Tuesday, August 28, 2012

Blog'um 7 yaşında!



Photo source



Ben hayatın meşgalelerine dalmışken, sevgili blog'um 16 Ağustos itibariyle sessiz sedasız tam 7 yaşına basmış. Tam 7 sene önce şu yazıyla başladığım bu blog'u hala devam ettirebildiğim için çok mutluyum. 7 sene boyunca master ve doktora yıllarımda hem akademik hem özel hayatımda yaşadığım önemli olayları, mutluluklarımı, hüzünlerimi, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri, dinlediğim müzikleri, çektiğim fotoğrafları sizinle, bu blog'un okurlarıyla paylaştım. Bazen düşünüyorum da, bu blog'u düzenli olarak okuyan birisi, beni çoğu arkadaşımdan daha iyi tanıyor olabilir!

Anlar serisinde hayatımın en önemli, hatırlanmaya değer anılarını döktüm bu sayfalara. Doktora sınavlarıma girerken okurlarımın desteğiyle ve dualarıyla kendimi çok daha iyi hissettim, sınavı geçince mutluluğumu sizlerle paylaştım. Bart'la evlendiğimiz ay içim kıpır kıpır mutluluk dolmuşken hissetiklerimi buraya yazdım. Geç çıktığımız ama hayatımın en güzel tatili olan balayımdan dönünce gezi anılarımı bu yazıda aktardım. Hayatımda ilk defa bir ders verdiğimde nasıl heyecanlanıp mutlu olduğumu ise şurada.

Ve son olarak, hayatımdaki en önemli an diyebileceğim kızımın doğum anını da paylaştım siz okuyucularımla. Hayatımın en önemli 'mihenk taşları' böylece bu sayfalarda biraz daha kalıcı kılınmış oldu, belki benden sonra kızım, ya da başkaları da okusun diye..  Hayatımın büyük bir kısmı böylece 'kayda geçirilmiş' oldu. Eee ne demişler, 'Söz uçar, yazı kalır'.. Bakalım daha kaç sene devam ettirebileceğim bu büyük projeyi!

Eskiden blog'umu kaç kişinin okuduğuna bakardım merak edip.. Ya da insanların hangi ülkelerden girdiklerine.. Uzun zamandır hiçbirine bakmıyorum. Okuyucu sayımın ne önemi var? Ben bir kar elde etmek için ya da başka bloglarla okuyucu sayısı konusunda yarışmak için yazmıyorum ki... Kendim için, kendi hayatımı kayda geçirmek için yazıyorum.  İleride dönüp bu sayfalara bakıp 'Aaa, o yıllarda bunları okumuş, bu filmleri izlemiş, bunları hissetmiş, böyle düşünmüşüm' diyebilmek için yazıyorum. Güzel anılar silinmesin, belleğime kazınsın diye yazıyorum.

O yüzden bunu okuyan sen ey okuyucu, hangi ülkeden, yeryüzünün hangi noktasından giriyorsan bu blog'a ve okuyorsan şu satırları, sana da çok teşekkürler.. Blog'um hepimizin hissedebileceği insanca duyguların bazılarının kaydının tutulması sadece.. Hissettiklerimi okumaya değer bulduğun için, paylaştığın için, yorum yazsan da yazmasan da, 'orada' olup benim yaşamımdaki bu önemli döneme şahitlik ettiğin için, var olduğun için..

Herşeyden, ama herşeyden daha önemlisi ise, bu sayfa sayesinde, İngilizce konuşup yazdığım mesleğimin içinde ve İngilizce konuşulan bir ülkede yaşarken, sevgili anadilim, canım Türkçem ile bağımın asla kopmaması oldu... Düzenli olarak Türkçe yazabilmek o kadar güzel ki. Düşüncelerimi kendi anadilimde ifade edebilmek, yüreğimin sesini 'aklımın dili'yle yazabilmek..

İyi ki doğdu blog'um, iyi ki varsınız okurlarım..




Saturday, August 25, 2012

Chicken with Plums






Marjane Satrapi'nin, ünlü bir tar ustasının çok sevdiği tar'ı kırıldıktan sonra hayata küsmesini anlatan 'Chicken with Plums' (Erikli Tavuk) çizgi roman kitabını yıllar önce okumuş ve çok sevmiştim. Daha önce 'Persepolis' kitabının da film uyarlamasını yapan Vincent Paronnaud, bu filmi de yönetmiş. Ama Persepolis gibi çizgi film şeklinde değil, gerçek bir film olarak çekmiş.

En az Persepolis kadar, belki daha da çok sevdim bu güzel filmi. Hikaye biraz değiştirilmiş ve tar yerine keman konmuş olsa da, çok başarılı bir şekilde işlenmiş konu, oyunculuklar da ayrı güzel.

