Saturday, October 27, 2007

Anka kuşu



Masallarda ve efsanelerde adı geçen yaratıklardan en çok sevdiğim Zümrüd-ü Anka Kuşu olmuştur kendimi bildim bileli.. Anka, yani İran mitolojisinde 'Simurg' olarak geçen kırmızı, altın ve tarçın renklerine bürünmüş efsanevi kuş. Küçük bir kızken ilk defa kitap okumaya başladığımdan beri Anka Kuşu hep bana büyüleyici ve inanılmaz gelmiştir, her ne kadar sadece mitolojide ve efsanelerde yer alıyor olsa da. Dövme yaptırma fikrine karşı olsam ve böyle bir şey yaptırmayı hiç düşünmesem de eğer yaptırsaydım sırtıma bir Anka Kuşu dövmesi yaptırırdım sanırım :)

Bu hayranlığımın sebebi sanırım Anka'nın her seferinde yanması, ve tamamen yanıp küle döndükten sonra kendi küllerinden tekrar doğması.. Hayat ve ölüm için bu kadar güzel metaforlar olabilir mi? Yanıp kül olmak, küllerinden tekrar doğmak. Yokoluş ve yaradılışın biraraya gelmesi. Kendi ruhunun sönük ve ölü kalıntılarından yepyeni bir can doğurmak. Acıyla içinden geçtiğin sürecin sonunda yeni bir hayata başlayabilmek. Ateşin acısını yeni bir yaşamın umuduna dönüştürebilmek.

Masallara ve efsanelere, mitolojiye ve gerçeküstü dünyalara bu kadar hayran olmam o kadar şaşırtıcı değil, küçükken okuduğum masalların ve destanların sayısı gözönüne alınırsa.

Ama yıllar sonra bu çok ama çok sevdiğim güzel kuşu kendine ana sembolü olarak seçmiş ve logosuna koymuş bir üniversitede okuyor olmam, nasıl bir tesadüftür? Ya da tesadüf müdür? :)



Resim: Chicago Üniversitesi resmi amblemi.
Resmin üzerindeki yazı: Crescat scientia - Vita excolatur (Latince)
Tercümesi: Bilgi arttıkça artsın, ve insan yaşamı böylece zenginleşsin.

Monday, October 22, 2007

Ah keşke!

Okuduğunuz kitaplarda ya da seyrettiğiniz filmlerdeki hayali kahramanlardan çıkıp gerçek hayata girebilecek, size yardım edebilecek karakterler olsa bunların kimler olmasını isterdiniz?

Geçen gün düşündüm de aşağıdaki karakterler bana her gün yardım etse, arkadaşlarım ve kişisel yardımcılarım olsalar hiç fena olmazdı:)


1- Mr. Wolf:



'Pulp Fiction' adındaki güzide filmden aklımızda kalan en ilginç karakterlerden biri Mr. Wolf.. Başı dertte olanlar ve ne yapacaklarını bilemeyenler hemen onu ararlar. Anında olay yerine gelir. Önce sorunun ne olduğunu bütün detaylarıyla inceler. Kahvesi olmazsa olmaz tabii bu esnada :) Sonra olayı en kısa sürede en etkili biçimde çözebilecek bir plan yapar. Bu planı inanılmaz bir kararlılıkla, hiç tereddütsüz verdiği kararlarla uygulamaya sokar. Ne zaman ne yapılması gerektiğini söyler, 'Önce şunları şunları yap', 'Sonra bunları bunları yap', en son da 'Şimdi de bunu yap' der, böylece sorun çözülmüş olur! Keşke ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda Mr. Wolf gelse, benim için planlar yapsa, ne zaman ne yapacağımı bilsem, her şey kolaylıkla çözülse:)

2- Mrs. Doubtfire:




Robin Williams bence tüm zamanların en eğlenceli dadısı olmuştur Mrs. Doubtfire'da. Çocuklarını çok seven bir baba, eşinden boşandıktan sonra dahi onlarla birlikte olmak ister. Onlarla aynı evde yaşayabilmek için bir dadı kılığına girer. İzlediğim en komik ve insanın içini ısıtan filmlerden biri! Keşke benim de Mrs. Doubtfire gibi hem çok iyi arkadaşım olan, müthiş derecede espritüel ve komik, hem ev işlerini yapan, hem de sıkıldığım zaman başımı omzuna yaslayıp dertleşebileceğim bir dadım olsa! :)

3- Hercule Poirot:


Agatha Christie'nin ünlü dedektifi. Christie'nin neredeyse bütün romanlarında rastladığımız minyon Belçikalı özel dedektif, olayların neden-sonuç ilişkilerini hemen görür. İnanılmaz doğru gözlemler yapar. Cinayet olayları, hırsızlıklar ya da kayıp eşyaların bulunması konusunda rakibi yoktur. Çok zekidir ve hızlı düşünür. Ayrıntılara çok dikkat eder, hiç bir ayrıntıyı önemsiz sayıp gözardı etmez. Gerçek hayatta da bir şeyimiz kaybolduğunda ya da çalındığında Hercule Poirot gelip bize yardım etse, suçluları bulsa, olayları hemen çözse fena mı olurdu? :)

