık gününde aniden ve bilinmeyen bir sebepten beyin kanaması geçiriyor. Girdiği komadan 3 hafta sonra vücudunun, sol gözü dışında bütün her yeri felç olmuş olarak uyanıyor. Çok çok nadir olarak görülen bu duruma 'locked-in syndrome' yani 'kendi vücudunun içinde kilitli kalma sendromu' deniyormuş. Çoğumuz için en kötü kabuslarımızdan daha da kötü bir duruma eşdeğer aslında. İnsan beyni çalışıyor ve aktifken, vücudunun hiç bir yerine hakim olamamak..

Jean-Do, ilk başlarda cehennemi yaşıyor gibi hissediyor. Adeta ağır bir dalgıç giysisinin içinde hapsolmuş gibi çaresiz hissediyor kendini, çok doğal olarak ölmek istiyor. Ancak zamanla kendi deyimiyle 'kendine acımayı bırakıyor' ve kaybetmediği en güçlü varlığının hayalgücü ve zekası olduğunu farkediyor. Konuşma terapisti ile
oluşturdukları özel bir sistemle dış dünyayla iletişime geçiyor. Sadece tek gözünü kırparak diyaloglar kuruyor, sorular soruyor, cevap veriyor. Onun 'kelebek' dediği de hayalgücünün sınırsız ufukları zaten. Dalgıç giysisi ne kadar ağırsa, kelebek de bir o kadar hafif ve uçucu. Kelebeği sayesinde hayal edebildiği her yere gidebiliyor, hayal ettiği her şeyi yazabiliyor. Ve yardımcısı sayesinde sadece tek gözünü kırparak yaşam öyküsünü yazıyor. (Fransa'da ve dünyanın çoğu yerinde en iyi satan kitaplar listelerine girmiş bu kitabın adı da 'Le scaphandre et le papillon' (Dalgıç giysisi ve kelebek)

İnsanın en dayanılmaz sandığımız durumlara bile nasıl uyum sağlayabildiğine bir örnek bu öykü. İnsanın azmedip hayata bağlanınca neler yapabileceğinin, en aşılmaz engelleri bile aşabileceğinin gerçek kanıtı. Böylesine anlamlı bir hikayeye oturtulmuş, böyle başarılı filmler çok nadir bulunuyor günümüzde. Şiddetle tavsiye ediyorum.


Elveda Fazıl Hüsnü Dağlarca





Geçip gideceksin
Karanlığın

Nereye götürdüğünü bilmeden hiç


................
Sen geçip gideceksin
Bütün aydınlığı
Böylece bırakıp...



Fazıl Hüsnü Dağlarca, 'Günlerde'





Fotoğraf: Ara Güler




Sunday, October 12, 2008

Children of Heaven - Cennetin çocukları


Çocukluğun o sihirli bahçesini çok güzel anlatan, insanın içini ısıtan bir film 'Cennetin çocukları'. İranlı yönetmen Majid Majidi kendi yazıp yönettiği bu filmde bir çift ayakkabıyı paylaşmak zorunda kalan bir abi-kızkardeşin öyküsünü anlatıyor bize. O kadar içten, o kadar sıcak bir film ki, kendimi adeta İran'da o derme çatma evde iki küçük kardeşle birlikte yaşıyor gibi hissettim. Onların gözleri yaşarınca benim de gözlerim yaşardı, onlar gülünce ben de güldüm. Dar sokaklardan nefes nefese koşarlarken, onlarla birlikte ben de heyecanlandım, acaba yetişebilecekler mi hedeflerine diye. O kadar saf, masum bir mutluluktu ki onlarınki. Havaya üflenen bir sabun köpüğünde, sığ ve serin bir avlu havuzunda, ya da yepyeni bir çift ayakkabıda bulabiliyorlardı mutluluğu o çocuklar. Belki de mutluluğu çok karmaşık, pahalı ve önemli görünümlü şeylerde arayan yetişkinlere önemli bir ders vermek istiyorlardı. 'Bakın, mutluluk aslında bu kadar kolay' der gibi.