Filmin konusu kısaca şöyle: Keman ustası Nasser Ali Khan, eşi çok kızgın bir anında kemanını yere çalıp kırdığından beri müzik yapmaktan aynı keyfi alamadığı için, artık yaşamaktan vazgeçiyor ve 'ölmeye yatıyor'. Biz de 8 gün boyunca, ölüm meleği Azrail onu gelip alana kadar yani, onun hayatını geriye dönüş sahneleriyle, anılarıyla tekrar onunla birlikte yaşıyoruz. Hüzün ve aşk dolu bir hikaye onunkisi. İçimize işliyor, daha önce Persepolis'te olduğu gibi kah gülüyor, kah ağlıyoruz. Nasser Ali Khan ve sevdiği kadın Irane'nin öyküsü gibi öyle çok mutsuzluk öyküsü var ki gerçek hayatta.. İnsanın içini sızlatıyor.

Bu güzel filmi, gösterime girdiğinin ilk akşamı Chicago'da izleyebilmiş olduğum için çok mutluyum!







Şu enfes sahnedeki aşkın güzelliği, uzun süre çıkmayacak aklımdan.


Friday, August 24, 2012

The Artist


Ne kadar şirinsiniz siz ya, ne kadar naif, güzel.. İnsanın sessiz filmlerin zamanında yaşayası, o yıllara dönesi geliyor. Ne kadar güzel özenilmiş, ayrıntılara dikkat edilmiş, insanı izlerken mutlu eden bir film.

Ayrıca Berenice Bejo (Peppy Miller) inanılmaz derecede Hülya Koçyiğit'in gençliğine benziyor! :)

Wednesday, August 22, 2012

Mezzanine


Tezimin iki bölümünü (100 sayfa kadar) bu albümü dinleyerek yazdım. Günlerce üstüste dinlemekten bıkmadım. İleride tekrar dinlersem bu günleri hatırlarım artık.



Wednesday, August 15, 2012

Elveda canım Müşfik Kenter





İçimde çocukluğumun anıları, seni sahnede ilk izlediğim an aklımda, yüreğimde. Sonra seninle tanışıp röportaj yapma şansını yakalamıştım. Sakince, kibarca konuşman, gözlerinden fışkıran zeka pırıltıları ve konuşurken mavi mavi, yumuşacık bakan gözlerin aklımda.

Sonraları, Dragos'taki evimizde üst katta bir Pazar günü annem ütü yaparken, pencereden denize ve adalara bakıp senin sesinden yine Orhan Veli'yi dinleyişimi hatırladım.. Ağladım.. Marmaris'te günbatımına yakın bir vakit, annemin omzuna başımı yaslamış, güzel mavi denize bakarken 'walkman'imin kulaklığından yine senin sesini dinleyişimi hatırladım.. Ağladım. Çocukluğumun bitişine, bir devrin kapanışına, bir güzel insanın gidişine ağladım.

Kardeşimi aradım. Aramızdaki okyanuslar, binlerce kilometrelik uzaklıklara rağmen, beni dünyada en iyi anlayan insanı. Karşılıklı sustuk. Birlikte, çocukluğumuzun bitişini düşündük, sustuk. Bizim için önemli olan, çocukluğumuzu ve gençliğimizi şekillendirenlerin birer birer gidişine yandı içimiz. Sustuk.

Bitti çocukluğumuz, gitti 'Orhan Veli'..


Saturday, August 11, 2012

Çocukluk sihirli bir masaldı



Mutluydum, mutluyduk o sihirli masalın içinde..

Anneannemin sessiz, huzurlu evindeki saatin tiktaklarını dinleyerek dayımın kütüphanesine dalmaktı benim için mutluluk.. Oradan beğenip seçtiğim kitabı elime alır, koltuğa uzanır, saatlerce okurdum.. Mutfaktan anneannemin yemek pişirirken çıkardığı sesler gelirdi. Bir evi 'yuva' yapan sesler yani.. Suyun fokurdama sesi, çatal bıçakların sesleri, tabakların sofraya konulurken çıkardığı ses.. Anneannemin mutfakta devinen varlığı, huzur verirdi bana, ısıtırdı içimi.. Ancak çok sevildiğimiz bir yerde, bizi çok seven birinin yanında hissedebileceğimiz o (biraz şımarık) mutluluk hissi. Sıcacık, yumuşacık..

Ben okurken, anneannem mis gibi bir dilim Vakfıkebir ekmeğinin üzerine halis muhlis Trabzon tereyağı sürer, üzerine biraz da tuz eker, bana getirirdi. Ekmeği kemirerek okur, okurdum. Kendimi başka dünyalarda kaybederek.. Zamanın kum saati akışının yavaşlayarak bir bal kıvamına geldiği, uzadıkça uzayan saatler boyunca okurdum.

Karnım iyice acıktığında kitabımı bir kenara bırakır, mutfağa gidip anneannemin leziz yemekleriyle karnımı doyururdum.. Üzerime tatlı bir uyku hali çökerdi. Gözlerim kapanmaya başlayınca esneyerek gidip anneannemin mis kokulu, tertemiz çarşaflarının ve yorganının arasına kıvrılır, dışarıdan gelen martı seslerini dinleyerek uykuya dalardım..Huzurlu, rahat, mutlu bir uykuya..

