Sunday, August 28, 2005

Aklıma geldi

Çocukluğun dolambaçlı koridorlarında tek başıma koştururken hiç düşünmezdim geleceğini bu günlerin. Tek başıma, tek ve yalnız, zamanın sonsuza dek uzadığı o günlerde. Bir ben vardım, bir sen, bir de gökyüzü. Tek başınaydık, sen, ben ve gökyüzü.

Neden?

Yine tek başınayım. Yine gökyüzüne uzattığım ellerime, bana ait değillermiş gibi bakıyorum. Yine simsiyah denize, denizden parçalanmış bir kan kırmızılığıyla çıkan aya, yine kulelere, şehre bakıyorum. Simsiyah dalgaların bana suçlayan gözlerle bakan derinliklerinde kendimi görüyorum.

Yazmak kadar tekil, aynı zamanda okuyanlarla çoğalan bir edim. Garip, kendini çok kalabalık bir meydanda bir hayalet, bir ruh gibi hissetmek. İnsanların içimden geçip gitmesi varlığımı farketmeden. İnsanların garip, bilinçli olarak seçilmiş, bir yaşam tarzı haline getirilmiş cehaletleri. Yaşamın, benim orada olduğumu farketmeden içimden geçip gitmesi.


Street Spirit.

Thursday, August 25, 2005

İnsanlar

İnsanlar hakkında yazmayı çok seviyorum. Hayatıma bir şekilde girmiş olan ve şu anda aramızda olmayan insanlardan bahsedeceğim arada sırada burada. Belki de sadece budur ölümsüz olmanın yolu. kendinden sonraki birilerinin kişi hakkında yazması, konuşması, onu hep bir yerlerde tutmaları.

Monday, August 22, 2005

Bu şehir


HARMAN DALI

Ellerimi uzatsam dokunabilir miyim?

Dumanına, bulutlarına, göklerine, sisine, güneşine

Güneşine, dumanına, yağmuruna, bulutlarına..

Dokunabilir miyim, uzatsam yüreğimi, dantel örtülerine?

Semaver dolusu çayına, akide şekerlerine?

Mis gibi kokularına, seslerine, mavine, yeşiline?

Bir çocuğun gözlerinde duyduğum yosun kokusuna,

Yüreğimin çarptığı yere, sardunyalarına, yeni asılmış çamaşırlara?

Issız ara sokaklara, gölgelerine, güneş ışığına,

Çakıl taşlarına, hüzün bakışlı insanlarına,

Kaderime, yolumun başladığı ve bittiği yere,

uzansam dokunabilir miyim okyanuslar ötesinde yüreğimin çarptığı

Tuzlu denizinin dibindeki midyeye, tekir kedinin gözlerine,

Dokunabilir miyim uzansam, sevdiğim ve yitirdiğim her şeyi

Bir bakışta birbiriyle çarpıştıran buruk gülümsemesine

Sokaktan geçen yaşlı adamın

Uzanabilir miyim aklında biriktirdiği tüm günlere, gecelere, mevsimlere

Dokunabilir miyim yaşanmış ne varsa bir çırpıda kesip

Sessiz bir çığlıkla geceye salan kemanın sesine

Yakamozların her sırrı saklayan pırıltılarına, binbir gece masallarının

Bir kuyumcu dükkanında yansıyan büyüsüne, pırıltılara

Masallar ve efsaneler görmüş, geçirmiş taşların, duvarların,

Çok bilmişliğine, mağrur duruşlarına,

Geçmişi yüzündeki kırışıklıklarda saklayan yaşlı kadının

Solmuş, yeşil hırkasına

Küçük bir çocuğun avucundaki buruşmuş, ıslak

Kağıt gemiye

Uzansam dokunabilir miyim kıpkırmızı bayraklı, bulut beyazı yelkenli

Okyanuslara

Seksek oynayan anılarımın yanlış çizgilere bastığı

Tepetaklak düşüp sereserpe çimlere yattığı

Kelebeklerle bir uçurtmanın kuyruğunun ucunda buluşup

Dünyanın diğer ucuna bir göz attığı

Uçurum kıyılarına?

Uzansam dokunabilir miyim

Uzak dağların ötesinden gelen güneşin aydınlattığı

Uçsuz bucaksız tepelere, ovalara, acılara, anılara?