4- Gandalf:



Dünyanın Batı yarımküresi ve Anglo-Sakson kültürü altında yetişmiş herkesin 'Ak sakallı dede' ihtiyacını Gandalf karşılar bence. Tolkien'in yarattığı en bilge karakterdir. Yaşlıdır, bilgilidir, zekidir, ama sevimlidir de, gerekirse çocuklarla çocuk olmayı da bilir :) İyiliğin savunucusudur ve hep kötülerin karşısındadır. Zor zamanlarda yardıma koşar, bilgeliği ve önsezileriyle felaketleri önlemesini bilir. Herkesin zor zamanında yardım isteyebileceği yegane karakterdir kısacası 'Yüzüklerin Efendisi' üçlemesinde. Keşke bizim de zor zamanımızda elinde sihirli değneğiyle yardımımıza koşabilecek böyle bir dedemiz olsa :)

5- Zeniba:


Hayao Miyazaki'nin muhteşem filmi 'Spirited Away'in (Ruhların kaçışı) en sevimli karakterlerinden biridir Zeniba.. Bir cadı olan kızkardeşi Yubaba'nın aksine çok şefkatli, sevimli ve tonton bir anneanne gibidir. Evinin kapısı bulmak isteyenlere her daim açıktır. Sıcacık bir evi, çıtır çıtır yanan bir ateşin karşısında kurulmuş bir sofrası ve misafirlere ikram edilmek üzere bir çaydanlık dolusu çayı hep vardır. Ve evi hep bir kaç tren durağı uzaklığındadır. Dışarıdaki karanlık ve soğuk dünyadan kaçmak için bir sığınak gibidir Zeniba'nın evi. Ve insan elinde olmadan böyle bir kaç tren istasyonu uzaklığında ikinci bir anneannesi olsun, ona yemekler yapsın, çay versin ister:)


Maalesef bütün bu karakterler sadece bu filmleri çeken yönetmenlerin ya da kitapları yazan yazarların beyinlerinde yaşıyor. Ve tabii onları okuyan ve izleyen bizim aklımızda. Ama gerçekten canlanıp arkadaşlarımız olsalar, bize yardım etseler herşey ne kadar daha kolay olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. :)

Thursday, October 18, 2007

Hayatı bir kadraja sığdırmak..



Çok seviyorum fotoğraf çekmeyi..

Dünyanın kendi istediğim ve seçtiğim bir bölümünü dikdörtgen bir çerçevenin içine sığdırabildiğim ve bu şekilde dondurabildiğim için. Kendi istediğim şeyleri katabildiğim için fotoğrafın içine, istemediklerimi dışarıda bırakabildiğim için... Ve içeride kalanların nerede durduklarını, çerçeveye ve belki de birbirlerine olan uzaklıklarını kendim belirleyebildiğim için..

Hayatın hangi anını sonsuza dek durduracağımı kendim seçebildiğim için.. Çektiğim fotoğrafla hüznü mü, umudu mu, savaşı mı, sevgiyi mi, çaresizliği mi, mutluluğu mu anlatmak istediğime kendim karar verebildiğim için.

Tek bir anda, bir çocuğun gözlerinde bir ömre bedel umudu yakalayabilmenin sihri.

Tek bir anda, göğe uçan bir balonun kıpkırmızı rengini ölümsüzleştirebilmenin güzelliği.

Tek bir anda, bir annenin çocuğuna bakarken gözlerinden akan sevgiyi elle tutulur hale getirebilmenin büyüsü.

Tek bir ana insana dair her türlü duyguyu sığdırabilmenin güzelliği.


İşte bu yüzden fotoğraf çekmek beni çok mutlu ediyor. Kulağımda en sevdiğim müzikler, omzumda fotoğraf makinem, sadece fotoğraf çekmek için dışarı çıkmak, gözlem yapmak, insanları izlemek, ayrıntılara dikkat kesilmek.. Mutluluk bu!

Thursday, October 11, 2007

Bayram nedir?

:)


Can Dündar'ın en çok sevdiğim yazısıdır belki de bu..


Ramazan Bayramı'nız kutlu olsun!!! Ve en önemlisi, her gününüz bayram kadar tatlı, mutlu, güzel olsun.


Moonshine






HER GÜN BAYRAM


Zamanla anlıyor insan: 3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram...Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır.
* * *
Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan... Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.
* * *
Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır.Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle...Vuslat da bayramdır öte yandan...Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır.En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır."Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır.Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
* * *
Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işin kapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır.Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. "İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...
* * *
Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...
* * *
Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun!



Can Dündar

Sunday, October 7, 2007

Sonbahar akşamları

Güzel müzikler ve hafif, serin esintilerle birleştiğinde mükemmel oluyor.

Bu şarkıya taktım bu aralar. Pinhani'yi çok seviyorum.



Git pencerene. Dön, bir bak dünyaya. Bir bak dünyana.