İçimin huzur coğrafyasını şekillendiren günlerdi.. Zamanın içimde bal kıvamında aktığı, uzun yaz öğleden sonralarıydı.. Ve ben çok mutluydum. Zaten çocukluk dedikleri, dünyanın en sihirli masalı değil miydi?



Wednesday, August 8, 2012

Porco Rosso






Miyazaki'nin uçma sevdasının ne boyutlarda olduğunu tekrar görmemi sağladı bu şirin film, bir de yine bana kendimi çok mutlu ve huzurlu hissettirdi, daha ne isterim? Ben de göklerde Porco Rosso'nun kırmızı uçağıyla uçup o muhteşem manzaraları izliyor gibi oldum. Hem de sinemada izleme şansım oldu, Gene Siskel sağolsun.

Bu filmle birlikte sanırım artık Miyazaki'nin izlememiş olduğum filmi kalmadı! :)




Sunday, August 5, 2012

..............









KIZ ÇOCUĞU

 
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem ,
göze görünmez ölüler.
 
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
 
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
 
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâğıt gibi yanan çocuk.
 
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.
                                               



Nazım Hikmet Ran
1956

Friday, August 3, 2012

Kadından Kentler







Okuduğum ilk (şiir kitabı olmayan) kitabı Murathan Mungan'ın. Ne çok şey kaçırıyormuşum meğer! Türkiye Cumhuriyeti'nin dört bir yanına dağılmış kadınların yaşamlarını, hislerini, dünyalarını nasıl güzel gözlemlemiş, anlatmış yazar... Bir su gibi okuyup bitirdim. Her bir hikaye ayrı bir iz bıraktı bende, her biri ayrı bir noktasına dokundu yüreğimin. Etrafımdaki kadınlardan, kendi hayatımdan, şahit olduğum hayatların çoğundan tanıdık izler gördüm bu hikayelerde..

Romanları hikayelerden daha çok sevmiş, karakterleriyle daha çok özdeşleşebilmişimdir hep.. Bu kitapsa ezber bozdurdu bana: gerçekten başarılı hikaye nasıl yazılır, elle tutulur, gerçek, hayatın içinden gelen karakterler nasıl yaratılır onu gösterdi. Hayran kalmamak elde değil ayrıntılara gösterilen özene, hikayelerin kurgusuna, gerçekçiliğine..



'annesi, arada bir, "hayatla romanları ayırt edemeyeceğini bilseydim, zamanında 'oku kızım, oku kızım,' diye başının etini yemezdim," diye uyarırdı.

hayatla karıştırılmayacaksa romanlar niye okunsundu ki?'






Bana yıllarca 'neden bu kadar çok okuyorsun kızım?' diyen ve kendisi benden de çok kitap okuyan, uzun uykusuz geceler boyu yüzlerce kitap bitiren kitap kurdu annem: yukarıdaki cümleleri okuduktan sonra tam bu noktada gülümsemektesin. Biliyorum : )


 






Safe Area Gorazde






Daha önceden 'Palestine' (Filistin) isimli çizgi roman-kitabını okuyup çok etkilendiğim Joe Sacco'dan, yine insanın yüzüne bir yumruk gibi inen, sarsıcı, düşündürücü bir kitap. 90'lı yıllarda bütün dünyanın izlediği, Avrupa'nın orta yerinde kanlı bir utanç yarası olan Bosna'nın hikayesi.. Aslında Bosna'nın içinde Birleşmiş Milletler tarafından 'güvenli bölge' olarak ilan edilmiş olan Gorazde bölgesinin, insanlarının hikayesi.. (Daha sonra bu 'güvenli bölge' tanımının ne kadar anlamsız olduğunu da anlıyoruz tabii) Okuması kolay bir kitap değil.. Ama çok şey öğreten, insanlığın 'insanlığını' sorgulatan, 'Birleşmiş Milletler' denen örgütün varlığının anlamını sorgulatan, unutulmayacak bir kitap..  Kesinlikle duygu sömürüsü yapmadan, tek taraflı anlatımın kolaycılığına kaçmadan, olabildiğince nesnel yaklaşmış Joe Sacco konuya. Ve ortaya çok gerçekçi, bir o kadar hazmetmesi zor bir rapor çıkmış. Sacco'nun Gorazde'de geçirdiği günlerde biz de yanındaymış gibi olaylara tanık oluyoruz.

Boğazımda kocaman bir yumruyla, kah yutkunmaya çalışarak, kah gözlerim dolu dolu okudum. Bizim günlük hayatımızda dert ettiğimiz şeyler, küçük ayrıntılar, endişeler o kadar boş geldi ki gözüme. Hayata bakışımı değiştirdi bu kitap. İnsanoğlu, yücelme potansiyeli olan, yaptığı işlerle dünyayı daha güzel bir yer haline getirme yetisi olan bir varlık. Ama bazen inanılmayacak kadar alçalıp canavarlaşabiliyor.. Onu hatırlattı bana bu kitap. Ve tüylerimi diken diken etti.