Tuesday, April 28, 2009

Anlar - 2

Fotoğraf: Coyote Jack


Sene 1996. Bir bahar sabahı, hava güzel İstanbul'da. 14 yaşımın hayalperestliği başımda. Bir okul günü sabahı, her zamanki gibi formamı giyiyor, kahvaltımı edip evden çıkıyorum. Orta Üç'teyim ve o günün akşamında okul arkadaşlarımla birlikte Kapadokya'ya gideceğiz, trenle. O gezi beni o kadar heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor ki. Babam bana yolda dinleyeyim diye ilk Walkman'imi almış, Sony. Walkman'ime hangi müzikleri koyup yolda dinleyeceğimi düşündükçe seviniyorum.

O gün babam beni okula gitmem için minibüs durağına bırakıyor. Beyaz arabamızı kullanan babamın köşeyi dönerken 'dat!' diye son bir 'görüşürüz Moonie!' kornası çaldığını duyuyorum

En son hatırladığım şey, okulun önünde minibüsün merdivenlerinden aşağıya doğru indiğim.

GÜM! Sonrası sonsuz ve korkunç bir beyazlık. Aslında çok korkunç olduğu belli değil ilk başta. Bembeyaz ve her tarafımı saran bir sis sadece. Sis içinde bir o yana, bir bu yana savruluyorum. Nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmeden. Ne garip, hep simsiyah olacağını düşünürdüm baygınlığın, ama bembeyazmış diye düşünüyorum.

Neden sonra, sisler dağılıyor. Her taraf hala bembeyaz. Ama farklı bir beyazlık bu. O da ne? Bir yerde yatıyorum, tepemden beyaz tavanlar geçiyor. Etrafımda birileri konuşuyor sürekli. Neredeyim, neredeyim? Garip bir ürperti alıyor içimi.

'Neredeyim ben?'
'Korkma, bir trafik kazası geçirdin...'

???????

Kafamı biraz kaldırıyorum. Bir sedyedeyim, üstümde kan damlaları. Okul gömleğim ve eteğim üzerimde. Etrafımda hemşireler, tanımadığım insanlar. Sedye bir yerlere gidiyor habire. Tekrar sislerin içine dalıyorum.

Babam ve annem geliyorlar bir ara. Gözümü açıp onları görüyorum ama sarhoş gibiyim. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum, konuşacak kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. 'Yoldan karşı karşıya geçerken hızlı bir araba çarpmış' diyor birileri bir yerlerde.. Önce havaya fırlamış, sonra yerlerde sürüklenmişim. Ben neden bunların hiçbirini hatırlamıyorum?? Şaşkınım sürekli.

Kaza okulun kapısının tam karşısında olmuş, okul müdürü gelmiş ve benle konuşmuş bir ara. Ben sürekli 'babamı istiyorum' diye sızlandığım ve ağladığım için bana 'Moonie kızım, üzülme, o birazdan gelecek, hem ben de senin baban sayılırım' demiş ve teselli etmeye çalışmış beni, ben de 'Ama ben gerçek babamı istiyorum!' diye daha da çok ağlamaya başlamışım. Hiçbirini hatırlamıyorum.

Annemle birlikte röntgen çekilen odaya götürüyorlar bizi. Her harekette ayrı bir sancı saplanıyor vücuduma. Kalça kemiğim kırılmış. Hani şu kalçaların altında yarım daire gibi olan ince iki kemikten biri. Yeri dolayısıyla alçıya da alamıyorlar. Röntgenim çekiliyor bin bir güçlükle.

Bir ara babaannem geliyor, bana petibör bisküvilerden yedirmeye çalışıyor. İstemiyorum, midem bulanıyor. Tam o sırada bir doktor geliyor ve burnumun kırılıp kırılmadığını anlamak için burnumu bir sağa, bir sola, yukarı ve aşağıya doğru çekiyor. Müthiş bir acı...Gözlerimden yaşlar boşanıyor.

Bir çok muayeneden ve testten geçiyorum. İlk gün beyin travması olup olmadığını anlamak için ağrı kesici verilmeyeceğini söylüyorlar. Nasıl vermezsiniz? diye bağırmak istiyorum, yutkunuyorum. Her hareket ettiğimde bacaklarıma ve kalçama sivri bıçaklar saplanıyor gibi çünkü.

Ambulansa bindiriyorlar beni sedyeyle. Sağ tarafıma dönmüş başım. Ambulansın masmavi bir perdesi var. Arasından dışarı bakmaya çalışıyorum. Yok, olmuyor. Perde o kadar sımsıkı kapalı ve iliklenmiş ki metale, bir türlü dışarıya bakmak mümkün değil. Biraz mavi gökyüzü görsem iyi hissedeceğim kendimi, ama yok, bir türlü açamıyorum perdeyi. Klostrofobik bir baskıyla daralıyor göğsüm. Bir an önce çıkmak istiyorum dışarı.