Friday, October 5, 2007

Dostlar ve hayat

Konuştukça insanın içine huzur veren dostlarım var. Dostlarımı çok seviyorum. İnsanları genelde çok seviyorum zaten. Bir Ramazan akşamı birlikte içilen sıcak çay ve sohbet.. Bosna'lı bir arkadaşımın annesinin yaptığı leziz baklava.. Gözlerinin içi gülerek ve elini kolunu sallayarak sohbet eden içten, sıcak insanlar.. Düşündüklerini bin kere tartıp ölçüp biçerek değil de içinden geldiği gibi, bağıra bağıra, kahkahalar atarak ve neşeyle, içtenlikle birbiriyle paylaşan arkadaşlar.

Ülkemden uzaktaki ailem onlar burada. Konuşacak konumuz bitmiyor, laf lafı açıyor, gecenin içine doğru uzuyor güzel sohbetlerimiz. Bir sorunum olduğunda ya da paylaşmak istediğim bir şey, onların hep orada olduklarını bilmek o kadar güzel ki..

Dostlarım: iyi ki varsınız. Hayatıma ışık, renk ve mutluluk katıyorsunuz. Çünkü paylaşmayı çok seviyorum. Ve hep birlikte, tadını çıkararak, şükrederek, mutluluk içinde, içtenlikle, kardeşçe yaşamayı.

Tuesday, October 2, 2007

Gece ve evim..

Cama yağmur damlaları vuruyor pıtır pıtır.. Gece, sessiz ev ve ben tek başımızayız. Önümde bir ince belli bardak, içinde 'Türk çayı' sıcacık.. Sessizlikte ve yalnızlıkta, kendini dinlerken bulunan o huzur.. Gecenin sessizliğinde hüküm süren rüzgarın nefesi. Sessizliğin dinginliği.

Tek başına yaşamayı belki de bu yüzden sevdim bu kadar. Günün kargaşasından, karmaşasından, sorunlarından, streslerinden uzakta, sıcak, samimi ve sessiz bir yuvası olması insanın, çok güzel.. Kapımı kapattığım andan itibaren 'içerisi'nin benim dünyam olduğunu bilmek.. Bu dünyada benim kurallarım geçiyor, benim sevdiğim herşey toplanmış burada: yumuşacık yastığım ve yorganım, minik mutfağım, fokurdayan çaydanlığım, yastıklarım ve battaniyelerim, sevdiklerimin fotoğrafları, güzel kokan mumlarım, sevdiğim kitaplarla dolu kütüphanem, kalemlerim, çikolatalarım, defterlerim, ve dünyaya açılan büyük bir pencerem var.. Huzur ve dinginlik veriyor bana bu ev, uzun bir günün sonunda yorgun argın girince içeriye.. Kollarını açıp sarmalıyor beni sıcacık, bana rahat uykular, güzel sabahlar, keyifli günler hediye ediyor. Evimi çok seviyorum!

Friday, September 28, 2007

Yeni öğretim yılı!



Yeni eğitim ve öğretim yılı bütün öğretmen ve öğrencilere hayırlı olsun!

Bizi bekleyen dersler, ödevler, sınavlar ve uykusuz gecelere dönüp hep birlikte Muse'un motivasyon deposu enfes şarkısı Butterflies and Hurricanes'i söylüyoruz şimdi:

change,
everything you are
and everything you were
your number has been called
fights, battles have begun
revenge will surely come
your hard times are ahead

best,
you've got to be the best
you've got to change the world
and you use this chance to be heard
your time is now!!!


En iyisi olmalı ve dünyayı değiştirmeliyiz! :)

Friday, September 21, 2007

Duanın gücü ve önemi...


Yaşamım boyunca izlediğim en güzel filmlerden biri olduğunu düşündüğüm 1940larda çekilmiş 'It's a Wonderful Life' şöyle başlar:

Değişik evlerde, aynı şehrin değişik yerlerinde herkes George adında birisi için dua etmektedir: 'Onu bu gece koru Tanrım, yardıma çok ihtiyacı var..', 'Tanrım, bu gece George'a son bir şans ver', 'Allah'ım, bu gece oğlum George'u koru..' 'Lütfen Tanrım, babamın bu gece bir sorunu var, yardım et ona', 'Yusuf, İsa ve Meryem, arkadaşım George Bailey'e yardım edin bu gece..', 'George çok iyi bir insan. Ona bir şans daha ver Tanrım.'...

Bu duaların gücü daha sonra birleşip gökyüzüne doğru uçar, göklerin en üstlerinde Tanrı'nın melekleriyle konuşması duyulur. Bütün bu duaları duyan Tanrı meleklerinden birini George'a yardım etmesi için dünyaya göndermeye karar verir.. Herkesin izlemesi gereken, yaşam sevinci veren, inanılmaz sıcak bir film gerçekten..