Bir de anladım ki, herhalde hayatta insanın yüreğini en çok acıtan şey küçük bir çocuğun ağlaması. Bütün çocuklar o kadar tatlı, saf ve masum ki insan ağlayan minik bir çocuğun görüntüsüne bile dayanamıyor. Filmde bile olsa. Oysa ki gerçek hayatta, şu anda bile dünyanın dört bir tarafında savaşlar, yoksulluk, aile içi şiddet...vs gibi sebeplerden ağlayan ne kadar çok çocuk var. Düşündükçe içim acıyor.

Wednesday, October 8, 2008

Yıllık yazılarım



Gece gece nostaljinin içine düştüm.

Bundan tamı tamına 5 buçuk sene önce, canım üniversitemden mezun olurken sevgili arkadaşlarımın bana yazdıkları yıllık yazılarını buldum çıkardım bir yerlerden. Okudum, gözlerim yaşardı. Bu insanların hepsiyle görüşemiyorum şu anda ne yazık ki. Bazılarıyla hayat aramıza girdi, hayat ve meşguliyetleri, belki de okyanuslar, kıtalar.. Ne olursa olsun bu yazıları yazan insanlardan her birini çok büyük bir sevgiyle ve hasretle andım. Ne çok seviyormuşum meğer ben onları. Bir kez daha anladım.

Bizim mezun olduğumuz sene üniversitemizin yıllığı olmadı. Bu yüzden bu yazıların bendeki tek kopyası bilgisayarımdaki bir word dosyası. Bir daha kaybolmasınlar diye onları buraya da koyuyorum. (İsmimi yazdıkları yerleri 'Moonshine'la değiştirdim, yazıları yazanların isimlerinin sadece baş harflerini koydum gizlilik prensiplerim sebebiyle)

Yazıları yazanlara: Şimdi dünyanın neresinde olursanız olun, çok teşekkürler canım arkadaşlarım. İyi ki varsınız, iyi ki bu yazıları yazmışsınız. Umarım yeniden kesişir bir gün yollarımız bir yerlerde..

İşte canım dostlarımın gözünden üniversiteden mezun olup uzaklara uçmak üzere olan ben, Moonshine:)

------------------------------------------------------------------------------------------------------

... ... ... insanın derinliklerinde bir yerde bir şeyleri kıpırdatıyorsun. Tatlı ve sevilmeye değer bir şeyleri; artık uzak olduğumuz ya da olmamız gerektiğine inandırıldığımız çocukluğun hala ve sonsuza dek yaşatılmaya layık olduğunu, soğukta tiril tiril titremeyi, farklı memleketlerde teras katlarında dudakları tuzdan morarıncaya dek yenen soslu mısırlarla diller dökmeyi, karanlıktan korkup dolu dolu yaşamaya sarılmayı, Snoopy ve Pooh çıkartmalarını, rozetlerini hatırlatan ancak seni tanıyana nasip olanın uzanabileceklerini. Yavru kedilerle dolu bir bahçeyi, uçsuz bucaksız suları, sonu gelmeyen kahvaltıları, sıcağın altında cızırdaya cızırdaya okunan romanları, alelacele yazılan ‘paper’ları, 0,7’lerle doldurulan türünün son örneği A5 defterleri, yıldızlı simli tokaları, kimlikten tanınmayan yüzleri... Kim verdi sana bu güzel saçları, bu iri gözleri küçük kız? Kim kayırdı seni? Ailelerinin küçük kızları “okumaya” gidiyorlar şimdi aynı eyaletlerde. Bu sayede kurtuluyorum inşallah bir gün tekrar görüşürüz demekten. Eninde sonunda olacak bu değil mi herkesle “ağlaya ağlaya” vedalaşılır elbette, görüşeceğiz, denir, “mutlakaaa”. Hiçbir şey kolay olmuyor, ‘al sana işte, ne istiyorsan yaz,’ diyorlar, içim acıyor. Yıllar sonra açıp tekrar baktığında aa bu kız bana bunları yazmış diyeceksin eninde sonunda, zaten bu, seneler sonrasına ait şimdiden yazılan, şimdiden açılan ama vakti gelmemiş bir mektup. Ben bunları yaşlanmış Moonshine'a yazıyorum, çoluk çocuğa karışmış, değerli sosyal bilimciye, mavi sırt çantalarından deri evrak çantalara geçiş yapmış Moonshine'a.