Eve geliyoruz, üst kata çıkarılıyor sedye. Yatağıma yatırıyor beni annem. Annem şokta, annemin yüzü bembeyaz. Okul eteğim öylesine sıkışık ki, beni acıdan bağırtmadan çıkarmak öylesine imkansız ki, yengemle birlikte ikisi, makasla kesip ancak öyle çıkarabiliyorlar eteğimi.

O gece, ağrı kesicisiz bir gece. Başı sonu olmayan, simsiyah, korkunç, sancılı bir gece. Sırtüstü uyumam gerekiyor, yana dönemiyorum. Sırtüstü uyuyamıyorum. Ne tarafımı kıpırdatsam ağrılar saplanıyor, uyuyamıyorum. Ağrılardan inliyorum bütün gece, ağlıyorum. Odamdaki dert ortağım, benimle birlikte uyumayan canım anneannem. Yerde yatıyor, yer yatağında, benim için bizde kalıyor. Bütün gece, ben inledikçe o 'Ah yavruum' diye cevap veriyor. Bazen o da benimle birlikte ağlıyor gecenin karanlığında, boğuk hıçkırık seslerinden anlıyorum. Uyuyamıyorum.

O gece ve ondan sonraki 1 ay boyunca çıkamadım yataktan. Tuvalete gitmek için bile çıkamadım. Anneannem bir ay boyunca benimle aynı odada kaldı, annem ve babam işteyken bile dert ortağım olarak yanımda oldu. Yepyeni walkman'imi ise bir ay boyunca yatakta dinlemekmiş kısmet, bilemezdim!

Bana çok fazla şey öğretti bu deneyim. İnsanın iki ayağı üzerinde durmasının bile ne büyük bir mucize olduğunu mesela. Kimseye muhtaç olmadan odanın bir tarafından diğer tarafına gidebilmenin bile ne büyük bir nimet olduğunu. Sabrı ve metaneti. Acısız ve ağrısız geçen bir dakikanın bile ne kadar kıymetli olduğunu.

'Yatalak hasta' kavramını yaşayınca anlıyor insan. Öğrendim ki, yatağa mahkum bir insanın bambaşka bir dünyası varmış ve 'sağlıklı insanların dünyası'yla arasındaki sınır, o yatağın 2 metrelik kenarından ibaret, küçük görünen ama devasa bir duvarmış. İnsan bir kez öte taraf düştü mü, nasıl çaresiz hissedermiş kendini, öğrendim.

Bir ay sonra hastanede ilk defa ayağa kalkınca, insanın yürümeyi ve yerçekimi kuvvetlerini bile unutabileceğini öğrendim. Titrek bacaklarımın üzerinde ilk adımlarımı atarken, kendimi yürümeyi ilk defa öğrenen bir bebek gibi hissettim. Aciz ve zayıf..

Tamamen iyileştikten sonra, hayatımın sonuna kadar, aldığım her sağlıklı nefes için Allah'a şükretmeye karar verdim. Başka insanların kafalarına taktığı çoğu küçük soruna, negatif insanların davranışlarına ve sözlerine, küçük hesaplarına, başarılı insanları çekemeyen, sürekli laf sokmaya çalışan kıskanç ve kompleksli insanların tavırlarına...Hepsine gülüp geçebilmeyi öğrendim. Gerçekten önemli olan şeyler başkaydı çünkü. Gerçekten önemli olan şey, 'bir nefes sıhhat'ti ve hep öyle kalacaktı.

Ölüme en yakın olduğum andı işte o beyaz sisler.. Ölmüş de olabilirdim. ama yaşıyordum, henüz 14 yaşındaydım ve önümde daha dolu dolu geçecek nice yıl vardı. Yaşıyordum, önemli olan da buydu.

14 yaşımda bir kaza geçirdim, ve ondan çok şey öğrendim.


Sunday, April 26, 2009

Geri döndüm!



9 gün önce Moonshine bavullarını topladı, Ipod'una bol bol Gotan Project, Joao Gilberto, Paris Combo, Pink Martini ve Hed Kandi - Serve Chilled albümü yükledi, Bart'ıyla birlikte çok uzak ve sıcak bir adaya gitti!