Ben de küçüklüğümden beri gerek ailemin yetiştirme tarzından, gerekse kendi tecrübelerimden yola çıkarak duanın gücüne hep inandım. Dua bence bir insanın gün boyunca meşgul olduğu faaliyetler içinde en huzur verici, en derin ve en içten hareket.. Kendinizle başbaşa kalıp Allah'a döndüğünüzde, içinizden, yüreğinizin derinliklerinden gelen en samimi, en dürüst hislerle onunla konuştuğunuzda, dudaklarınızdan çıkan fısıltıların boşa gidemeyeceğine, bir yerde, bir şekilde pozitif etki olarak başka birinin hayatını değiştirebileceğine inandım. İçinizdeki enerjiyi, yaşama sevincini, olumlu bütün duyguları dua ederek yardıma muhtaç olanlara, zorda kalmışlara, çaresizlere aktarmanın olası olduğuna inandım. Eğer birisinin yardıma ihtiyacı varsa ve onu sevenler bütün içtenlikleriyle dua ederlerse Tanrıya, onun bir şekilde yardımı gereken yere gönderdiğini, duaların kabul olunduğunu gördüm, yaşadım..

Bizim evde her gün kapıdan çıkarken dua edilir.. Arabaya binerken, uzun bir yolculuğa çıkarken, gece yatağa yattığımda, sabah kalktığımda yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu her seferinde yeniden keşfederken.. Duayı yaşamımın içinden hiç çıkarmadım ve ettiğim duaların benim ve sevdiklerimin etrafında ışıyan koruyucu kalkanlar gibi bizi koruduğunu düşündüm hep.. Ama sadece çaresizlik anlarında ve muhtaç olduğunda değil, çok mutlu olduğu anlarda da dua etmeyi, şükretmeyi unutmamalı bence insan.. Şükretmeyi bilmek yaşamda huzurlu ve mutlu olabilmenin başlıca şartlarından biri.. En mutlu anlarımızda da ne kadar mutlu olduğumuzu ve bunun için ne kadar minnettar olduğumuzu katabilmeliyiz dualarımızın içine..

Zorda kaldığımızda kendimiz için, zorda kaldıklarında başkaları için dua etmek ne güzel.. Unutmayın ki edilen hiç bir dua boşluğa gidip yokolmaz. Duanın hiç bir zararı yoktur. Tam tersi, bakarsınız belli mi olur? Bir de bakmışsınız sizin de en dar ve zor anınızda kimbilir nerede, ne zaman iyiliğinizi görmüş olan birisinin hayır duası size yardım eder, sizi o zor durumdan kurtarır.




Resim: Albrecht Duerer - Eller

Sunday, September 16, 2007

Eylül'de İstanbul..



Kahire'nin ve Mısır'ın sıcaklığından, kaosundan ve gürültüsünden sonra Eylül'de İstanbul bir ilaç gibi geldi ruhuma.. Havanın serinliği, şurup gibi ılık ve güzel oluşu, berraklığı, ruhumu dinlendirdi.. Bu sefer İstanbul her zamankinden çok daha güzel geldi gözüme.. Bütün güzelliklerini Eylül'ün yumuşak, turuncu güneş ışıkları altında sundu önüme, bir kere daha hayran kaldım bu dünyanın incisine.

Blog'uma yazamadım burada geçirdiğim zaman boyunca, temponun yoğun olmasından ve vaktmin çok fazla olmayışından dolayı. Görecek onca insan, yapacak onca şey, tadılacak onca lezzet varken kendimi bir bilgisayar ekranının başına oturtup yazı yazdırmaya çalışmak zor oluyor:)

Güzel İstanbul her zamankinden daha dingin, huzurlu, yumuşak ve akıcı geldi bana.. Serin bir su gibi sızdı içime, serinletti yüreğimi.. Belki de güzel Eylül'ün büyüsüdür bu.. Huzurla karışık bir hüznün mevsimi olan sonbaharın.. Sebebi ne olursa olsun, çok mutlu oldum İstanbul'da bu Eylül.. Bu şehri ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha farkettim.

Saturday, September 1, 2007

İskenderiye



'Bunu çoktan bekliyormuş gibi, bir yiğit gibi,
veda et, giden iskenderiye'ye,
hele, kendini kandırıp geçirme içinden
yalnızca bir düştü bu, belki yanlış işittim, diye
alçalma böyle boş umutlar içinde.
bunu çoktan bekliyormuş gibi, bir yiğit gibi,
böyle bir kente yaraşan sana yakışırcasına;
yaklaş pencereye kararlı adımlarla,
ve dinle heyecanla, bir korkağın
yalvarıp yakarışlarıyla değil,
son kez için titreyerek dinle o sesleri,
...
sonra veda et yitirdiğin İskenderiye'ye..'


Konstantinos Kavafis


2340 yıl önce Büyük İskender’in kurduğu bu şehre girerken bu şehirde yaşamış ve bu şehri çok sevmiş olan Yunanlı şair Kavafis’in bu mısraları geçiyor aklımdan.. Bir zamanlar dünyanın 7 harikasından birine, Büyük İskenderiye Feneri’ne (Pharos) ev sahipliği yapmış olan bu şehir içinde keşfedilecek bir çok hazine taşıyor. Greko-Helen uygarlığının büyük Mısır Uygarlığı’yla buluştuğu bu şehir, medeniyetlerin çatışmaya gerek kalmadan birleşebileceğini ve birbirine uyum sağlayabileceğinin bir kanıtı gibi.. İskender’in zamanında bu şehrin nasıl görünmüş olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum.. Geçmişe yolculuk yapmak, o zamanları görebilmek, yaşayabilmek istiyorum.



