Sunday, June 7, 2015

Yağmurlu Haziran



Nocturne

Sağanak halinde yağacak olan bir yağmurdan hemen önce gelen o hem okşayan, hem ürperten rüzgar gibi.

Gökyüzü kararıyor, toplanıyor bulutlar.. Uzaklarda, gölün üzerinde bir yerlerde şimşekler çakıyor. Yeryüzü, gökyüzüne yaklaşıyor. Ürperiyorum.

Çok acelesi varmış gibi birden yeryüzüne iniyor gökyüzü. Sevgilisinin kollarına atılan bir genç kız gibi.. Döküyor ruhunu ortaya.

Islanıp parlıyor yemyeşil yaprakları ağaçların.. Dilimde acı kahve tadı.. Gökyüzü bir ton açılıyor, şaşkın, sarsak bulutlar dağılıyor sağa sola.

Bir bahçe görüyorum. Yaklaşıyorum. Tıpkı babaannemin bahçesinin kokusu.. Islak toprak, çimen, yaprak.. Bir saniyelik bir zaman dilimi boyunca o bahçede dolaşan küçük çocuğum.

O deli, o ürpertici rüzgar için katlanmıyor muyuz bu sağanaklara?










Sunday, May 24, 2015

Genco Erkal - Nazım Hikmet





Karşı yaka memleket,
Sesleniyorum Varna'dan,
İşitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum, sana sesleniyorum,
İşitiyor musun?

Memet! Memet!


Nazım Hikmet Ran



Genco Erkal, Nazım olmuş, sesleniyor oğluna. Yaşadığım, memleketimden uzak bu şehirde bir sahnede. Güzel anadilim çınlıyor kulaklarımda. Nazım, sesleniyor oğluna, 'Seni bir daha görmek, nasip olmayacak Memedim' diyor, yüreğimi bir kılıç gibi dağlıyor onun acısı. İri iri yaşlar yuvarlanıveriyor göz pınarlarımdan. Yüreğim vücudumun dışında, korumasız, tek başına, ellerimde tutuyorum onu. Nazım'ın dizeleri kanatıyor yüreğimi bir bir. Yurdundan, sevdiği kadından, sarı kafalı oğlundan uzakta ölmeye mahkum bu adamın, bu dev yürekli şairin, bu mavi gözlü devin kelimeleri, yüz yılın ötesinden gelip vuruyor beni tam yüreğimin orta yerinden. Acının zamanı yok. Evlat hasretinin yüzyılı yok. Hepsi şu anda oluyor. İnsanlığın bütün acıları aynı anda yaşanıyor. Ruhumun en derin yerinde, yüreğimin ta içinde duyumsuyorum. Tepeden tırnağa kadar sarsılıyorum.    


Sahnede bu denli devleşen, böylesine 'Nazım' olan, böyle titreyen, kendinden geçen, işini aşkla, şevkle, mutlulukla yapan, güzel insan Genco Erkal.. Daha nice sahnelerde, nice ışıklar altında parlayasın. İyi ki varsın.



2015in ilk yarısı



Bu yılın ilk yarısı neredeyse geçmişken, dönüp bakmak istedim neler oldu diye bu zamanda. Doktoramı bitirmiş olmanın dinginliğiyle geçen bir kış mevsiminde güzel romanlar okudum, okumaya doydum. Çocuklarım arada hasta oldular, uykusuz geceler geçirdim ama büyüyorlar işte, büyüyorlar hızla..

Kıştan sonra gelen baharla çok güzel bir değişim ve dönüşüm süreci geçirdim. Kendimi daha çok dinlemeye, gün içinde dünyanın gailesinden ayrı, korunmuş bir zaman yaratmaya çalıştım, özen gösterdim. Yogayı ve meditasyonu her gün yaptığım, yapmazsam rahatsız olduğum bir hayat alışkanlığı haline getirdim. Ruhum ve bedenim, uzun zamandır hissetmediğim kadar hayat, sevgi ve enerji dolu şimdi.

Hayatımın geri kalanında devam ettireceğim bir siyah-beyaz portre projesine başladım. Fotoğraf yine hayatımda eski önemini kazandı.