Moonshine o adada hayatının en güzel tatilini yaptı. Akla hayale gelebilecek her türlü renkte ve şekilde tropik balıkla dolu okyanusta yüzdü (saatlerce yüzdü hem de, annesinin onu neden 'balık kızım' diye sevdiğini bir kez daha hatırladı böylece:), şnorkelle dalıp onları izledi, dalgaların içine atladı, kumsalın kenarında yürüdü, teknelere bindi, 5-10 metre uzaklıktan balinalar ve deniz kaplumbağaları gördü, su kaydıraklarından kaydı, 3000 metre yükseklikteki bir volkanın soğuk zirvesinden güneşin doğuşunu izledi, gökyüzünde hayatında hiç görmediği kadar çok yıldız gördü, kayan yıldızlarda dilek tuttu, sağanak yağmur altında yemyeşil yağmur ormanlarında yürüdü, kayalara tırmanıp şelalelerin havuzlarında yüzdü, hayatında ilk defa helikoptere bindi ve vadilerin, ormanların üzerinden uçtu, bir jiple dağları taşları aşındırdı, egzotik müzikler dinledi, nefes kesici bir ateş dansçısını izledi, bin bir türlü tropikal çiçek, kuş ve bitki türü tanıdı, enfes yemeklerden tattı, bol bol ananas yedi, mis gibi hindistancevizi koktu.

Yüzlerce fotoğraf çekti, hem su üstünde hem de su altında.
Sayfalarca günlük yazdı. Maceralarını kaydetti, seneler sonra okunmak üzere.

Moonshine cennette, herhangi bir bilgisayar ekranından uzak dokuz gün geçirdi. Bir rüya gibi geçen dokuz gün. Ruhu ve beyni dinlendi, huzur içinde şimdi. Bu yazıyı okuyan herkesin bir gün o adaya gidebilmesi ve bu güzellikleri yaşayabilmesi için dua edecek bu gece!

Blog'unu da çok özledi :)

Tuesday, April 14, 2009

Ernest Hemingway'in doğduğu ev




Hayli güneşli, ancak buz gibi bir esintiyle insanı ürperten bir Nisan günü. Klasik bir Chicago havası yani. İnsana pencereden bakınca 'Aaa hava ne kadar güzel!' dedirtip, dışarı adım atıp köşeyi dönünce tir tir titreten bir hava. Bu buz gibi esinti bile içimizdeki gezme isteğini azaltamadı ve Chicago'nun banliyölerinden biri olan Oak Park'a doğru yola çıktık. Oak Park'ta hem dünyaca ünlü mimar Frank Lloyd Wright'ın evi ve stüdyosu var, hem de Ernest Hemingway'in doğduğu ve 6 yaşına kadar kaldığı ev. O evin bir iki blok ötesinde de gençlik yıllarını geçirdiği ve şimdi müzeye çevrilmiş olan diğer evi var.



1899 yılında güzel bir Temmuz günü işte bu evde doğmuş minik Ernest. Tur rehberimizin anlattığına göre hayli yaramaz, cin gibi, hayalgücü çok geniş bir çocukmuş. Doğduğu ev dedesinin eviymiş ve klasik Viktorya tarzı, gayet güzel bir evmiş (hala da öyle). Hatta o zaman çok nadir görülen elektrikli lambalar dahi varmış evde.

Ernest öylesine meraklı, haylaz bir çocukmuş ki, dedesi bir gün 'Bu çocuk günün birinde ya çok ünlü olacak, ya da hapsi boylayacak!' diye bir beyanatta bulunmuş! Tabii dedesi torununun geleceğini görmeye nail olamamış ama biz hangi yolu seçtiğini biliyoruz Ernest'in.

Ailenin doğan ilk erkek çocuğu olduğundan, babası o doğduğunda o kadar sevinmiş ki, büyük bir borazanı alıp evin dışına çıkıp bütün gücüyle üfleyerek bütün mahalleye bir oğlu olduğunu bildirmiş! Hatta bu boru sesini evde yangın var sanan bazı komşular ellerinde su dolusu kovalarla hemen yanına üşüşmüşler!

Dedesi (yani annesinin babası) 6 sene sonra ölene kadar da bu evde yaşamışlar. O zamanın yaşam şartlarına göre gayet kaliteli ve rahat bir yaşam sürmüşler. Yalnız Ernest Hemingway'in babası olan Doktor Ed, genetik bir hastalık yüzünden depresyona ve halsizliğe çok yatkınmış. Zaten daha sonra beklenmedik bir şekilde kendi hayatına son vermiş, aynı oğlu Ernest'ın seneler seneler sonra yapacağı gibi.

Ernest Hemingway 1917'de liseden mezun olana dek bu mahallede kalmış. Yazları Michigan'daki yazlık evlerinde geçiriyorlar, kışınsa Oak Park'taki evlerine dönüyorlarmış. Michigan'da sürekli evin dışında, göl kıyısında, ormanda ya da nehir kıyılarında geçirdiği uzun yaz günleri, Ernest'ta çok derin bir doğa sevgisinin doğmasına sebep olmuş. Daha sonraki romanlarında bunun etkisini belirgin biçimde görüyoruz.