İskenderiye’nin başrol oyuncusu Akdeniz.. Usul usul yanaşan, koynunuza sokulan sevimli bir kedicik gibi İskenderiye koyunun içine sokulmuş, güneşin altında parıldıyor.. Korniş boyunca sıralanan palmiye ağaçları bize merhaba der gibi. Şehre geldiğinizde ilk farkettiğiniz şey insanın başını döndürecek ferahlıkta ve tazelikte bir deniz kokusu, Akdeniz üzerinden gelen.. Bütün sahil kentlerini çok sevdiğim gibi, İskenderiye’ye de hemen oracıkta aşık oluyorum. Denizin büyüsü gibisi yok, denizin kokusu, denizin rengi, dalgaların sesi, yosun kokusuna karışan sıcak kumların kokusu..Kayalara çarpan dalgaların köpükleri, sahil kenarındaki balıkçılar, kaldırımda salına salına yürüyen kedicikler, iskelede balık tutan insanlar, altları yosun tutmuş, boyaları dökülmüş kayıklar, ağlar, martılar.. Denizle ilgili herşey o kadar büyülü, o kadar güzel ki.. Denize kıyısı olmayan kentlerde neden bir şeyin hep eksik olduğunu anlıyorum sonunda.

İskenderiye’ye gidince gidilmesi, görülmesi gereken yerler:

Büyük İskenderiye Kütüphanesi:
Qaitbey Kalesi
Azza dondurmacısı
Korniş/Sahilyolu


Ertesi sabah erkenden kalkıp sahile atıyoruz kendimizi.. Sabahın erken saatlerinde sahilde olmak kadar sevdiğim çok az şey var hayatta.. Sabahın erken saatlerinde, güneş henüz tenimi cayır cayır yakmıyor, sadece tatlı tatlı ısıtıyorken, deniz Yaşar Kemal’in romanlarındaki gibi henüz apak, dümdüzken, dünya daha uyanmamış ve kargaşa başlamamışken, sahilin tenhalığı ve huzuru gibisi yok.. Ayaklarımı okşayan dalgaların içinde, yumuşacık kumları hissederek sahil boyunca yürümek.. Mutluluk bu olsa gerek! Ciğerlerimde denizin havası, yüzümde yaz güneşinin ışığı, ayaklarımın altında ipeksi kumlar.. Kulağımda Morcheeba’nın güzel şarkısı ‘The Sea’ (Deniz)..



‘Endişeler kayboluyor
Rüyamın içinde..

Ruhumu orada bıraktım
Denizin kıyısında
Orada kontrolü kaybettim
Özgürce yaşarken..

Balıkçı tekneleri sahilin yakınından geçiyor
……
Güneş parlıyor, ufuk açık
Sadece sen ve ben, iskele boyunca yürüyen..

Serin bir meltem akıyor üzerimizden..
……
Kalmayı çok isterdim
Şehir beni eve geri çağırıyor
Daha fazla kargaşa, telaş ve yalanlar..

Ruhumu orada bıraktım
Orada, denizin kıyısında..


Morcheeba - Deniz


Ruhumun bir parçasını İskenderiye’de, Akdeniz’in kıyısında bıraktım ben de..

Wednesday, August 22, 2007

Kahire'de bir Türk kızı!


Kahire.. Çığırından çıkmış, canlı bir organizma gibi büyüyen bütün devasa şehirler gibi (İstanbul, New York, Hong Kong...vs.) insanda hayret uyandıran, şaşkınlık yaratan, sevgi-nefret ilişkisi doğuran bir şehir. 10 gündür yaşıyorum bu şehirde ve bir 15 gün daha yaşayacağım, bana sorduklarında, nasıl özetlerim Kahire'yi?

Kalabalıklar, kızgın ama nemsiz bir sıcak, yanık ezanlar, nargile kokuları, naneli siyah çay, inanılmayacak kadar karmaşık ve kuralsız bir trafik, bağırarak konuşan Araplar, şehirde herşeyin üzerinde birikmiş o eski zamanın tozu, türbanlı ancak dar jeanler ve t-shirtler giyip yüzlerinde çok ağır makyajlarla dolaşan tombul kadınlar, gölgeli ara sokaklar, eski arabalar, siyah-beyaz taksiler, Nil kenarında gece parlayan ışıklar, 20 cente satın alabileceğiniz kocaman bir bardak mango suyunun lezizliği, acı kahve kokusu, palmiye ağaçları, yollarda atlar, atlı araba ve faytonlar, sokağımın gerisindeki eski ve güzel bakkal, ufukta cami silüetlerine karışmış piramitlerin silüetleri, eski hanlar, zamanın durduğu kahvehaneler, kuşburnu çayı kokusu, cızırtılı kasetlerden yükselen Ümmü Gülsüm ve Feyruz şarkıları.. Herşeye rağmen, bütün fakirliklerine rağmen hala gülümseyebilen sımsıcak insanlar.. Yiyecek bir lokma ekmekleri kalmış olsa onu size verip kendisi aç kalabilecek olan insanlar..Doğu'nun insanları..

