Thursday, February 26, 2009

Varoşların milyoneri


Filmi izlemediyseniz yazımı okumamanızı öneririm.

Bu yazıyı yazmadan önce şunu da belirteyim: Hiç bir zaman 'Aman herkesin beğendiği bir filmi/kitabı izlemem, okumam, çok banal, hiç de beğenmem' diyen insanlardan olmadım. Bunun en iyi örnekleri:

- Harry Potter'ın bütün kitaplarını okudum, bütün filmlerini izledim, müptelasıyım :)
- Lost dizisini izliyor ve çok beğeniyorum.
- Da Vinci Şifresi ve özellikle de Melekler ve Şeytanlar kitaplarını okurken çok eğlendim, çok zekice buldum kurgularını.
- Babam ve Oğlum filmine bayıldım.
- 'Yüzüklerin Efendisi' serisinin de aynen bütün kitaplarını okudum, bütün filmlerini defalarca izledim. Bir Tolkien hayranıyım.
- Vesaire, vesaire...


Kısacası popüler olan bir çok kitabı ya da filmi beğenmişliğim, çok sevdiğim olmuştur.

Ama hayatta hiç sevmediğim şeylerden biri, bir filmle ilgili beklentilerimin başkaları tarafından abartılı yükseltilmesi.

Slumdog Millionaire filminde de aynen böyle oldu. Aylar boyunca her türlü kanaldan (cep telefonuma mesajlar yağdırarak, internetten, yüzyüze konuşarak) onlarca arkadaşım bana bu filmin ne kadar da güzel, ne kadar da mükemmel bir film olduğunu, filmi mutlaka en yakın zamanda izlemem gerektiğini söyleyip durdular. Böylece bu filmle ilgili beklentilerim öyle bir yükseldi ki, hayalkırıklığına uğramam garanti oldu..

Filmin sinematografisi ve müzikleri hiç de fena değil gerçekten. Ama oyunculuk ya da kurgu adına çok vasat bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Yani bu kadar abartılacak, övgüler yağdırılacak, başına 8 Oskar kondurulacak bir film yoktu bence ortada. Vasatın biraz üstünde bir çalışma olmuş, o kadar.

Ayrıca film beni çok rahatsız eden bir 'Batı'dan Doğuya aşağılayıcı bakış' yani Oryantalizm kokuyor. İngilizlerin bütün sömürgelerine ve genel olarak Batı'nın Doğu'ya bakışını özetliyor gibiydi sanki.

Film boyunca verilmek istenen mesajı ben şöyle algıladım:

'Hindistan çok pis, iğrenç bir yerdir. İnsanlar pislik içinde, sefalet içinde yaşar, organ mafyası, şiddet, hastalık orada kol gezer. Ama Amerikalılar çok iyi kalpli, etraflarına para saçan insanlardır. Yabancı bir ülkede arabaları tekerleklerine kadar soyulsa da 'ne de olsa sigortamız var' diye gülerek geçiştirirler (!!).

Hindistan'da çok sayıda fakir insan ve çocuk da vardır. Çok, çok zor koşullar altında yaşarlar. Ama yaşamlarını değiştirmelerine, daha iyi bir yaşam kalitesine ulaşmalarına gerek yok çünkü belli mi olur, varoşlardan çıkan bir çocuk bir gün milyoner bile olabilir. Paraya zerre kadar değer vermiyor bile olsa.

Biz bu filmin yönetmenleri olarak sizin 'egzotik'liğinizden, çocuk saflığınızdan, oyunculuk yeteneğinizden ve sırtınızdan milyonlarca dolar ve sarı altın heykelcikler kazanıyoruz, ama siz hala muşamba çatıların altında, çamurların içinde yaşayabilirsiniz. Ne de olsa 'umudun gücü' var çünkü, belli mi olur, bir gün şans size de güler.

Umut, fakirin ekmeğidir. Umutlanın varoş çocukları! Belki bir gün, bir gün siz de bu kara oğlan gibi hem sevdiğiniz kıza, hem de milyonlarca rupe'ye ulaşıverirsiniz. Çünkü bu, kaderinizde yazılıdır!'