Her yeni günün gelişiyle parçalanarak yırtılan,

Kıpkırmızı kanını dağların

Ve ovaların üzerine akıtan geceye

Siyah, sessiz, tanık, esrarlı geceye

Uzansam dokunabilir miyim, gül kokulu ceviz sandığının

İçindeki o son bilmeceye?

Uzansam dokunabilir miyim paylaşılan dostluğun

kahvesinin bütün köpüklerine

Eski aynalarda unutulan yüzlere, elmas ve zümrütlere,

Bir sır olup kalan, karlar altında, donmuş günlere, anlara,

kristal bardaklarda bekletilen likör tadında umutlara, eski çerçevelerde birden

yeniden konuşacakmış gibi duran bütün yüzlere

Gözlere, bakışlara, siyah-beyaz bir anda donmuş bütün hayatlara

Bir kumrunun vakur duruşunda, ya da bir martının simsiyah gözlerinde

Yansıyan bütün göklere

Kehribar renginde bir tesbih tanesindeki kainata

Ya da kainatın içindeki yaşamın

Yanan, yandıkça geceyi aydınlatan

Sesine, bir nefeste sönecekmiş gibi duran

Mumun kendini bitirmesine

Yollara, uzayıp giden, sonu ufka varan, asfalt, toprak, çakıl taşı

Yollara,

Uzanabilir miyim,

Dokunsam

Sevmenin en güzel,

En "sen" haline..

daldan koparıp yediğim şeftaliye

Böğürtlene, bütün kırmızılara

şafakla birlikte solumaya başlayan o şehre,

yüreğimin çarptığı o şehre..

uzak ve uçsuz bucaksız bir nefesi

İçinde saklayan,

O şehre..

Uzanabilir miyim dokunsam,

Mezar taşlarında bütün bir tarihin yazılı olduğu

Gölgelerinde sessiz tanıkları saklayan,

Mavi şehre..

Uzansam dokunabilir miyim

Yüreğimin çarptığı

Yüreğimin çarptığı

Yüreğimin çarptığı şehre?

Gözlerimde son bulan ıssız rüzgarların

bana kokusunu getirdiği..

Tüm yaşananların yeniden yazıldığı,

Yüreğimin orta yerinde duran,

Kaderim, kaderim, alınyazım, geçmişim, geleceğim..

istanbulum..

istanbul'um..





Moonshine

01.11.2003

Chicago, A.B.D

Thursday, August 18, 2005

Akşam

Akşam serinliğinde, yemekten sonra ellerimizde birer bardak sıcacık çay ile otururken karşı evin ardından, çam ağacının ardından yükselen beyaz yuvarlağı görünce aklıma geldi. Ne kadar güzel söylemiş o. O, 'Ne söylerse güzel söyler' dediklerimden. O, Orhan Veli.


'Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.'

Orhan Veli Kanık

Baktım

4 sene önce yazdığım, bizim okulun dergisinde de yayınlanmış olan bir yazım. 4 sene, zaman gitgide artan bir ivmeyle geçiyor bedenimin içinden. 4 sene, neredeyse bir ana denk olmuş. Yaşamımın bundan sonraki zamanlarını düşünüp, ürperiyorum.