Yazarların evlerini gezmek beni çok ama çok heyecanlandırıyor, daha önce de söylemiştim. O yazarın dokunduğu eşyaları, içinde yaşadığı odaları, baktığı resimleri görmek, benim için tarif edilemez bir mutluluk. Kendimi ona çok daha yakın hissediyorum, böylece. Onun da benim gibi bir insan olduğunu, hüzünleri, sevinçleri, kusurları ve meziyetleriyle dolu dolu bir yaşam sürdüğünü farkediyorum. O yazar benim için kitaplara basılı bir 'isim' olmaktan çıkıp, ete kemiğe bürünüyor, capcanlı bir insan oluyor. Bu yüzden çok seviyorum yazarların evlerini gezmeyi, görmeyi.

Eski evlerdeki o ahşap kokusuyla eski kadife kumaş kokusu karışımı, 'yaşanmışlık kokusu'nu da çok, ama çok seviyorum.

Hemingway'lerin evinden bir kaç fotoğraf daha:


Girişte eski bir bisiklet. Belki de Ernest bununla evin içinde ya da bahçede geziyordu, kimbilir?



Hemingway'in annesi, aynı zamanda bir opera sanatçısı olan Grace.


Mutfak, ocağın üstü.


Çocuk odası ve tahta atlar.



Ernest ve kardeşleri, Michigan'daki yazlık evlerinin bahçesinde dedeleriyle birlikte. En soldaki, kameranın dışına hin hin bakmış olan da Ernest :)


Gezenti Moonshine'la gezileriniz yakında devam edecek!




Monday, April 13, 2009

O Çocukları


Ben çok sevdim bu filmi ya.. Gerçekten çok sevdim! İçimi ısıttı bu film, başka ciddi, karamsar, hüzünlü, nostaljik...vs Türk filmlerinin tam tersine. Özgü Namal yine duru ve sade güzelliğiyle, başarılı oyunculuğuyla beğenimi kazandı. Çocuk oyuncuların hepsi ayrı bir şirin. Demet Akbağ ve Altan Erkekli zaten Türk tiyatrosunun duayenlerinden, bu filmde de inanılmazlar. Oynadıkları her sahneyi öyle bir doldurmuşlar ki, döktürüyorlar resmen, konuşturuyorlar oyunculuklarını. Filmin hüzün-kahkaha dengesi de tam yerinde olmuş. Tuzu biberi yerinde, çok lezzetli bir çorba gibi sanki! Çok keyifle izledim O Çocukları filmini. İsmi ilk başta insanı biraz irkiltse ve bazı sahnelerinde gerçekten sunturlu küfürler olsa da hiçbiri göze batmıyor, kulağı tırmalamıyor. Aksine filmin güzelliğine güzelik katıyor bence. İzleyiciyi de gülmekten öldürüyor! :)

Gerçekten düşündüm de, bunca zamandır yurtdışında yaşıyorum, İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolcadaki küfürlerin çoğunu da duydum. Hayatta küfreden bir insan değilim, sürekli küfredenlerden de pek hoşlanmam.

Ama çok başı sıkıştığında ya da bir şey çok ters gittiğinde, insanı kendi anadilinde şöyle doyasıya küfretmekten daha fazla rahatlatan az şey var şu dünyada! İngilizce ya da başka bir dilde küfredince insana gerçekten küfrediyor gibi gelmiyor. İlle de kendi anadilinde olması lazım. Çok ilginç gerçekten! Hatta bununla ilgili bir makale bile yazılabilir bence. (Akademisyen ruhum kabardı yine)

Uzun sözün kısası film bence gayet hoş, keyifli. Tavsiye ederim size de.

Saturday, April 11, 2009

Ah blogistan ah!