Bütün hayatım boyunca yapmayı istediğim bir şeyi yapıp 8 haftalık bir Yaratıcı Yazma Atölyesi dersine yazıldım. İngilizce olarak kurgusal hikayeler, anı ve şiir yazmaya, yazdıklarımı internetteki edebiyat dergilerine göndermeye başladım. Yazmak hayatımı anlamlandıran en büyük eylemlerden olduğu için bunu serbestçe (ve iki dilde birden) yapabilmek beni çok mutlu ediyor.

Eski aşkım olan şiire geri döndüm. Müthiş bir şair olan Mary Oliver'la tanıştım, ve kelimeleri kullanış biçimine aşık oldum. Tekrar şiir okumaya ve yazmaya başlamak ruhuma çok iyi geldi. Kelimelerin tasarruflu kullanıldığı, bazen bir cümleyle yüz anlam aktarabilen şiiri ne kadar çok sevdiğimi anımsadım. Bazen bir sayfalık bir şiirin, bize yüzlerce sayfalık bir romandan daha fazla şey anlatabilmesini çok seviyorum.

Bir süreliğine Facebook hesabımı kapattım. Bilgisayar başında daha az vakit geçirmeye başladım. Çatıya çıkıp güzel gün batımlarını ve bulutları doya doya, uzun uzun izledim, çocuklarıma sarıldım, saçlarını kokladım, çiçekleri suladım, çiçekleri kokladım, ayaklarımı gölün sularına soktum, martıları izledim, güzel müzikler dinledim, şarkı gibi şiirler okudum, mandala boyama kitapları alıp uzun uzun, acelem olmadan kuru kalemlerle boyadım, oturup sakince meditasyon yaptım, sahil kenarında mis gibi yosun kokusunu içime çekerek yoga yaptım, manolya ağaçlarına tutuldum, hıdrellezde gül dalına dileğimi astım, mis kokulu kahveler içtim, yanında siyah çikolata yedim çokça, bol bol fotoğraf çektim, dünyayı kelimelerim ve fotoğraflarımla anlatmaya çalıştım.

Şükürler olsun.

Bu yılın ikinci yarısı da en az ilki kadar verimli, üretken, sakin, huzurlu ve dingin geçsin.

Sevgi ve ışıkla.




Saturday, May 23, 2015

Kafamda bir Tuhaflık



Orhan Pamuk'un bütün kitaplarını (romanların yanısıra anıları ve edebiyat eleştirilerini de) okumuş biri olarak, diyorum ki, olmamış. Olmamış çünkü Pamuk'un kendi sesi, bariz bir şekilde karakterlerin diyalog ya da iç düşüncelerinde arada göze batıyor, sırıtıyor. Mesela Vediha gibi bir sosyoekonomik tabakadan gelen bir kadın, 'Araba Boğaz Köprüsü'nün yanına öylesine yanaştı ki, aşağıdaki Rus gemilerinin üzerine düşeceğim sandım' gibi bir cümle kurmaz, kuramaz. (Gemilerin Rus gemisi olduğunu nereden bilecek?) Onun düşüncelerinde duyduğumuz direk Orhan Pamuk'un iç sesidir. İşte bu yüzden romandaki çoğu karakter derinleşemeden, gerçekçi veya elle tutulur bir hal alamadan bize tanıtılıp öylece bırakılmış. Fazla düşünülmüş, ancak buna rağmen gerçekçilik kazanamamış, inandırıcılığı olmayan, 'ben bir roman karakteriyim' diye bağıran bir çok karakter. Pek akıcı olmayan bir roman. 

Gidip kara kitap'ı ve cevdet bey ve oğulları'nı tekrar okuyayım iyisi mi. Masumiyet müzesi gibi bu kitap da büyük bir hayalkırıklığı oldu. Bunu çok üzülerek söylüyorum ki sanırım Pamuk'un romancılığında bundan sonrası artık yokuş aşağı.



Gift from the Sea - Anne Morrow Lindbergh




'Kadınların, kendi özlerini bulmak için yalnızlığa ihtiyaçları vardır.' - Anne Morrow Lindbergh


Balayımız için gittiğimiz güzel Maui adasında, 1902-74 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir pilot olan Charles Lindbergh'un mezarı vardı. Hayatının son yıllarında bu adayı kendine mekan seçmiş bu ünlü pilotun, kendisi de pilot ve yazar olan bir eşi varmış meğerse. Anne Morrow Lindbergh (1906-2001) de hayatının son yıllarını bu muhteşem güzellikteki adada geçirmiş. Bu kitabı ise hayatının daha erken bir döneminde, biraz yalnız kalmak ve kendini dinlemek için gittiği bir yaz tatilinde, deniz kıyısında yazmış.