S

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Evvel zaman içinde, diyarın birinde elinde pembemtrak sihirli değneği, yüzünde kocaman gülümsemesi ve arkasında zıplayan kedisiyle bir büyücü-prenses-perisi yaşarmış. Kalbisi kocaman, kendisi küçücük olmasına rağmen misyonu basitmiş. Etrafta dolaş, insanları güldür; gülmeyenleri büyüle, büyülenmeyenlerin kafasına vur... Geleceğin Chicago prensesi, bugünün SPS büyücüsü, dünün 'elinde bal çanağı taşıyan ayıcıkların' perisi olarak herkes onu severmiş. Kimse onu incitmeye kıyamazmış, gülüşünden bi parça sesinden bi damla şeklinde yanında
dolaşırlarmış. Yine de etrafta dolaşan daha büyük ve sakallı varlıklar, geceleri onu korkutmaya çalışırlarmış. Amaçları sihirli değneği ondan çalmak, ve pooh diyarını yok etmekmiş. En sonunda başarmış, bir hileyle sihirli değneği çalmışlar. Ama bakmışlar, keramet değnekte değil onun sahibindeymiş.. Böylece onlar da anlamışlar gerçeği, sevmişler çok küçük periyi ve onlar da inanmışlar normal bir ayıdan daha akıllı olduğuna Yoginin. Hatta o kadar çok sevmişler
peri-büyücü-prensesini; gitmişler kocaman kalbinin peşinde ta denizin ötesindeki yeni sarayına....

B

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Üniversiteye girdiğimizde başlayan dostluğumuz, Almanya seyahatimiz boyunca daha da pekişti. Bütün bu zaman içerisinde senin, bardağın hep dolu tarafını görmenin yanı sıra, çevrendekilerin de benzer değerlendirmeler yapabilmesini sağladığını gördüm. Bu harika özelliğine ek olarak, kendine güvenini ve yüzünden eksik olmayan gülümsemeni (Dört yıl içerisinde karşılaştığımız ve gülümsemediğin bir günü hatırlamıyorum) de, gelecekte şartlar ne olursa olsun kaybetmemeni diliyorum. Eşsiz yazılı ifade yeteneğini yeterince takdir edebildiğimden emin değilim ancak Chicago’daki hocalarının ve arkadaşlarının da bu konuda benim düşüncemi paylaşacakları, sanırım buna sıkça tanıklık etmiş benim açımdan büyük bir kehanet olmaz. Bu son gruptaki kişilerle bir diğer ortak düşüncemiz de, içinde bulunduğun bir gruba ne kadar çok şey kattığın ve o grupta yaşananları ne kadar hatırlanmaya değer kıldığın hakkında olacak. Tüm bunları dört yıl boyunca benimle paylaştığın için, sana çok teşekkür ediyorum. Diliyorum gelecekte tüm hayallerini gerçekleştirirken, beni de hep hatırlarsın.

B

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

So, we'll go no more a-roving
...So late into the night,
Though the heart be still as loving,
...And the moon be still as bright.

For the sword outwears its sheath,
...And the soul wears out the breast,
And the heart must pause to breathe
...And love itself have rest.

Though the night was made for loving,
...And the day returns too soon,
Yet we'll go no more a-roving
...By the light of the moon.
-Lord Byron

Gideceğin yer neresi olursa olsun, umarım herşey dilediğince olur. Yolun açık
olsun..
Sevgiler,
C