Geçmişte, kayıp bir zamanda takılıp kalmış olmasına, geçmişi bazen gelecekle birlikte yaşayabilmesine, birbirine zıt bir çok şeyin yanyana varolabilmesine rağmen Kahire'de, Batı'nın çoğu şehrinde olmayan o ruh var. Sadece Doğu'nun şehirlerinde gördüğüm bir ruh. İstanbul'da, Mardin'de, Urfa'da, Trabzon'da... İçinize işleyip sizi ısıtan o ruh. Kendinizi buralara çok da yabancı hissedemeyeceğinizi, çünkü buralara ait olduğunuzu anlatan o sımsıcak his, kalbinize yayılan.. Kahire'de işte o Doğu esrarı var. Her şeye rağmen, bütün teknolojik gelişmelerine, bazen insanı delirten trafiğine ve karmaşasına rağmen hala ve inatla var.

Hem size bütün her şeyini, her sırrını bir anda, kolayca ve bir tabağın üzerindeymişçesine rahatça sunan bir şehri herkes sever! Batı'nın çoğu şehrini sevmek çok kolaydır bence bu yüzden: Londra'yı, Paris'i, Stockholm'u, Chicago'yu.. Bu şehirlerde herşey önünüze konulmuştur çünkü, çok 'user-friendly'dir bu tür şehirler:) Yani kullanılması kolay ve rahattır herşeyin. Bir turist olarak giderseniz gitmeniz gereken yerler belli, yapmanız gereken şeyler bir liste olarak önünüzdedir.

Ama asıl zor ama çok keyifli olan, sizi zorlayan, sırlarını öyle hemencecik ortaya dökmeyen bir şehri sevmektir. Gizlerini keşfe çıkmaktır arka sokaklarında, fakir, hüzünlü mahallelerinde, çamaşırların asıldığı boyası dökülmüş balkonlarında, sokaklarda koşuşturan kıvır kıvır saçlı, simsiyah gözlü çocuklarında.. Eğer bir şehri sevmemek için yüzlerce neden gösterebiliyorsanız ama yine de onsuz yaşayamacağınızı düşünüyorsanız ve ondan vazgeçemiyorsanız, işte bir şehri gerçekten sevmek budur.

Ve bu ölçülere göre benim ilk ve tek aşkım güzel İstanbul'dur.. :)

Tuesday, August 21, 2007

Gülmenin yararları



İnsanın yaşamında karşılaştığı o kadar çok stres kaynağı var ki, saymakla bitmiyor. Özellikle modern yaşamın, şehir yaşamının ve iş yoğunluğunun getirdiği stres, insan ruhu üzerinde çok yıpratıcı etkilere sahip. Hayatın üzerimize üzerimize geldiğini hissediyoruz çoğunlukla, zamanımızı nasıl kullanacağımızı şaşırıp, kendimizi klonlama hayalleri kuruyoruz bazen bütün işlere yetişebilmek için:) Her gün karşılaştığımız bütün yorgunluk, stres, bunalım ve sinir bozukluklarına karşı elimizde çok güçlü bir silah var aslında: gülmek ve kahkaha atmak. Doktorlar ve bilimadamları sürekli gülmenin ve yüksek sesle kahkaha atmanın insan vücuduna ne kadar çok yarar sağladığından bahsediyor, bu konuda araştırma sonuçları yayınlıyorlar. İnsanların kendilerini biraz rahat bırakıp gülmeye başladıklarında tansiyonlarının dahi azaldığı, kandaki adrenalinin düştüğü ve vücudun rahatladığı kanıtlanmış durumda.

Yaşamınıza komik olan her şeyi dahil etmekten kaçmayın. Zor durumlara düştüğünüzde, çaresizlik hissettiğinizde kendinize gülebilmeyi, durumunzda komik bir yan bulabilmeyi öğrenin! Herşey çok daha kolay ve rahat gelecek gözünüze.

Eğer şu yukarıdaki inanılmaz bebek sizi en azından gülümsetmeye yetmiyorsa, bir de yaşayan en başarılı karikatürist olduğunu düşündüğüm Yiğit Özgür'ün karikatürlerinin olduğu bu sayfaya bir göz atın! Ve kendinizi tutmadan, rahatça, fütursuzca ve kontrolsüzce bir kahkaha atın, aynı bebekliğinizde yaptığınız gibi:) Kendinizi bir anda 10 kat daha iyi hissedeceğinize ve uzun bir terapiden çıkmış kadar stressiz olacağınıza eminim!