Kitap su gibi akan, bir oturuşta okunan, hayat üzerine enfes düşüncelerden, öğüt, tavsiye ve mesellerden oluşan bir denemeler bütünü. Anne Lindbergh eline aldığı her bir deniz kabuğunu, bir kadının yaşamındaki değişik bir evreye benzetmiş. Kitabın her bölümü bir kadının hayatındaki ayrı bir evreden oluşuyor. Bir kadının hayat içinde geçirdiği değişimleri, arada bir yalnız kalma ihtiyacını, ilişkilerini, evlilik hayatını, annelik rolünü..ve hayata dair herşeyi müthiş güzel, akıcı, açık bir dille anlatmış yazar. Tadı damağımda kaldı. Yaşamımda yer alan ve değer verdiğim her kadının okumasını isteyeceğim bir klasik olarak hayatımda yerini aldı bu kitap.










Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay





“Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.

Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
- Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. 
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!


- Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.
Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

- Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor. 
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? 
Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?


 Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü?
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü.


Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.


Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.


Ahmed'i ne için harcadığımızı 
bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!” 

― Falih Rıfkı AtayZeytindağı

İnsanı bildiğini düşündüğü bir tarihi dönemi tekrar gözden geçirmeye iten, 1. Dünya Savaşı ve sonuçları, Osmanlı'nın Arap cepheleri ile ve yaşanılan acılarla ilgili çok daha fazla düşünmeye sevkeden, sarsıcı bir kitap. Uzun zamandır tarihi konu alan ve beni böylesine etkileyen bir roman okumamıştım. Kısa ve çok sürükleyici oluşu, insanın içine işleyişiyle bu romanı çok sevdim. Yüreğimi sızlatan bu romanı okuyunca, savaşın ne denli anlamsız, insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu düşündüm çokça. Milyonlarca hayatın filler güreşirken ezilen çimenler gibi arada nasıl harcandığı, heba edildiği, acıların dağlara taşlara sığmadığı o savaş yıllarını düşündüm.

Gözümden bir kaç damla yaş aktı. Geri gelir mi bir daha Ahmet'ler?




Paulo Coelho - Hac


Paulo Coelho'nun 'Simyacı'sını, 'Piedra Irmağı'nın kıyısında oturdum, ağladım' kitaplarını herkes gibi Türkiye'de ilkgençliğimde okumuş ve beğenmiştim. Ancak İspanya'da bir keşişin hac macerasını anlatan bu roman Simyacı'ya hazırlık gibi yazılmış ve ondaki neredeyse bütün fikirleri içeren, insanı çok şaşırtmayan, çok yeni bir şey öğretmeyen bir kitap. Beni çok da içine çekemedi, başladığım için bitirmiş olmak için okudum. Hoş bir kaç düşünce yok değildi içinde, ama genelinde vasat bir kitaptı.

Sunday, May 17, 2015

Milan Kundera - Yavaşlık


'The degree of slowness is directionally proportional to the intensity of memory. The degree of speed is directionally proportional to the intensity of forgetting.' - Milan Kundera - Slowness


Okuduğum ilk Kundera romanı oldu, çok akıcı bulduğumu söyleyemeyeceğim, ancak içinde altı çizilmeye değer bir kaç fikir de yok değildi. Romanın yapısı gereği yazar daldan dala atlayarak çok dağınık bir kurgu kullanmış. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği'nin aksine, bu romanını Çekçe değil Fransızca olarak yazmış. Bu da sanırım romanın yapısını etkilemiş. Yavaşlık ve hafıza arasında, hız ile unutma arasında kurulan bağlar dikkat çekici ve çok ilginçti. Yine de romanın içine tam anlamıyla giremedim ve kendimi kaptıramadım maalesef.


Tuesday, April 28, 2015

Yaşamın anlamı

Yazdığım yazılar ve çektiğim fotoğraflar birilerinin gerçekten ruhuna dokunabildiyse eğer, paylaşılmaya değer bulunduysa, o kısacık, sihirli anlarda hayatın anlamına bir adım daha yaklaştığımı hissediyorum.


