Friday, July 27, 2012

post-Murakami travması


Bart (Perdeyi aralamış dışarıya bakarken): Gökyüzünde çok güzel bir ay var bu gece.

Moonie (Akşam uykusunun sarhoşluğu içinde): Bir tane mi, iki tane mi?

Bart: ?!??






Tuesday, July 24, 2012

Muse - Sunburn


Blog'umda benim için çok büyük anlamı olan, hayatıma damgasını vurmuş şarkıların bana anımsattıkları anları yazacağım yeni bir bölüm açıyorum. Bir nevi 'Hayatımın soundtrack'i de diyebiliriz. Bu yazıları yeni bir etiket ile 'sarkilarim' konusunun altında toplayacağım.

Üstüste, defalarca dinlediğim, benim için takıntı olan, hayatıma damgasını vurmuş bütün şarkılar bu yazı serisinde yerini alacak.

Başlıyoruz!




Muse-Sunburn

2007 yazı, Ağustos ayı. Mısır'da dil kursu için aldığım burs sebebiyle Kahire'deyim.. Hava çok, çok sıcak.. Hem Chicago'daki evimden, hem İstanbul'daki evimden çok uzaktayım. Bart'ı, evimi, Chicago'yu, İstanbul'u özlüyorum. O yaz 2 aylığına o Chicago'da, ben Kahire'de, birbirimizden ayrı kalmak zorunda kalmıştık.  Eylül'de İstanbul'a gideceğimiz günleri iple çekiyordum.

Mısır'daki evimde internet yok, Bart'la ancak internet kafeye gittiğim zamanlarda, seyrek olarak konuşabiliyorum, telefonda sesini duymak da çok nadir. Eve gittiğimde yapılacak bir şey yok, o sıcakta öğleden sonra dışarı çıkmak mantıkdışı.. Gerçeküstü bir dünyada gibiyim. Sabah derse gidip, öğlen eve gelip ödevlerimi yaptıktan sonra geriye yapacak bir şey kalmıyor. Bir şeyler atıştırıp yatıyorum rahatsız yatağıma. Sırtüstü yatıp, dakikalarca, saatler boyu tavana boş boş bakıyorum. Ve bu şarkıyı dinliyorum. Onlarca defa, üstüste, bıkmadan, usanmadan.. Bart'ı özlüyorum, Matthew Bellamy'nin güzel sesi kulaklarımda.. Evimden çok uzaklardayım, ama müziğin evrensel gücü beni özlediğim topraklara götürüyor.







Sunday, July 22, 2012

1Q84



Önce bu yazımı bir daha okuyun lütfen sevgili okuyucular.

O yazıyı yazdıktan sadece bir kaç gün sonra, bu romanda şu aşağıdaki paragrafı okudum: (İngilizce okuduğum için Türkçe çevirisini bulamadım kusura bakmayın)

Sayfa 685: Tengo, demanslı babasını hastane odasında ziyaret ederken düşünür:

'When he tired of reading aloud, Tengo sat there, gazing at the form of his sleeping father and trying to surmise what kinds of things were going through his brain. Inside - in the inner parts of that stubborn skull, like an old anvil - what sort of consciousness lay hidden there? Or was there nothing left at all? Was it like an abandoned house from which all the possessions and appliances had been moved, leaving no trace of those who had once dwelled there? Even if it was, there should be the occasional memory or scenery etched into the walls or ceilings. Things cultivated over such a long time don't just vanish into nothingness. As his father lay on his plain bed in the sanatorium by the shore, at the same time he might very well be surrounded by scenes and memories invisible to others, in the still darkness of a back room in his own vacant house.'


Şimdi söyleyin bana, ben bu adamın kitaplarını sevmeyeyim de ne yapayım? 'Aklımın diliyle kitap yazıyor' demiştim ya bir zamanlar, işte aynen öyle. Kendi düşüncelerimin yazılı halini okumak gibi, Murakami kitapları okumak benim için.

1029 sayfalık, okuduğum en uzun roman rekoruna ulaşan bu kitap bugün bitti. İçimde garip bir boşluk duygusu oluştu, ayrılmak zor geliyor.

Bir de, Murakami ile karşılıklı otursak saatlerce sohbet edebilirmişiz gibi hissediyorum.     







Wednesday, July 18, 2012

Road trip (Yol seyahati)







Road trip: Yol seyahati, arabayla gidilebilecek uzaklıktaki yerlere giderek yapılan bir kaç günlük, en fazla 5-6 günlük tatil.