Fotoğraf: Relu Rori


Geçen akşam arkadaşlarımla konuşurken farkettik: İnsanların 'özel' anlayışı ne kadar değişti internetin hayatımıza girmesiyle, değil mi?
Eskiden insanlar hayatına dair en özel şeyleri, duygularını düşüncelerini günlüklere yazıp üstüne kilitler vururken (Sevgili arkadaşım P'nin bir gözlemi bu:) şimdi herkes herşeyini, ama herşeyini teşhir etme peşinde.
Meğer ne meraklıymışız biz, izlemeye ve izlenmeye. Hayatımızın her detayını, her yediğimizi içtiğimizi, izlediğimiz fimleri, okuduğumuz kitapları, kendi ailemizi, arkadaşlarımızı, çocuklarımızı, okulumuzu, işimizi, dost ve düşmanımızı anlatmaya.
Facebook, Twitter, bloglar, başka sosyal siteler...hiç farketmiyor. Hepsinin altında yatan düşünce aynı: İzlemek ve izlenmek. Hayatını herşeyiyle teşhir etmek.
Dün akşam kimlerle hangi mekanda takılmışsın, en sevdiğin renkler neler, son okuduğun kitap hangisi, kendini o anda nasıl hissediyorsun, o anda neler yapıyorsun, hatta ve hatta Facebook'un son tanımlamasıyla sorduğu inanılmaz soru: 'Şu anda aklından neler geçiyor?' Hepsi aynı sayfada, hazır ve nazır bekliyor. O sayfaya giren herkes o insan hakkında anında yüzlerce şey öğreniyor.
İnanılmaz kalabalık ve gürültülü bir mahşer meydanında gibiyiz.
Herkes sürekli kendini, kendi hayatını anlatıyor. Hiç durmaksızın.
O kadar çok konuşuyoruz ki gerçek hayatta arkadaşlarımızla karşılaştığımızda artık anlatacak çok da bir şey kalmamış oluyor.
'dün akşam nasıldı?'
'Facebook'ta fotoğraflarını koydum ya!'
'Filmi beğendin mi sen?'
'Blog'umda yazmıştım ya!'

Gibi kısır diyaloglar doğuyor böylece.. İnsanların paylaşacak bir şeyi kalmıyor, her şeylerini bloglarına dökmüşler çünkü. İnternette bloglara baktığımda şöyle bir, hemen göze çarpan bir kaç şey var:

1 - Hayatını ne kadar ayrıntılı anlatırsan, kendinin ne kadar çok fotoğrafını koyarsan blog'un o kadar çok okunuyor ve takip ediliyor.


Açıkçası artık bayağı korkutmaya başladı bu beni.
Birbirini hiç tanımamış, bir kez olsun yüzyüze gelmemiş insanlar, birbirlerinin bloglarına 'Canım, hayatım, canikom, güzelim...'le başlayan yorumlar yazabiliyor mesela. Hayatında hiç görmediği bir insanı teselli ediyor, onunla dertleşiyor, sırlarını paylaşıyorlar. Bir insan kendini nasıl bu kadar çabuk ve bu kadar kolay bir şekilde böylesine yakın hisseder sadece ekrandan tanıdığı birine?


2 - Ne kadar çok blog'u takip edip ne kadar çok yorum yazarsan o kadar çok yorum alıyorsun. Karşılıklı bir 'sen benim blog'uma yaz, ben de seninkine' anlayışı var, çoğu insan yorumlarına bir karşılık bekliyor. Aynı şey blog linklerini sayfalara eklemek için de geçerli. 'Sen sayfamın adını benim sayfama eklemezsen, ben de seni kendi sayfama eklemem!' Alışveriş mantığındaki bu olaydan pek hazzetmiyorum açıkçası.

3 - Maalesef blog yazarlarının çok büyük bir kısmı Türkçe'yi doğru kullanmaktan aciz. Hiç kimseden mükemmel olması beklenmiyor tabii ki ama üniversite bitirmiş insanların 'PEKTE ANLAMADIM DOĞRUSU' ya da 'CMRTESİ GÜNÜ SNMAYA GİDELİMMİ ŞEKERLER' gibi cümleler kurması beni inanılmaz rahatsız ediyor ve umutsuzluğa düşürüyor.

Bir hayalim var. Bu gibi insanların gece uyurken gidip kulağına 'DAHİ ANLAMINA GELEN 'DE' AYRI YAZILIR!!!' diye bağırmak!! Evet, takıntılı ve hastayım bu konuda, biliyorum. Herkesin bir takıntısı vardır :)

4- Aynı şekilde 'yeni nesil'de yani özellikle 18-25 yaş arası blog yazarlarında gördüğüm 'İngilizce sözcükleri Türkçe okunuşlarıyla yazma alışkanlığı' da beni inanılmaz rahatsız ediyor. Yeni bir moda mı bu? Eğer öyleyse çok çirkin bence. Şöyle bir cümle görünce gerçekten midem bulanıyor: 'Ay bugün de boyfrendimle sinemaya gittik. Amaaan horibıl bi film! Yani ay kudınt stend it, bu kadar olur! Hadi optum sizi canlar! Ay hart yu.'