Baktım

Gece, kopkoyu, simsiyah dikiliyordu karşımda.Aldım, yırttım, iki parçaya ayırdım onu, bir parça ister misin? Gözlerime bakarken gözlerinden, göz pınarlarından hiç ayrılmayacakmış gibi asılı duran iki elmas pırıltısı kamaştırdı yüreğimi yeniden…Buruk zeytin tadında bir sızı yerleşti vücudumun tam ortasına.Gözlerine bakmak, gözlerine bakıyordum, dünyaları yansıtan ve kendini bende tanımlayan parlak gözbebeklerine.Baktım, varoldum, öğrendiğim ve öğreneceğim her şeyin içinde yokoldum, ölümün yüzüne baktım, usulca “merhaba” dedim ona, beni sevdi, biliyor musun? Ona sana baktığım gibi bakamadım, ona bir yıldırımın bir ağaca düşmesini seyreder gibi, fırtına bulutlarının toplanmasına tanık olur gibi bakamadım, ona eski bir dostmuş gibi sevgiyle, “sevgi”yle baktım.Neler yaşadım derken “neler öldüm” demez insan hiç.Ben de demedim, sadece baktım, korkunç, kocaman, simsiyah suların derinliklerinde yaşayan hissiz, duygusuz balıklar gibiydi, kendine akar gibi bakıyordu bana, kendine ve kendinden dışarı akar gibi, sonsuz, sarı hüzün sellerinde…”Neler öldüm”, nelerde öldüm, yaşanılası mevsimlerde yalınayak, çakıl taşlarına basarak turuncu halkalı güneşe yürüdüm.Güneşe, gözlerine yürüdüm, baktım, hiç var olmamış, sonsuzluk renginde pırıltılara baktım, baktım, sen oradaydın, neler oluyor dedin, sonunda, gerçekten oluyor mu yoksa, şaşırmıştın, ürkek ürkek, mavi mavi baktın bana.Baktım, midem bulanıyor, sanırım bir yaşam çıkarmak üzereyim, deli gibiyim, kendimi bölen, ikiye bölen bu soğuk da neyin nesi, bir parça ister misin? Baktım, yıldızlı gecelerde, sarı saman kağıdı sayfalara işlenmiş yüzüne baktım, siyah-beyaz bir film şeridinde kaybolmuş benliğine, buz gibi şelalelerden taşan sana baktım.Bildiklerim, öğrendiklerim bir yaşam yarattı, bakıyorum, baktım, orada, çok uzakta küçücük bir ışık var, elimi tutar mısın? Neredeyse oradayız, ölüm titredi, yaşam aktı gökyüzünden, kaybolmak üzereydim, baktım…Kayıp kayıp, siyah siyah aradım seni, ıpıslak, her yanım ıpıslaktı, derinliklerde kayıp, sonsuz yalnız küçücük bir taştım, yokolduk, okyanus neler yaptı bize, yokolduk, sen, ben, yokoluşa baktım…Ağzımı açtım, hiçlikten başka bir şey girmedi içeriye biliyor musun? Baktım, gözbebeklerim küçük kum tepelerinin ardında kaybolana dek, içimden zaman akana, ölümün “ben”ine bakana dek…Baktım, zaman bendeydi, yüreğim çok dışımda, ikiye bölünerek kırıldım.Zaman kırıldı, ölüm dışarıya aktı, baktım…Hala burada mısın? Anlatacak çok şeyim vardı, hafif bir dudak bükümü uzaklığında, akacak çok ırmağım vardı, deniz ölümün gözlerindeydi.Baktım, kendime bakana kadar, bir tarih boyutu olana, küçücük bedenimi ilk defa görene kadar….Baktım…

06.04.2001

Wednesday, August 17, 2005

Deprem


17 Ağustos depreminin üzerinden 6 sene geçmiş ve bugün 6. yıldönümüymüş. Peki, acaba yeni bir depremi karşılamak ya da olan depremin yaralarını sarmak adına ne yapıldı bu geçen süre içinde? Gölcük'te, herhangi bir depremde 2 kat riskli olduğu belirtilen alana 8 katlı binalar yapılmaya devam ediyormuş. Bu, neler yapıldığı, yapılabildiği hakkında bize bir fikir veriyor sanırım.

Ben o geceyi çok iyi hatırlıyorum, daha dünmüş gibi. Biraz da kendi günlüğümden yararlanarak o geceye bugün tekrar geri döndüm, ve bazı şeylerin nasıl unutulamayacağını, unutulmaması da gerektiğini aslında, gördüm.

17 Ağustos 1999 gecesinde ben, henüz hangi üniversiteye gideceği belli olmayan bir üniversite adayı olarak yatmıştım uykuya. Bugün, 2005 yazında yine inanılmaz sıcak olan bu 17 Ağustos günü gibi, o gün de dayanılmaz bir sıcak vardı.