Monday, August 20, 2007

The Last King of Scotland (İskoçya'nın son kralı)

İskoçya'nın son Kralı filmini ilk kez bu senenin Oskar törenlerinde başrolünde oynayan Forest Whitaker en iyi erkek oyuncu dalında ödülü aldığında duymuştum. Geçen hafta sevgili dayıcığım Caissa da bana bu filmin DVDsini verince elime geçen ilk fırsatta izledim. Tarihi bir kişiliğin hayatını ve gerçek olayları baz alan filmler gerçekten de ilginç oluyor, bu filmler sayesinde o kişiyi daha iyi tanıma, yaptıklarına tanık olma fırsatını buluyoruz bizzat. Bu film de İskoçyalı bir doktorun Uganda'ya gidip tamamen şans eseri tanıştığı ve birlikte çalışmaya başladığı ünlü diktatör İdi Amin'in hayatını konu almış. Afrika kıtasıyla ilgili şu ana dek izlediğim en başarılı filmler olan The Constant Gardener ve Hotel Rwanda kadar olmasa da karakter gelişimi ve konunun işlenişi açısından gerçekten başarılı bulduğum bir film oldu. Özellikle başrolleri paylaşan Forest Whitaker ve James McAvoy gerçekten rollerine iyi oturmuşlar. İdi Amin'in katlettiği yüzbinlerce insan, insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı işlediği suçları tekrar hatırlamak ve bir diktatörün kişiliğini ve hayatını izlemek, incelemek isteyenler için önerebileceğim bir film İskoçya'nın son kralı. Ne de olsa tarih tekerrürden ibarettir, ve geçmişten alacağımız dersler bizi geleceğe hazırlar bir bakıma.

Sunday, August 19, 2007

Blood Diamond (Kan Elması)


‘Kan elması’ olarak Türkçeye çevrilebilecek bu filmin övgüsünü bir kaç kişiden duymuştum. Ancak çok vasat bulduğum bir film oldu maalesef. Aslında çok ilginç ve üzerine eğilinmesi gereken bir konusu var: Afrika’daki elmas ticaretinin orada yaşayan yerlilerin yaşamını nasıl etkilediğini, ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını, yapılan haksızlıkları, paranın insane yaşamından çok daha değerli bir konuma nasıl geldiğini konu alıyor. Ancak konunun işleniş biçimini çok beğenmedim. Filmde Leonardo DiCaprio ve özellikle oyunculuğunu gerçekten çok başarılı bulduğum Jennifer Connelly gibi ünlü oyuncuların yer alması dahi bence filmi kurtarmaya yetmemiş. Çok daha ilginç ve vurucu işlenebilecek olan bu konu, Hollywood klişeleri ve tahmin edilmesi çok da güç olmayan bir senaryo-kurguyla çok vasat bir hale getirilmiş. Yine de bu konuyu gözlerimizin önüne sermesi ve insanları bu konuda bilinçlendirmesi dolayısıyla çoğu klasik Hollywood filminin yerinden biraz daha iyi bir film.

Castle in the Sky


‘Gökyüzündeki Şato’ olarak çevirebiliriz bu keyifli Miyazaki filmini. Yine hayalgücünün uç sınırlarına yolculuk ediyoruz bu sevimli çekik gözlü Japon yönetmenin:) Her zamanki gibi baş kahramanımız yine minik bir kız çocuğu, ve gökyüzünde varlığı bir efsaneye dönüşmüş olan bir ada/ülkeyi arıyor. Miyazaki her zamanki gibi bizi hayalkırıklığına uğratmıyor ve bir çok değişik karakterle, inanılmaz güzellikte tasarlanmış uçuş makineleriyle, hayali ülkeler ve insanlarla tanıştırıyor. Karakterler yine inanılmaz sıcak ve onlarla birlikte maceradan maceraya atılasınız geliyor. Benim gibi gökyüzünün sihrine inananlar, bulutlara bakıp çeşitli şekiller bulmaya çalışanlar, uçmayı çok sevenler ve uçakta kendini evindeymiş gibi hissedenler kaçırmamalı! :)

The Departed


Bu film Martin Scorsese’e ilk defa Oscar’ı kazandırmasından dolayı doğal olarak çok ünlü bir film. Tanıdığım çoğu insanın izleyip bana da tavsiye etmesi üzerine ben de Scorsese’in çok büyük bir hayranı olmamama rağmen filmi izlemeye karar verdim. Filmin kurgusu ve karakterler arasındaki bağlantılar gerçekten iyi düşünülmüş. Oyunculuklara zaten söyleyecek bir söz yok, Jack Nicholson, Matt Damon ve özellikle de Leonardo DiCaprio, hepsi de daha önce hiç görmediğim kadar başarılıydılar bu filmde. Özellikle DiCaprio’nun, ‘Titanik’ günlerinden bu yana ne denli çok yol katettiğini farkettim bu filmde. Film genelinde iyi bir film olarak nitelendirilebilir, bence tek eksiği karakterlerin yaşamlarının çok derinine inememesi. Hepsi de çok ilginç olan ana karakterlerin geçmişleri biraz daha iyi aktarılabilirdi seyirciye. Bunun olmaması, izleyenlerin kendilerini karakterlerle özdeşleştirmesini de engellemiş biraz. Yine de Scorsese’in en iyi filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim.