Lütfen söyleyin bana, bütün bunlar sizi de rahatsız ediyor mu? Ben mi çok hassasım, ya da bunları farkeden bir ben miyim?
Kötü bir kabus mu bu? Yoksa ben yaşlanıyor muyum :)


Underground


Emir Kusturica ve Goran Bregovic. Rüyayla kaosun birleşmesi. Avrupa'yı sarsan savaşlar, diktatörlükler, yıkılan ülkeler, Tito, sislerin içinde kayıp, dumanlı Yugoslavya, yeraltında geçen zamansız ve mekansız yaşam, bir maymun, trombonlar, trompetler, bir gelin, bir damat, bir tank, Mesecina, Marco, Blacky, Natalija, yanan ve yokolan ülkeler, insanlar.

'Yugoslavya diye bir ülke yok artık'
'Bir savaş, kardeş kendi kardeşini vuruncaya kadar savaş değildir.'
Uzun süre rüyalarımdan çıkmayacak 'Yeraltı' ve onun getirdikleri.


Tuesday, April 7, 2009

Siyah Süt


Pazar günü başlamıştım, bu akşam bitirdim. Ne güzel yazmış yine Elif Şafak. Ne acımasızca ve dürüstçe didiklemiş kendi iç dünyasını, içindeki farklı kadınları, korkularını, endişelerini, evhamlarını.. Hem 'beyin' hem de 'beden' olmanın zorluklarını, yani hem 'kadın', hem de bir 'yazar' olmanın çelişkilerini öyle güzel anlatmış ki. Akademiyi ya da edebiyatı kendine yaşam tarzı olarak seçmiş her kadın kendinden bir şeyler bulabilir bu kitapta.. Elif Şafak'ın mücadele ettiği bir çok sorun, kafasında olan bir çok endişe hakkında yazdıkları, sanki kendi düşüncelerimin yazıya dökülmüş hali gibiydi. Aynı anda hem kadın, hem entellektüel olmanın anlamı ve ünlü kadın yazarların karşılarına çıkan zorluklar, yaşamları.. Bütün bunları çok akıcı ve zaman zaman espritüel bir dille kaleme almış yazar. Kendi vatanından ayrılıp dünyanın uzak bir köşesinde tek başına verdiği mücadele, küçücük bir odada yazdığı romanı, Boston'da üniversite kampüsünde 'beden' değil de 'beyin' olmaya karar verdiği an.. Ve bütün bunların üzerine gökten pat diye düşen aşk ve sonrasında gelen annelik.. Bütün bu duygu değişimlerin yarattığı karmaşadan doğan postnatal depresyon. Bir yazarın gözünden hepsi anlatılmış birer birer.

Sanırım bu gibi durumlardan öğrenmemiz gereken en önemli şey, insanın kendini herşeyin akışına bırakırsa iç huzurunu asla kaybetmeyeceği. Hayatı kontrol etmeye, yönlendirmeye, zorlamaya çalıştığımız anda bocalamaya başlıyoruz. Ne demiş bu kitapta Şafak:

'Hayat, biz planlarımızı yaparken peşimiz sıra sessizce gelip, o pek süslü pek fiyakalı planlarımıza Miki kulakları, vampir dişleri, pos bıyıklar çizen yaramaz mı yaramaz bir çocuk. Sen istediğin kadar planladığını zannet geleceği, o gene bildiğini okur.'

İşte tam da bu yüzden seneler önce plan yapmayı bırakmıştım. Hayatta o anı yaşamak, ne geçmişin olmuş bitmişiyle, ne de geleceğin belirsizliğiyle kendimi zehirlememek.. Buymuş meğer hayatta mutluluğun sırrı. O yüzdendir ki plan yapmayı hiç sevmem, sürekli geleceğimle ilgili sorular soran insanlara ne cevap vereceğimi şaşırırım.

14-15 yaşlarında içine kapanık bir ergenken, siyah tişörtler giyer ve gri ajandamın içine benden başka kimsenin okumadığı melankolik şiirler yazarken, ben de güya bir manifesto yazmıştım kendimce:

1- Asla ama asla 30 yaşından önce evlenmeyecektim.
2- Asla çocuk sahibi olmayacaktım. Çocuklar umarsızca bencil, insanın sonsuz zamanı olsa hepsini de alan, gereksiz şeylerdi. Sırf kendi bencilce isteklerim yüzünden bu dünyaya bir çocuk getirmeyecektim, bu dünyada zaten gereğinden fazla acı çeken, fakir, aç çocuk vardı.
3- Mutlaka 25 yaşımdan önce bir roman yazacaktım.

Manifestomun birinci maddesi başaşağı dönüp denizin dibini boyladı bile. 24 yaşında aşık olup 26 yaşında evlendim. Asla 'asla' dememek gerektiğini, kaderin ve aşkın insanı tepetaklak döndürebileceğini işte böyle öğrendim!