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Hey sen! evet evet sen, boşuna sağa sola bakma; seni kastediyorum. Ya güzelim, yol ortasında durup "ben mi?" gibi anlamsız sorular sorma. senden başkası duyamaz beni. Bak şimdi, çikago uçağına binmek için önce sağa dönüp merdivenlerden yukarı çıkacaksın, sonra solu takip edeceksin. tamam, kabul ediyorum! işaretler olunca yolu bulabildiğini anlıyorum da, iki yıldır arkadaşız, bir kez bile doğru yöne sapmadın ders çıkışında:))
"nereden başlasam, nasıl anlatsam..." lisedeyken de kabusum olmuştu yıllık yazıları; insan sevdiğine kolay kolay yazamıyor (şekil 1A).
izninle, yıllık sayfanı kötü emellerime alet ederek bana olan güvenini suistimal etmek istiyorum. "Ben ona resmen aşığım" ve bunu sana borçluyum gece yürüyüşüm. minik yengeç’im, ikhwan'ım böhü böhü'm, yer-yön bulma özürlü sevgi kelebeğim, beyond my control'üm, eternity and a day'i beraber izleyemediğim, chica'm guapa'm, sıfatları daha ne kadar uzatsam?
bir buçuk sene oldu seni tanıyalı, topu topu bir buçuk sene! Sığdırabildiğimiz kadar anı doldurduk sepete. Gözyaşlarıyla ıslandık, kahkahalarla ısındık. şimdi sen, sepeti koluna takıp çikago'ya gidiyorsun. ufacık olsam beni de sıkıştırır mısın valizine?
Ayakizlerine takıldığım kaç kişi vardır? peşine takılıp iki kişilik ders bile aldım. (okul tarihinin nadide vakalarındandı vesselam; hoca, sen, ben! dersi kırmak ne mümkün?)
Bana "yıllık yazısı yaz" diyorsun da, paylaştıklarımızı iki satıra sıkıştıramam ki! el insaf, gece yürüyüşüm!
Bebek;) hasta luego mu desem, üç nokta mı koysam, yoksa iğrençlik yapıp "to be continued" mu eklesem? neyse... az sonra kayfaltıya ineceğiz birlikte!

E

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Canım canım Moonshinecıma,
S'yle baktığımız kahve falının doğru çıkmış olmasının sevincinin yanında, seneye dolabımın sağ kapağında asılı olan kabartmalı Winnie the Pooh posterinin kalkacak oluşunun üzüntüsü var... Kapı açılır açılmaz duyduğum “Z....cigim!” sesi yerine taa Şikagolardan gelen maillerle yetinecek olmak zor gelse de biliyorum ki birbirimizden hiç kopmayacağız ve sen annene benzeyen birini gördüğünde hep beni ve herşeyden tatlı minder keyiflerini bozuşumu :) hatırlayacaksın. Ama kimbilir belki de bir gece uyandığında elimde bir bardak sıcak ve ballı sütle yanında bulabilirsin beni.

Z

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Birlikte kaldığımız bir buçuk sene boyunca her konuda saatlerce konuşmayı, odanın içinde yaptığımız bizi gülmekten öldüren konuşmalar için defter tutmayı, gece yarısı acıkıp pide seansları düzenlemeyi, senin bilgisayarın başından kalkman için benim dolabıma kitlemem gibi garip alışkanlıkları edindik.
Senin sürekli mutlu olabilecek bir şeyler bulmanı, hiçbir olay için kendini en azından benim yaptığım kadar yıpratmamanı bu bir buçuk sene boyunca takdir ile karşılamıştım. Ayrıca istediğinin ne olduğunu o kadar iyi biliyorsun ki, hiç bir olay veya kişi senin yolunda bir engel oluşturamıyor. Bu özelliğinden dolayı her zaman istediğin başarıyı yakalayacağına ve hiçbir zaman kaybetmeyeceğine inanıyorum. Yüzünden hiç kaybolmayan gülümsemenin her zaman ve her yerde seninle olmasını diliyorum, Moonshinecık.

H
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Hep neşeli hep kıpır kıpır arkadaşım Moonshine, proje anılarımızı, ne kadar fazla Winnie the Pooh hayranı olduğunu, tiyatro anılarını ve çalışma odasından bilgisayarları toplayıp kaçışlarımızı hiç unutmayacağım:) Bazen sıkılıp gecenin bir yarısı dışarı çıkıp çimlerin üzerine uzanıp walkman dinlediğimiz ama hiç yıldız göremediğimiz günleri hep gülümseyerek anıyorum...