Friday, April 17, 2015

Nisan sabahı




Bu sabah mutluluk, 18-19Clik şurup gibi bir havada, ayağımın altında çimenler, önümde alabildiğine uzanan Michigan gölü, kalbimde sınırsız bir sevgi ile yarım saat boyunca yoga yapmak, temiz göl havasını içime çekmek, yoga sonunda savasana pozisyonunda yatarken kuş seslerini dinleyerek yaşadığıma, bu anı, bugünü yaşayabildiğime şükretmekti. 

Sunday, April 12, 2015

Nisan sarhoşu




'April is the cruelest month
Breeding lilacs out of the dead land,
Mixing memory and desire,
Stirring dull roots with spring rain.'


- TS Eliot


Açtım gözlerimi baharın mavi gökyüzüne, kışın buz mavisi gökyüzüne inat sıcacık bir maviyle parlayan sonsuzluğuna.

Sen başka bir şehrin sokaklarında yürürken, ben bu şehirde derin nefesler alarak içtim baharı.. Uzandım yaşam ve varolmanın coşkusuyla fışkıran yemyeşil çimenlerin üzerine. Susamış gibi kana kana içtim ılık Nisan güneşini.

Nisan sarhoşuyum. Günışığı dolmuş ruhuma, dönüyor başım. Mor çiçekler, bir deli nefes boyunca süregidiyor içimde. Mor çiçeklerin kokusu bulaşıyor üzerime. Bu kadar güzellik de fazla mı geliyor yüreğime ne.. Sarsılıyorum.

Nisan, ılık yağmurlarıyla yıkayıp ruhumu, sonra tir tir titreyen küçük bedenimi ısıtıyor güneşiyle.

Nisan, sen ne güzel, ne deli, ne zalim bir aysın.

Erik Satie dinleyesim var.

Oturup şiir yazasım var.

Kendimi atıp sokaklara, saatlerce yürüyesim var.

Bir Nisan akşamında, bir göl kıyısı şehrinde, mor çiçeklerin şarkısını söyleyesim var.



'Imkansız şey
şiir yazmak
aşıksan eğer;
ve yazmamak,
aylardan nisansa.' - 
Orhan Veli


Tuesday, April 7, 2015

Still Alice - Lisa Genova




Still Alice, bir beyin uzmanı olan Lisa Genova'nın uzun araştırmalar sonucunda yazdığı, Alzheimer hastalığını hastanın kendi gözünden anlatan müthiş akıcı, bir o kadar can acıtıcı ve etkileyici romanı. Yakın zamanda Julianne Moore'un en iyi kadın oyuncu ödülünü almasıyla ünlü olan filmini henüz izlemedim, ama kitabı soluksuz, iki günde okudum. Hem dedemi, hem babaannemi Alzheimer hastalığından kaybetmiş biri olarak beni çok derinden vurdu bu roman. Harvard Üniversitesi'nde profesör olan 50 yaşında erken Alzheimer tanısı konan Alice Howland'ın hikayesini okurken, gittikçe korkunçlaşan bir sürece biz okurlar olarak müdahil oluyor, bu süreci onunla birlikte yaşıyoruz. Bildiği ve alışkın olduğu hayatı ellerinin arasından kayıp giderken, Alice'in hikayesi öylesine üzücü, ama öylesine de sürükleyici ki, sanki bakmak istemeyip de bakışlarınızı uzaklaştıramadığınız bir kazaya tanık olur gibi hızlı hızlı okuyorsunuz. Belki çok edebi tasvirleri olan, çok eşsizce yazılmış bir kitap değil, ama insanı derinden vuruyor.

Okuduktan sonra uzun bir süre aklımdan çıkmayan, beni derinden etkileyen bu roman (ve daha sonra çekilen filmi) sayesinde Alzheimer hastalığıyla ilgili farkındalık biraz olsun bile artacaksa, yazarın bütün emeklerine değer. Alzheimer Derneği'ne göre ABD'de şu anda 2015de 5.3 milyon Alzheimer hastası var. Ve hastaların üçte ikisini kadınlar oluşturuyor maalesef. Henüz bir tedavisi olmayan bu hastalığın çaresi için yapılan araştırmalara destek olmak, ve daha fazla bilgilenmek isterseniz Alzheimer derneği'nin sistesinde gezinebilirsiniz.

