Thursday, August 31, 2006

Sahilde bir gün

Kulaklarımda rüzgarın uğultusu, dalgaların şarkısı ve havada o tarif edilemeyecek, insanı delirten deniz kokusu. Sıcak kumlara uzanıyorum boylu boyunca, dünyanın ritmini ve gücünü, kumların altında çarpan yüreğinin vuruşlarını hissediyorum. Dalgalar vuruyor kıyıya, her vuruşlarıyla yeni şekiller yaratarak. Avucuma alıp dökülmesini hipnotize olmuş gibi izlediğim o minicik kum taneleri, bir zamanlar kocaman bir kayalığı oluşturan taşlardı. Zamanın gücü ve dalgaların azmiyle, o kocaman kayalar nasıl bu minik tanelere dönüştü? İnanılası gibi değil.




Kendimi bu sonsuz sahilde bir çakıltaşı, bir midye kabuğu gibi hissetmemem için hiç bir neden yok. Dünyamız bir kum tanesi değil mi kainatın dev kumsalında? Ya biz, küçücük hayatlarımızda o kum tanesinden dahi dışarı çıkamayı düşünemeyen biz, neyiz, neyi taşıyoruz şu ölümlü bedenlerimizde? Yaşamamızın bir önemi var mı, bir fark yaratabiliyor muyuz kainatın düzeninde?

Bir kum tanesinin insana düşündürdükleri inanılmaz. Sonsuzluk, evren, yaşam, ölüm, ruh ve beden arasında gidip geliyor aklım.




Sahilde en sevdiğim kitaplarla başbaşa, dalgaların sesiyle dinlenen ruhumu kelimelerin ve cümlelerin arasında kaybetmek.. Hayatımdaki küçük mutluluklardan biri sadece.

Güneş ve kum birlik olup buz gibi dalgaların arasına fırlatıyorlar beni. Deniz, engin.. O klor kokan, yapmacık mavi renkte havuzların tam tersine yaşayan ve yaşatan bir organizma deniz.. Yaşayan bir canlı olan denizin devinmesi, benim minicik bedenimi de içine alıp bir oraya, bir buraya savurması hoşuma gidiyor. Hızla gelen dalgaların tam ortasına dalmak, sonra asla başa çıkamayacağım güçleriyle beni sürüklediklerini hissetmek mutlu ediyor beni.

Deniz, denize gitmek, denizle ufuk çizgisinin birleştiği yerde kaybolmak..Çoğu zaman ölümle özdeşleştirilir. Bir çok filmde ve kitapta görüp okudum bunu. Hayatta en sevdiğim filmlerden biri, belki de en sevdiğim film olan başarılı yönetmen Angelopoulos'un yönettiği "Sonsuzluk ve bir Gün"de adam, yaşamının sonuna doğru giderken denizin içine doğru yürür. Gerisinde uçsuz bucaksız, ıssız kumsal, önündeyse engin deniz vardır. Pardesüsü ıslanır, beline kadar girer suyun içine. Gözleri ufka dikili, denizin ortasına doğru yürür. Mükemmel bir filme mükemmel bir son.. O sırada Eleni Karaindrou'nun o tanrısal müziği doldurur kulaklarımızı. Bu sahnede gözyaşlarımı tutabilmem çok zor, her izleyişimde, her seferinde.

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkan bu limandan..." diye başlar büyük üstad Yahya Kemal Beyatlı. Giden gemiyi, uçsuz bucaksız denize, yani ölüme kalkan son gemiyi o taklit edilemez üslubuyla çok güzel anlatır. Geri dönülemezliğin o acı çaresizliğini işler yüreklerimize. Eğer büyük şair de görmeseydi ölüm-deniz benzetmesini, böyle yazar mıydı o eşsiz şiirini?

Sahilde bir gün, işte bütün bu düşüncelerle başbaşa, sessiz, sakin ve huzurlu, dünyanın ruhunu hissedebilmek çok güzel.




"Hiç durmadan bu kıyılarda yürüyorum, kumla köpük arasında
Yok edecek ayak izlerimi med-cezir
Uçuracak köpüğü rüzgar
Oysa var olacak deniz ve kıyı sonsuza kadar..."



Halil Cibran, Kum ve Köpük

No comments:

Post a Comment