Ben ve Bart'ımın tatil anlayışımız çoğu insandan farklıdır. Herkesin aklına yaz deyince deniz kıyısında bir yere gitmek ve uzanıp tembellik yapmak gelirken, biz sürekli hareket halinde olmak isteriz tatilimizde. En çok sevdiğimiz aktiviteler doğada yürüyüş (hiking), kano yapmak, nehirde veya gölde yüzmek, yeni şelaleler, nehirler, göller keşfedip bol bol fotoğraf çekmek olduğundan, bize en çok hitap eden tatil şekli Amerikalıların 'road trip' dedikleri yol seyahati.  Bütün gün aynı kumsalda yatmak, bir hafta boyunca her gün aynı yerde, aynı şeyleri yapmak hiç bize göre değil.. Zaten balayımızda bile bütün Maui adasını karış karış gezip her gün ayrı bir koyda denize girip şnorkelle yüzmüş, yağmur ormanının şelalelerinde yüzmüş, sabahın 3ünde kalkıp güneşin doğuşunu izlemek için bir volkanın tepesine çıkmış insanlarız :) Bir yerde bir günden fazla aynı yerde kalırsak müthiş sıkılıyoruz. Bizim için tatil, gezmek ve mümkün olduğunca çok doğa harikası görmek demek!

Genelde arabayla en fazla 8-9 saat uzaklıktaki yerlere gidip, gittiğimiz yerde de bir çok şehir, kasaba ve doğa parkı keşfediyoruz. Genel olarak plan yapsak da, genelde tatilimizi şekillendiren, yolun üzerindeyken gördüğümüz ilginçlikler, başımızdan geçen maceralar, ileride çocuklarımıza anlatabileceğimiz komiklikler...vs. Yani bir bakıma yolculuğun kendisi, varılacak yerden daha önemli hale geliyor. Ve bu şekilde vücudumuzu yorup kafamızı serbest bırakmak (normalde ikimizin de işi gereği tam tersini yapıyor olduğumuz için) bizi müthiş dinlendiriyor ve adeta yenileniyoruz. Her yaz en az 2 kere 'Road trip'e çıkmak bizim için en güzel tatil oluyor.

Geçtiğimiz haftasonu da bu gezilerden birine çıkıp Chicago, Ilinois - Wausau, Wisconsin - Duluth, North Shore Scenic Drive (Duluth-Grand Portage), Minnesota - Bayfield, Wisconsin - Apostle Adaları - tekrar Wausau üzerinden Chicago rotası çizdik. Yine bir çok unutulmaz anımız oldu, ileride çocuklarımıza anlatabileceğimiz bir çok hikaye biriktirdik. 'Yolda olma'nın insana getirdiği o sihirli duyguyu hissettik. Normal rutinimizin dışına çıkıp, başka yataklarda yatıp, başka şehirler gördük, başka yemekler yedik.

Biraz yorulduk, evimizi ve yatağımızı özledik, ama ruhumuz dinlendi, yenilendik, ve evimize geri geldik!

Eee ne demiş Bilbo Baggins, o çok sevdiğim küçük Hobbitcik, çıktığı uzun yolculuğun başında:


The Road goes ever on and on
Down from the door where it began.
Now far ahead the Road has gone,
And I must follow, if I can,
Pursuing it with eager feet,
Until it joins some larger way
Where many paths and errands meet.
And whither then? I cannot say.

Sunday, July 8, 2012

Nerede


Aklım bugünlerde hep babaannemde..
Daha önceden yazmıştım. Bu sıralar kendinde değil. Hastalık ilerledi iyice. Aklım onda. Aklım babamda. Uzaklık, boğazımdaki yumruyu büyütüyor. 

Burnuma babaannemin evinde içtiğim ıhlamurun kokusu geliyor. Aklım kilometrelerce ötede.. O uzak ama çocukluğumun geçtiği, yüreğimin bir kısmını bıraktığım ülkede.. Burnumun direği sızlıyor. Yüreğim ötede..

Sen neredesin babaanne? Beynimiz kocaman bir malikaneyse eğer, anılarımız onun tozlu odaları ve koridorlarıysa.. Hangi odaya saklandın? Hangi kapıyı kilitledin arkandan, saklambaç oynayan küçük bir çocuk gibi? Yaşamının bunca yılı boyunca biriktirdiğin anılardan, hafızanın dolambaçlı koridorlarından hangisinin içindesin? Nerede o Sürmene'de doğan, sonra 8 çocuk doğurup büyüten, ince, dal gibi genç kız? Nerede günlerin tortusu, tozlara vuran günışığı, geçmek bilmeyen saatler, hızla akan yıllar, bir nehir gibi akıp giden hayatlar? Yaşamı yaşamaya değer kılan herşey, bir yün ipliği gibi eğirdiğin zaman, zaman nerede? Sabahlar, akşamlar, geceler, bir muştu gibi doğan güneş, bir meyve gibi gökte asılan ay nerede?