Okunması insanın ruh hali açısından pek kolay olmasa da, mutlaka okunması gereken bir roman. Umarım yakında bu hastalığın ilerleyişini hiç olmazsa durdurmanın bir yolu bulunur. Daha fazla aile de sevdiklerini bu hastalığa kaybetmek ve acı çekmek zorunda kalmaz.


Monday, April 6, 2015

Bone Clocks - David Mitchell


“But it’s the feeling of love that we love, not the person.” 
― David MitchellThe Bone Clocks



Bazı yazarlar insanın ruhuna seslenebilir. Ne yazarlarsa yazsınlar keyifle, içine gömülerek okursunuz. İşte benim için David Mitchell böyle yazarlardan biri. Son romanı The Bone Clocks da beni okurken inanılmaz mutlu etti. 1980li yıllarda başlayıp 2045 yılı civarlarında biten inanılmaz bir macera. Okurken, koltukta oturup okuyor olduğumu unutturan cinsten. Irak Savaşı'ndan çevre kirliliğinin yol açabileceği korkunç bir gelecek distopyasına, ergenlik psikolojilerinden kültler arasında geçen gerçeküstü savaşlara, zaman içine dağılmış onca hikaye hem insanı derinden etkiliyor, hem de birbirine çok güzel bağlanıyor, tıpkı Cloud Atlas kitabında olduğu gibi. Özellikle Holly'nin hikayesinin zamana dağılışı, kurgusu o kadar güzel örülmüş ki bir kez daha bu İngiliz yazara hayran kaldım. Bone Clocks bu kış okuduğum en güzel ve unutulmaz romanlar arasına girdi bile. Uzun süre etkisinden çıkamadım, günlerce özellikle çevre ve dünyanın geleceği üzerine söyledikleri üzerine düşündüm durdum. Bu da iyi bir roman olduğunun en büyük kanıtı bence.


Remains of the Day - Kazuo Ishiguro



“Indeed — why should I not admit it? — in that moment, my heart was breaking.” 

Kazuo Ishiguro - The Remains of the Day



Türkçe'ye 'Günden Kalanlar' diye çevrilebilir başlığı sanırım.. Bu romanı pek sevdim. Kazuo Ishiguro'nun okuduğum ilk romanı oldu ama kesinlikle sonuncusu olmayacak. İngiltere'de İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir İngiliz lorduna hizmetkarlık eden Stevens'ın ağzından anlattığı anıları, pişmanlıkları, hissettikleri, yaşadığı hayal kırıklıkları ve geçmişe duyduğu özlem bizi bir su gibi akarak o yıllara götürüyor. Ishiguro'nun yalın ama derinden etkileyici tarzını çok sevdim. İnsanın ağzında buruk bir tat bırakan, İngilizce'yi çok güzel kullanan, yaşadıklarımız kadar yaşamadıklarımız, söylediklerimiz kadar söylemediklerimiz üzerinde de düşündüren, çok hoş bir roman. Okuduktan kısa süre sonra da Chicago Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada yazarı Kazuo Ishiguro ile tanışma şerefine erişmem, onun ağzından kendi günlük yaşamını, yaza macerasını, sevdiği kitapları..vs dinleyebilmem çok güzel oldu.


Kitabın üzerinde, 'Esra'ya...Yazmaya devam et' yazıyor :)

Romanı okuduktan sonra methini duyduğum filmini de oturup izledim. Anthony Hopkins'i de, Emma Thompson'ı da çok sevdiğimden, filme de bayıldım. Tabii ki romanda duyduğumuz, bize olayları anlatan ana karakterin iç sesi filmde yok, ama romanın genel havasını, o hüznü, geçmişe duyulan özlemi ve İngiltere'nin genel atmosferini çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Yaşanmamış bir aşkın yarattığı kalp kırıklığı da Anthony Hopkins'in hüzünlü bakışlarında çok güzel yansımış. Tadı damağımda kaldı, hem romanın, hem bu güzel filmin..