Evde bulduğum günlüğümden, 18 Ağustos 1999 tarihli sayfalardan doğrudan alıntılıyorum:

17 yaşındaki Moonshine:

'Gece saat 03.00 gibi (daha doğrusu sabaha karşı) yatağımın müthiş bir şekilde sarsılmasıyla uyandım içimde iğrenç bir hisle. Koridorda mavi bir ışık yanıyordu ve babam: 'Allahım ne oluyor?' diyerek bağırıyordu. Ev müthiş bir şekilde sallanıyordu ve bir an tüm evin başımıza yıkılacağını sandım. Önüme duvarlardan çerçeveler ve kitaplar düşüyordu. Büyük bir panik ve şok içinde annem bizi önüne kattı ve merdivenlerden inmeye başladık. Evden tuğla gıcırdamaları ve dolap kapağı sesleri geliyordu, ama aklımda 'deprem' sözcüğü yoktu hiç. Aşağıya indik, o telaş içinde annem hepimize birer palto verdi ve dışarı çıktık. Annem beyaz kapıya anahtarı elleri titrediği için bir türlü uyduramıyordu. Neyse dışarı çıkabildik ve alt bahçeye indik. Bu arada sarsılma sonunda bitti ve tüm şehrin elektriği aynı anda kesildi, o anda gökyüzündeki tüm yıldızlar sanki elimizle tutabileceğimiz kadar yakınlaştı bize ve gökyüzü sanki yere indi. Hayatımda hiç görmediğim kadar çok, binlerce yıldız muhteşem bir şekilde ortaya çıktı ve nefesimiz kesildi adeta. Biri kırmızı bir işaret fişeği attı ve gökyüzü o anda biraz olsun aydınlandı.

S. Hanım'lar (Ek bilgi: Komşularımız) da dışarı çıkmışlardı ve onlar da şok halindeydiler. Annem S. Hanım'la konuşarak ağlamaya başladı. Burak ve benimse dizlerimiz titriyordu, midemiz kasılmıştı ve şok olmuştuk. Bu gördüğümüz en feci ve en sarsıcı depremdi. Sonradan yukarıya çıktık ve arabanın radyosundan bilgi almaya çalıştık ama tüm istasyonlar otomatiğe bağlamışlardı ve müzik çalıyordu her yerde. Sonunda 'Marmara FM' diye bir radyo bulduk, onda da bir DJ 'İstanbul için dua edin' diye bağırıyordu sürekli. Çok sinir bozucu bir durumdu.

Çaresizce aşağıya indik ve S. Hanımlarla konuşarak beklemeye başladık. Annemler hemen eve girip sandalye, el feneri ve çorap aldılar. S. Hanım'ın radyosundan duyabildiğimiz kadarıyla bu deprem çok çok şiddetliydi, binlerce ev yıkılmıştı ve çok fazla can kaybı vardı. Son yüzyılların en şiddetli depremiydi ve Richter ölçeğine göre 7.4 şiddetindeydi. O arada artçı depremler devam ediyordu ve her yer sarsıldığında endişeyle kasılıyor ve birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Komşularımız da çok korkmuşlardı ve konuşarak bu korkuyu atlatmaya çalıştık.

Sabaha kadar paltoların içinde endişeyle dolu bir şekilde bekledik. Ölü sayısı sürekli artıyordu, İstanbul'da 150 kişiydi. Depremin merkez üssü Kocaeli (İzmit)ti ve en çok etkilenen yerler Adapazarı, Gölcük, Değirmendere, Çınarcık....vs.ydi. Sabah olmak bilmiyordu ve ana şoktan sonraki şoklar da bizi çok korkutuyordu. Sonunda güneş doğabildi ve içimizdeki korku ve endişeyi biraz olsun dağıttı. Deprem (en büyüğü) tam 45 saniye sürmüştü ve bu bir depreme göre çok büyük bir rakamdı. S. Hanım'larla çay içip biraz bir şeyler yedik ve gece anneannemleri bulamadığımızdan ötürü annem Burak'a S. Hanım'ın evinden telefon ettirdi ve sonunda onlara ulaştık.

Sabaha kadar elektrikler kesik olduğundan (ve evdeki iki telefon da elektrikle çalıştığından) kimseye ulaşamadık, ve kimse de bize ulaşamadı. Anneannemlerin dedemin dükkanında olduğunu öğrendik ve sonradan onlar da bize geldi. Onların da evinde bir çok çatlak oluşmuştu ve dedem çok korkmuştu depremden.