The Godfather II (Baba II)


Godfather (Baba) serisinin ilk iki filmini bir kaç ay önce ancak izleyebildim. Bu seriye hayran kalmamak mümkün değil, böylesine muhteşem oyunculukların bir araya gelmiş olması ve ikinci filmin birincisinden daha da iyi olması insanı şaşırtıyor. Marlon Brando, Pacino, Robert DeNiro ve tüm diğer oyuncular bence yaşamlarının en iyi performansını sergiliyorlar. Burada yönetmeni kutlamak lazım, oyuncuları filme dahil ederken kimin kimi oynayacağı konusunda bu denli başarılı seçimler yaptığı için. Baba serisi bence bir insanın değişmesi ve gelişmesini anlatıyor. Yani Amerikalıların ‘Coming of age’ dedikleri cinsten bir olgunlaşma, bir büyüme süreci var. Al Pacino’nun canlandırdığı karakter, gözlerimizin önünde inanılmaz bir değişim geçiriyor ve ilk filmin sonunda ailenin ‘Baba’sı rolünü bir giysiymiş gibi rahatça üzerine geçiriyor. Aynı şekilde ikinci filmde Robert DeNiro’nun oynadığı ‘Baba’nın gençlik sahnelerinde de onun değişimini izliyoruz. Yaşamın sert gerçekleriyle karşılaştıkça nasıl Yeni Dünya’ya uyum sağladığına tanık oluyoruz: yüzünde beliren çizgilerden, sert bakışlarından, yürüyüşünden dahi anlaşılabilecek bir olgu bu. Kısacası ‘Baba’da bir ailenin hikayesinin içinden hayata dair neredeyse bütün duyguları ve gerçekleri izliyoruz: ‘Amerikan rüyası’nı, sevgiyi, ihaneti, yalanları, aşkları, mutlulukları, intikamları, yaşamı ve ölümü.. Herkesin ölmeden önce en azından bir kez, mümkünse 2-3 kez izlemesi gereken filmler, Baba I ve II.

Harry Potter and the Order of the Phoenix (HP ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı)



Bir kitabın film uyarlamasını her izleyişimde, insan duygularını anlatmakta filmlerin kitaplardan ne kadar daha zayıf araçlar olduğunu farkediyorum. Bir filmin uyarlandığı kitaptan daha güzel olduğu görmedim desem yalan söylemiş olmam. Çok sevdiğim Harry Potter serisi kitaplarında da aynısı oldu. Şimdiye kadar yapılan 5 film içinde yalnızca Alfonso Cuaron’un yönettiği ‘The Prisoner of Azkaban’ (Azkaban Tutsağı) filmini beğendim, ancak o bile kitabının yanında çok daha kuru ve vasat kalıyordu. Bu film de 5. Kitaba hakim olan karanlık havayı ve atmosferi vermeye çalışmış ancak bence çok da başaramamış. Tabii ki 500 küsur sayfalık bir kitap filme çekildiğinde kitabı güzel yapan çoğu özelliğinin kırpılması ve kısaltılması kaçınılmaz. Ancak bu denli çok sevdiğim bir kitabın filmini izlerken sıkılıyor ve ‘ne zaman bitecek’ diye düşünüyorsam bir yanlışlık var demektir bu filmde. Herşey çok aceleye gelmiş ve filmin içine sıkıştırılmış gibi geldi. Sevdiğim ve görmek istediğim sahneler yok gibi, diğer sahneler de gereksizce uzatılmış. Bence bir dahaki filmde yönetmenin değişmesi gerekiyor, bu seriyi çok seven okurlar olarak özellikle son iki kitap için daha özenli çekilmiş, daha az para kazanma kaygısı odaklı filmler görmek istiyoruz.

Kandahar



İran sinemasının en başarılı yönetmenlerinden biri olan Mokhsen Mokhmalbaf tarafından yönetilmiş olan bir film Kandahar. Kanada’da yaşayan Afgan bir göçmen kadın, hala Afganistan’da olan kızkardeşinden bir mektup alır. Mektupta çok bunalımlı ve depresif bir tonla yazmış olan kızkardeşi, bir dahaki güneş tutulmasında intihar edeceğini söyler ablasına. Kadın da bunun üzerine kendi topraklarına, bu sefer kızkardeşini kurtarmak için, geri döner. Film de bu genç kadının kızkardeşine ulaşmaya çalışmasını ve yolda karşılaştığı güçlükleri anltan bir yol hikayesi. Çoğu yerde boğazınızı düğümleyen, gerçekleri yüzünüze bir tokat gibi çarpan bir yol hikayesi. Sinematografi açısından mükemmel, her sahnesi bir fotoğraf gibi. Bağımsız sinemanın, özellikle de İran sinemasının en iyi örneklerinden biri. İslam’da kadının yaşamı, Ortadoğu ve Asya’da kadın hakları…vs. gibi konularla ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir film. Gerçekten çok beğendim.