Manifestomun ikinci maddesi sallantıda.. Dünyada insana yaşama sevinci veren başlıca şeylerden birinin kendi çocukları olduğunu gördükten sonra. Çocuk sahibi olmanın da bir insanın entellektüel birikimine, gelişimine, büyümesine çok ama çok büyük katkıları olabileceğini gördükten sonra. Annemin bana bakarken gözlerinde beliren ışıltıyı başka hiç bir yerde, hiç bir kimsede göremediğimi farkettikten sonra. Ve öğrendiğim herşeyi, okuduğum güzel hikayeleri, yaşadığım maceraları kendi neslime aktarmak, benim aracılığımla doğan ama benden çok farklı ve benzersiz olan bir varlıkla paylaşmak isteyebileceğimi farkettiğim zaman.

Manifestomun üçüncü maddesine gelince.. Bir yazarın bir zamanlar çok doğru söylediği gibi 'Yazmak mutsuzluğun nedeni değil, sonucudur'. Ve ben sanırım bir roman yazmak için fazla 'normal' ve fazla mutluyum. Edebiyat tarihinde çok başarılı romanlar yazan yazarlara baktığımızda hepsinin bir tür ruhsal sarsıntıdan geçtiğini, kendilerini iyileştirmek için yazmaya yöneldiklerini görüyoruz. Ben böyle bir gerekçe istemiyorum. Bu yüzden roman yazamayacağımı düşünüyorum. Hatta artık şiir bile yazmak içimden gelmiyor pek.

Ama daha önce bahsettiğim gibi, sevdiğim yazarların, sanatçıların hayatlarını yazabilirim. Akademik makaleler, blog'umda denemeler, hayat üzerine düşündüklerimi yazabilirim. Bütün bunları yazmak, sürekli okumak, yazmak ve paylaşmak beni çok mutlu ediyor. Beni bir bütün yapıyor. Kendimi yazının akışına bırakırsam eğer, sanırım hep 'bu an'da kalabilirim..

Wall-E


Pixar denilen şirkete nasıl hayran olduğumu daha önce onlarca kez belirttim. Wall-E filminde de beni şaşırtmadılar. Hani 'sevgi filmi' derler ya, Wall-E işte tam bir sevgi filmi. Hem inanılmaz şirin, hem de geleceğin neye benzeyeceğini göstermesi açısından çok gerçekçi olmuş. Wall-E'nin Eve'e olan aşkı ise insanın yüreğini ısıtacak cinsten. Gerçek sevgi, gerçek aşk nasıl olur diyenlere çok güzel bir cevap.

Geleceğin dünyasına ve toplumuna olan eleştirileriyle ise bence çok zekice kurgulanmış bir film olmuş Wall-E. Yerlerinden kalkamayan obez insanlar, tamamen sanal dünyalardan gerçekliği takip eden bir toplum ve artık kaslarını ve kemiklerinin çoğunu kaybetmiş erkek ve kadınlar.. Geleceğe hem gerçekçi hem de korkutucu bir bakış olmuş film. Ama genelinde çok sıcak, sevgi dolu ve mutluluk verici.

Hem çok eğlenmek ve gülmek, hem de sizi gülümsetecek çok güzel bir aşk hikayesi izlemek istiyorsanız kaçırmayın bence. Sırf Wall-E'nin o komik sesiyle 'Eeeeeeeveeee' diye seslenmesini duymak için bile bir kez daha izlerdim bu filmi :)

Marie Antoinette


Sınavımın bittiği haftasonu şöyle görsel açıdan güzel, kafamı fazla yormayacak bir film izleyeyim dedim. Bir dönem filmi olan Marie Antoinette'i izledik böylece. Film görsel açıdan enfes, buna şüphe yok. Dönem kostümleri, Versailles Sarayı, o görkemli atmosfer inanılmaz bir başarıyla yansıtılmış. Marie Antoinette'le ilgili tek bildiğim şey açıkçası şımarık bir kraliçe olduğu ve 'Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!' gibi boş bir laf ettikten sonra başının giyotinde incecik boynundan ayrıldığıydı. Bir Avusturyalı olduğunu, Fransız sarayında yalnızlık çektiğini ve mutsuz bir hayatı olduğunu hiç bilmiyordum.

Aslında film bir şeyi çok iyi hissettirdi bana: Kraliçenin onca saten kumaş, kurdeleler, kadifeler, mücevherler, çikolatalar, makaronlar, çilekler, şampanyalar, pastalar ve pembe güller arasında hissetiği boğulmayı ve yalnızlığı. Sarayın nasıl gereksiz törenler ve katı hiyerarşiler dolu bir yer olduğunu. Kirsten Dunst önce çocuksu ve masumane, daha sonra ise can sıkıntısından bir lüks düşkünü haline gelen kraliçeyi iyi canlandırmış. Dönem filmi olmasına rağmen kullanılan punk-rock müzikler de kulağımı tırmalamadı hiç, aksine çok ilginç ve güzel olmuş bence.