Neredesin babaanne?















Explosions in the Sky - What Do you Go Home To?






Thursday, July 5, 2012

İki fincan



4 sene önce bugün, 'Evet' dedik, birlikte geçirilecek bir hayata, her sabah yanyana uyanmaya, her gece birbirimize sarılıp uyumaya, birlikte yaşayıp, birlikte nefes alıp, birlikte yaşlanmaya..

Kızım büyüdüğünde bir gün bana 'Mutlu bir evliliğin sırrı nedir anne?' diye sorduğunda, 'konuşmak' diye cevap vereceğim ona.. Konuşabilmektir bence mutlu bir evliliğin sırrı. Hiç bir evlilik pespembe, kusursuz, mükemmel değildir. İnsan bu dünya üzerinde hiç kimseyle bir kez olsun tartışmadan, fikirleri çatışmadan bir ömür geçiremez. (Eğer hiç bir tartışma yoksa bir gariplik vardır zaten bir yerlerde).

Konuşmaktır önemli olan.. Başbaşa kaldığımızda konuşuruz. Birlikte yürüyüşe çıkmışken hayat hakkında düşüncelerimizi paylaşırız. Gecenin bir yarısı uyanıp geri uyuyamadığımızda, çocukluk ve lise yıllarımızı hatırlayıp saatlerce anılarımızdan bahsederiz. Sabah kalktığımızda o sessizlikte birbirimize rüyalarımızı anlatırız. Birlikte kahve içerken kızımızı nasıl yetiştirmek istediğimizden bahsederiz. Birlikte gittiğimiz bir konserde, sevdiğimiz grubun şarkısının bizi nasıl etkilediğinden... Birlikte izlediğimiz bir filmde bizi neyin en çok sarstığından... Birlikte gittiğimiz bir lokantada hangi yemekleri, neden sevdiğimizden.. Yaşamımızdaki zorluklardan, mutluluklardan, hayatımızın en büyük neşesi olan kızımızdan konuşuruz.  Ama birbirimiz dışındaki hayatımızdan da.. Benim, arkadaşımla gittiğim bir filmden.. Onun, iş seyahatinde gördüğü bir şehirden..

Geceyarısı yanında uzanmış kitap okuyorken, kitaptan beni çok etkileyen bir cümleyi okurum sevdiceğime. Birlikte cümle üzerine kafa yorarız. Okuduğum kitabı güzel kılan şey, onu sevdiğimle paylaşabiliyor olmaktır.

Televizyon açılmaz bizim evimizde.. Konuşuruz onun yerine! Konuşuruz, yaşamı yaşamaya değer kılan her şey üzerine.

'Konuşabileceğin bir insanla evlen kızım' diyeceğim ona..

Çünkü anne-babamızın evinden çıkarız bir gün, çocuklarımız ise büyür, evden ayrılır. Masanın üzerindeki iki kahve fincanı kalır..

İki kahve fincanı, ve paylaşılan kelimeler..Paylaşılan bir hayat..






Sunday, July 1, 2012

Dream within a dream



Çok fazla roman/kurgu okumaktan (ya da genelde çok okumaktan) olsa gerek, gerçeklik algım çok değişken. Bazen bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyorum kendimi..

Mesela sabah kütüphaneye doğru yürürken, ağaçların yapraklarının yeşili daha bir canlı oluyor, yüzümü okşayan rüzgar daha bir serin, elimdeki kahvenin kokusu daha keskin.. Herşey bir rüya dokusu kazanıyor sanki. Kendimi bir merceğin içinden görüyor gibiyim, kendime ve hayatıma dışarıdan bakıyor gibi. Sanki gerçekliğin dışına çıkmış, oradan gerçekliğe bakıyor gibi.

'All that we see or seem
Is but a dream within a dream'

demişti Poe, ben de bazen kendimi rüya içinde rüya görüyor gibi hissediyorum.. Müziğin, kelimelerin, fotoğrafların, görüntülerin etkisi sarsıcı oluyor üzerimde, böyle anlarda. Çok güzel bir şarkı dinleyip ağlamaklı oluyorum mesela, ya da çok güzel bir roman okuyup sarsılınca düşüncelere dalıyorum.. Yazmak istiyorum bol bol, dünyanın beni nasıl sarhoş ettiğini kelimelerle anlatmak... Ya da anlatamamak..