Çehov - Kısa romanlar


Okurken çok sevdiğim The Steppe (Bozkır), The Story of an Unknown Man (Bilinmeyen bir adamın öyküsü) ve My Life (Benim Hayatım) romanlarını içeren bu seçkiye bayıldım. Çehov okumayı çok seviyorum. Yaşamı bir meyve gibi kesip, dilimlerini önümüze sunuyor. Özellikle Bilinmeyen Adamın Öyküsü'nde, Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kış Uykusu' filminde esinlendiği diyalogların, sahnelerin kaynağını bulmak çok güzeldi. Yaşamı böylesine sade ve yalın, ama böylesine incelikle dokuyan, anlatan başka az yazar vardır herhalde. Eğer Çehov'u sadece öyküleriyle tanıdıysanız bu kısa romanları da kaçırmayın derim.

Friday, April 3, 2015

Elveda Kayahan...




Bugünlerde bir hüzünlüyüm zaten, Türkiye'deki olaylardan mıdır, kendi hayatımda bir ara dönemden geçiyor olmaktan mıdır nedir, ruh halim sürekli gitgelli, sürekli tedirgin.. Bugün de bu haberi alınca çok acıdı içim.. Çocukluğumun bütün büyük parçaları kocaman bir duvarın sıvaları gibi teker teker dökülüyor demiştim ya.. Kayahan'ın bende yeri ayrıdır. Öylesine çok anım var ki onun şarkılarıyla.. Ortaokulda soğuk kış günü akşamları kasetini koyup dinlediğimiz 'Odalarda Işıksızım' albümü.. Annem, babam ve kardeşimle Antalya'ya, Kemer'e giderken arabayla, sabaha kadar aynı şarkıları dinlerdik o kasetten.. Kardeşimle Antalya'da Bey Dağları'nın yanından geçerken gün ışımaya, tanyeri ağarmaya başladığında 'Sabahlar Uzak' şarkısını hüzünle dinlediğimizi, Kayahan'ın o dağlarda gitarıyla şarkı söylediğini hayal ettiğimizi hatırlarım. Öyle garip, duygusal çocuklardık işte biz de..

İçimize işleyen 'Yemin Ettim' şarkısını, canım babamla ortaokuldayken gittiğim bir şiir okuma yarışmasında, sahnede üşümekten içim titreyerek okumuştum. 'Asırlardır yalnızım, pişmanım alınyazım'...İnsanın içini dağlayan şarkıların başında gelir.

Sonra ilkbaharda tatile gittiğimiz Uludağ'da babamla telesiyeje binerken biz, ve ben havada uçtuğumu hayal ederken, yanından geçtiğimiz her bir direkten yine Kayahan'ın sesi geliyordu.. 'Bir aslan miyav dedi, minik fare kükredi' diye neşeyle söylüyordu Kayahan'ın sesi.. Çok mutlu olmuştum. O sihirli mutluluk anlarındandı. Hayatımda ilk defa havada uçuyor gibiydim ve buna Kayahan'ın sesi eşlik ediyordu.

Yıllar sonra kendi kızım olduğunda 'E bebeğim e' şarkısını dinlerken neler hissettiğini, ne demek istediğini anladım Kayahan'ın.. Gözlerimden bir kaç damla yaş aktı.

2 sene önce bugün de sevgili hocam Faruk Mustafa'yı kaybetmiştik aniden, o da Kayahan'ın bizden ayrıldığı yaştan bir kaç yaş büyüktü sadece.. Nisan ayı, neden böyle zalim olmak zorunda?

Ve bir Nisan yağmuru gibi bastıran, bütün ruhumu saran, melankoli...



Wednesday, April 1, 2015

Annelik

Nazım'ın dizeleri var ya: 'Yarısı burdaysa kalbimin, yarısı Çin'dedir doktor' diyor hani, annelik işte kalbinin yarısının sürekli bedeninin dışında, çocuklarında olması. Dünyanın en büyük sevgisi, ama aynı zamanda en büyük kalp ağrısı. Öyle işte.


Tuesday, March 24, 2015

Ela Legose Pulim





Fotoğraf: Çamburnu, Sürmene



'dümende ve başaltlarında insanları vardı ki 
bunlar 
uzun eğri burunlu 
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki 
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin 
zaferi için 
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin 
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...' 