Ancak bu film bana şunu hatırlattı ki ben Sofia Coppola'nın filmlerinde cidden sıkılıyorum. Lost in Translation'da da böyle olmuştu, uzun ve temposu ağır gelmişti. Bunda da iki saatlik film sanki geçmek bilmedi, bir devamlılık ve süreklilik yoktu ve sanki kraliçenin hayatından değişik dönemlerin kesitleri birbirine yapıştırılmış gibiydi. Görsel olarak çok beğenmeme rağmen kurguda ve oyunculuklarda vasatın üzerinde bir performans göremedim.


Friday, April 3, 2009

Başardım!!!!

Şükürler olsun ki bugün saat 3:10 itibariyle sözlü sınavımı geçtim!

Gece huzursuz bir uyku uyuyup sabah 8 buçukta uyandım, içimde yazılı sınavlarda olduğundan çok daha fazla bir heyecan vardı. Öğlen bu heyecan gereksiz fazla bir stres ve huzursuzluğa dönüştü. Saat 12 civarında yani sınava 1 saat kala hüngür hüngür ağlayıp bayağı rahatladım :)

Sonra 1de okula gittim, gittiğimde bayağı sakinleşmiştim. Sınav çok şükür pozitif bir atmosfer içinde geçti, tabii ki insan bazı sorularda zorlanıyor ama sonuçta çoğunun cevabını bildim. Ve sevgili hocalarım sağolsunlar, genelinde çok rahat ve keyifli geçti. Ciddi bir sınavdı ama kesinlikle sorgulandığımı, bilerek terletildiğimi hissetmedim. Daha çok bir soru*cevap ya da sohbet havasında geçti.

İki saatlik sözlüm bittiğinde 10 dakikalığına odadan çıkmamı rica ettiler (sözlü sınavın gerekliliği bu) O 10 dakika içinde hocalar öğrencinin geçip geçmediğine karar veriyorlar.

Bana saatler gibi gelen 10 dakikadan sonra kapı açıldı, danışmanım H.S. gülümseyerek beni tebrik etti, elimi sıktı ve kucakladı. O an hayatımın en mutlu anlarından biriydi.

Sonra diğer hocalar da elimi sıktılar ve tebrik ettiler. Sınavımın çok iyi geçtiğini, öğrenciliğimde çok şey öğrenmiş olduğumu, benimle gurur duyduklarını söylediler.

Ne kadar mutlu oldum ben işte o an! Hocalarımın yorumları benim için her şeyden daha değerli ve mutluluk vericiydi. Başarının insanı sarhoş eden, çarpan bir yanı var.

Hocalarımla bir süre konuştum, sonra izinleriyle oradan ayrıldım.

Sonra aşağıya indim, Bart'ımı aradım, güzel haberi verdim. Sonra canım anneciğimi aradım. Onunla konuşurken hayatımda ikinci defa mutluluktan ağladım, hüngür hüngür yine. Bugün ağlama günümdü sanırım :)

Sonra diğer arkadaşlarımın ve ailemin diğer üyelerinin telefonları yağmaya başladı. Sanki bir rüyada gibi onlarla da konuştum, tebrikleri kabul ettim.

Benim için en iyisini dileyen, dünyanın her tarafında, farklı farklı ülkelerde ve yerlerde bugün benim için dua eden herkese buradan çok, ama çok teşekkür ediyorum.

Daha sonra öğrendim ki hiç tahmin bile etmediğim (hatta tanımadığım) bazı insanlar bile benim için dua etmiş, sınavımın iyi geçmesi için. Ne kadar şanslıyım ben, beni böylesine seven ve düşünen bu kadar çok insan olduğu için. Hepinizi çok seviyorum.

İzninizle biraz dinlenmeye gidiyorum :-)



Sevgiler


Moonie



Wednesday, April 1, 2009

Dört, üç, iki, bir, sıfır



Hip-hop tarzında okuyun bunu



Cuma günü A.B.D Chicago saatine göre 1-3 arasında,
Türkiye saatine göre akşam 9-11 arasında,
Moonshine çıkacak üç hocalık kurul karşısına.

Aylardan beridir bu günü bekliyor
Günleri haftaları birbirine ekliyor
Artık bunaldı okuma yapmaktan
Tarihleri savaşları beynine kazımaktan

Bakın size şiir bile yazdım,
Sakın Cuma günü beni unutmayın
Bir iki dua edin şu doktora öğrencisi için
Şu sınavı hayırlısıyla geçmesi için


Dım tıs dım tıs..