Sonradan bahçenin ortasında, tavşanelması ağacının gölgesinde kahvaltı ettik. O günü dışarıda geçirdik. Beslediğimiz iki kedi yavrusu, Pisagor ve Spartaküs de peşimizden ayrılmıyorlardı, annemin zaten sinirleri bozulmuştu, sinirini onlardan çıkarıyordu. Zaten depremde de kapının dışına çıkar çıkmaz kedileri gece gözleri parlar bir halde hemen oracıkta miyavlar halde görmüş ve çok korkmuştuk.
............'

17 yaşındaki Moonshine olarak, bunları yazmışım işte o günle ilgili. İnsan 6 senede detayları, korkusunu, her şeyi unutuyor depremle ilgili yaşadığı. Ama unutmamamız gerek. Hatırlamamız, hatırlatmamız gerekiyor.


Ölen binlerce insanın anısına, ve bir daha böyle hataların tekrarlanmaması dileğiyle..

Tuesday, August 16, 2005

Bugün

Tahmin edileceği üzere, bugünü, önceden yazmış olduğum bazı yazıları buraya aktarmayla geçiriyorum. Bir kaç geriye dönüşün ardından elimden geldiğince sıklıkla yeni yorumlar ve denemeler yazmaya devam edeceğim.

Yazmak

Yazmak, gözlerim karanlığa alışınca, avuçlarıma sıcak kumların kokusu bulaşınca, zeytin yeşili gelip oturunca gözbebeklerime, içimde bir yaban gülü açınca, kanım şelalelerden taşan mor şaraplara karışınca, yazmak, gelir, yerleşir yüreğimin tam ortasına.. Sen gelirsin hiçliğin ortasından, öylesine beklenmedik, öylesine aniden, öylesine sıcak. Bir alev danseder, korlar yanar gülün yüreğinde, bir kuş bembeyaz kanatlarını açar masmavi sonsuzluğa. Uzak iklimlerden, tanıdık türküler gelir, bir bulut sızlayan bir özlem getirir beyazlığının ucunda, usulca bırakır onu ayaklarımın ucuna. Dünya gelir, kainat gelir, gökyüzü gelir, kıpkırmızı bir halı gibi dökülür önüme, bütün mucizeler gerçeğe keser, bütün efsaneler parlar gözlerimin önünde. Dilimden, elimden gümüşi, parlak kelimeler akar, birbiri ardından koşturan boz atlar gibi, hiç durmayacakmış gibi koşan, dörtnala koşan atlar gibi akar, ruhumdan yansıyarak göğe düşerler. Sen olursun yanımda, tüm masalların, tüm efsanelerin tek kahramanı, sen olursun, herşeyi tek bir anda anlatan gözbebekleriyle, sen, tüm evrenlerin ve zamanların kesiştiği noktada, sen gelir, yerleşirsin, gül rengi kanımın fışkırdığı yaraya.. Bir yunus olurum sonra, masmavi, soğuk derinliklerden, bembeyaz yüreğimi taşırım köpüklerin arasına..Yazmak, gelir, yerleşir, sonsuz bir huzurun kanatlarıyla çevrelediği yüreğimin tam ortasına...

31.08.2002

Neden gece yolculuğu?

Gece yolculuğu benim ismimin Arapça'daki anlamı. Ve bence insanın kendisini tanrıya en yakın hissettiği, ölümü tekrar hatırladığı ve bambaşka bir boyuta geçtiği nadir deneyimlerden biri. Gece, yolculuk, hayat, ölüm...Orhan Pamuk'un Yeni Hayat'ta sürekli yinelediği gibi. Gece yolculuğu. Arapçası:

اسرا

Gece Yolculuğu

Internette kendime yarattığım bu küçük köşe, arada sırada karaladığım bazı yazıları arkadaşlarımla paylaşılabilir hale getirmek ve asıl olarak aslında kendimi Türkçe yazmaya zorlamak, yazmak için bir neden bulabilmek adına bugün, 16 Ağustos 2005 tarihinde sevgili Çalıcan'ın önerisiyle yaratıldı. Kendisine buradan teşekkürlerimi gönderiyorum. Bakalım bu yeni hevesim ne kadar sürecek (umarım uzun süre yazabilirim) ve bu köşenin ömrü ne kadar olabilecek.

Birlikte göreceğiz.