Nazım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı


Bugünlerde, neden bilmem, kan bağıyla bağlı olduğum insanlara, o uzak ülkede derinden bağlı olduğum yüzlerce insana sonsuz bir özlem duyuyorum, içimde müthiş bir ıssızlık duygusuyla.. Sadece 1 kez gitmiş olduğum, ama yüreğimin en derinlerinde bir yerde duran Karadeniz'i özlüyorum durup durup.. Volkan Konak, Kazım Koyuncu ve Nikos Mihailidis dinliyorum sürekli, burnumda yemyeşil çay bahçelerinin kokusu.. Anneannemin anlattığı masalları, efsaneleri, 'Karakoncolos' öykülerini, onun Türkçe-Rumca karışık kendine has dilini yazmak istiyorum. 'Kan çekiyor' dedikleri zaman neyi kastediyorlarsa, o oluyor bana da.. Bir demir parçası mıknatısın gücüne nasıl hayır diyemezse, o şekilde çekildiğimi hissediyorum topraklarıma. Gidip o insanları görmek, uzak akrabalarımın hepsini bulup tek tek sarılmak, hikayelerini dinlemek istiyorum. Karadeniz'i özledim çok.. O renkli gözlü, kemerli burunlu, bağıra çağıra konuşan, çabucak sinirlenen, bir o kadar çabuk seven, ne çok, ne çok sevdiğim, canımın içi insanlarıyla.. Yemyeşil ormanları, köpüren dereleri, çay ve tütün kokulu bahçeleri, başı sisli yaylaları, mısır ekmeği ve kara lahanasıyla. Keşanlı kadınları, kükreyen dalgalı denizi, ıssız patikaları, eski evleriyle.

Bir gün yeniden yolum düşecek topraklarına, yaylalarına.. çok iyi biliyorum. O güne kadar gün sayıyorum.


Friday, March 20, 2015

Yoganın 18. günü



Starlings in Winter


Chunky and noisy,
but with stars in their black feathers,
they spring from the telephone wire
and instantly
they are acrobats
in the freezing wind.
And now, in the theater of air,
they swing over buildings,
dipping and rising;
they float like one stippled star
that opens,
becomes for a moment fragmented,
then closes again;
and you watch
and you try
but you simply can’t imagine
how they do it
with no articulated instruction, no pause,
only the silent confirmation
that they are this notable thing,
this wheel of many parts, that can rise and spin
over and over again,
full of gorgeous life.
Ah, world, what lessons you prepare for us,
even in the leafless winter,
even in the ashy city.
I am thinking now
of grief, and of getting past it;
I feel my boots
trying to leave the ground,
I feel my heart
pumping hard. I want
to think again of dangerous and noble things.
I want to be light and frolicsome.
I want to be improbable beautiful and afraid of nothing,
as though I had wings.

Mary Oliver






Tuesday, March 17, 2015

İki grafik roman


'Hahamın kedisi', Joann Sfar'ın kendine özgü çizgileriyle süslediği, bir oturuşta okunan, hoş bir roman. Hayata, dine, felsefeye, aşka, yaşama ve ölüme dair düşüncelerini yazar,  bir kanaryayı yedikten sonra konuşma yeteneği kazanan bir kedinin dilinden anlatıyor. Cezayir'de Sefardik bir Yahudi hahamın kedisi olan bu hayvan, Lafontaine masallarındaki gibi bize hayatta başımıza gelenlerden çıkarılacak dersleri ve yaşamın bazen komedi derecesine varan anlamsızlığını pek hoş bir şekilde aktarıyor. Oturup bir solukta okunan, değişik, güzel bir grafik roman.  






Art Spiegelmann'ın Nazi soykırımından bir şekilde canlı kurtulabilmeyi başarmış babası ile olan konuşmalarından ilham alarak çizdiği Maus I ve II grafik romanlarının kolay okunduğunu söyleyemem. İnsanlık tarihinin en korkunç, en utanç verici hikayelerinden birini anlatıyor nitekim.. Fazla güçlü, okurken fazla can acıtıyor.. Bir çok yerde yutkunarak devam etmek için kendimi zorlamak zorunda kaldım. Ancak 20. yüzyılın acılarını ve insanın zalimliğinin sınırsızlığını unutmamak, tekrar tekrar hatırlamak için mutlaka okunması gereken, müthiş acı bir öykü. Yahudi soykırımının şimdiye kadar okuduğum en etkileyici, en vurucu betimlemesi. İnsanı yüreğinden tutup, bırakmıyor.