Hayatın beklentilerinin ötesini getirmesi dileğiyle , E
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kendine ait o kadar güzel, saf ve belirli bir dünyan var ki, şiirler, resimler, kitaplar, imrenmemek elde değil. Ne istediğini biliyorsun, neyi sevdiğini biliyorsun, ve en önemlisi sevdiğin şeyler için vakit ayırıyorsun, vakit ayırmayı biliyorsun. Hayatını dilediğince yaşıyorsun. Bunu kimsenin bozamaması dileğiyle...

M


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Fotoğraf: Üniversite mezuniyetimizde keplerimizi fırlatırken! (Ben de o fotoğrafın içinde bir yerdeyim:) Ne kadar küçükmüşüz, ne kadar coşkuluymuşuz o zamanlar. Zaman nasıl geçiyor, anlamak mümkün değil.

İşte yıllık sayfamı böylece blog'uma koymuş oldum. İleriki yıllarda bakıp bakıp hatırlamak üzere!




Tuesday, October 7, 2008

Howl's Moving Castle


'Howl'un yürüyen şatosu' Miyazaki'nin son filmlerinden. Ne zamandır izlemeyi istiyordum, dün ancak izleyebildim. Miyazaki'nin filmleri içimi öylesine saf bir mutluluk ve huzurla dolduruyor ki, adeta çocukluğuma dönüyorum. Kendimi yorgun ve hasta hissettiğim bir akşamda bu filmi izlemek gerçekten ilaç gibi geldi. Öylesine güzel renkler, şirin karakterler, muhteşem dünyalar var ki film bittikten sonra filmin içinden çıkmak ve gerçek dünyaya dönmek istemiyor insan. Yönetmen hem güldürüyor, hem de detaylara gösterilen dikkatle şaşırtıyor ve sevindiriyor. Filmin ana fikri ise bence iyiliğin ve saflığın eninde sonunda herşeyin üstesinden gelebileceği, en kötü ruhlu insanları bile yumuşatıp iyi tarafa doğru çekebileceği. Daha güzel bir ana fikir de düşünemiyorum zaten!

İyi ki varsın minik, güleryüzlü, çekik gözlü adam. İyi ki varsın ve böyle filmlerle bizi başka dünyalara götürebiliyorsun.


Thursday, October 2, 2008

58 basamaklı merdiven



Zaman durdu..
Zaman durdu, geçmişe bir koridor açıldı, yaşamın ortasında.
O koridordan içeri baktım.

Küçücük çocuklarken koşarak tırmanırdık o beton merdivenleri.
Küçücük olduğumuzdan mıdır acaba, bize ne kadar uzun gelirdi.
Hiç bitmeyecekmiş gibi. Sonsuza dek yukarı doğru uzayacakmış gibi.
Merdivenlerin tepesinde küçük evinin, küçük bahçenin olduğunu, senin orada bizleri beklediğini bilerek.
Sevinçle, zıplayarak çıkardık o merdivenleri.
İçimizde çocuksu şarkılarla.
Annemin elinden tutarak bazen.
Bazen anneannemin.
Ve bir kere sırf meraktan kaç tane basamak var diye saydık.
Teker teker, sabırla saydık.
58 tane basamak..
58 tane basamağın ucunda senin küçük, mütevazi evin.

En son, bir iki sene önce, hatırlıyorum.
Hatırlıyorum seni en son gördüğüm anı.
Yine aynı hızla merdivenleri çıktık.
Tek başına oturmuş, televizyon izliyordun. Televizyonun sesi neredeyse sonuna kadar açık.
Kendi küçük dünyasında, mutlu ve huzurlu, ana haber bültenini izleyen yaşlı bir adamdın. Açık pencerenin sallanan tülleri arasından gördüm. Gördüm ve pencerenin dışından gülümsedim sana. Görmedin.

Şimdi zaman durdu.
O 58 basamaklı merdiveni çıkmanın hiç bir anlamı yok artık.
Ucunda sen yoksun artık.

Rüzgar eser, mevsimler geçer, şehrin karmaşası içinde arabalar, insanlar, ışıklar, sesler birbirine girer.

Şehrin küçük bir tepesinde, küçücük bir evde, o yaşlı adam yoktur artık.
Kim farkeder?