Benim için büyük bir hayalkırıklığı olmaktan öteye geçemedi maalesef bu film. Ve bana herkesin bayıldığı bir filmi benim hiç beğenmeyebileceğimi de hatırlatmış oldu.

Wednesday, February 25, 2009

Kabus

Gece çok huzursuz, inanılmaz yorucu bir uyku uyudum. Sabaha karşı kabus görürken uyandım. Uzun süre etkisinden kurtulamadım.

Kabusumda evimizin olduğu binanın altında başka binalara bağlı bir bomba alarm sistemi tespit ediliyormuş (!). O yüzden binamızı tamamen patlatmaları, yok etmeleri gerekiyormuş. Bize bir an önce evinizi boşaltın diyorlar. Ne alacağımı şaşırıyorum. Rüyamda hemen aklıma gelenler: Sırt çantama pasaportum, gözlüğüm, kimliğim, bilgisayarım, cüzdanım, telefonum.

Rüyamın etkisinde o kadar uzun süre kalkamadan gergin bir şekilde yatakta yattım ki. Aklıma Filistinliler geldi. İsrail'in evlerini arayıp 'Yarım saat sonra evinizi bombalayacağız, bir an önce boşaltın' diyerek uyardığı Filistinliler. Ne yapardınız? İki dakika içinde karar vermek zorunda kalsanız neyinizi alır, neyinizi bırakırdınız böyle bir durumda? Ne kadar zor bir karar. Herhalde canınızı kurtarmak bile yeterdi. Çok da umrunuzda olmazdı belki başka şeyler.

Bir uyandım, geldim bilgisayarıma haberlere baktım, uçak düşmüş, insanlar ölmüş.

Bugüne kötü bir başlangıç yaptım :(


Saturday, February 21, 2009

Ailemiz, kaderimiz

Fotoğraf: Creativesam

Yıllar önce ben Almanya'da dil dersleri alırken, kursta arkadaşlarımın arasında benden yaşça epeyi büyük, çok tatlı Rus bir hanım vardı. Hayatla ve insanlarla ilgili konuşmalar yapardık, ondan gerçekten çok şey öğrendim. Bir gün, konuşmamızın arasında bana söylediği eski bir Rus atasözünü ise, hayatımın geri kalanında hiç unutmadım.

Rusların inanışına göre hayatta mutluluk bir insana üç yoldan gelirmiş:

1- Kimler arasında doğduğun
2- Kimler tarafından eğitildiğin
3- Kiminle evlendiğin

Gerçekten de, ne kadar doğru bir söz. Hayatımızın gidişatını en çok belirleyen faktörü, yani ailemizi ve akrabalarımızı kendimiz seçemiyoruz. Tamamen bir şans meselesi. İnsanın kaderi,kimler arasında doğduğuna bağlı olarak o kadar farklı şekiller alabiliyor ki.
Ailesinin tutumuna bağlı olarak bir çocuğun karakteri şekilleniyor, hayatta hangi seçimleri yapacağı belirleniyor. O çocuğun içindeki cevherler ortaya da çıkabiliyor, tamamen bastırılıp köreltilebiliyor da.

Aslında bence diğer iki mutluluk yolu da ailemize bağlı, onların bizi nasıl bir birey olarak yetiştirdiğine ve nasıl bir eğitim olanağı verdiklerine. İnsan
ileride evleneceği insanı bile bilinçaltında annesi ya da babasını ve onlar arasındaki ilişkileri temel alarak seçiyor. Annesi ve babası mutlu ve sevgi dolu olan çocuklar, hayatının geri kalanında mutlu, huzurlu oluyor. Sevgi göremeyen bir çocuk ise sevgi veremiyor. İnsanları sevmek ya da sevmemek, kendine güvenip güvenmemek pek sonradan öğrenilebilen şeyler değil. Bunların filizleri genelde çocuklukta içimizde kök salıyor.

Bütün bunlara baktığımızda, görüyoruz ki, ailemiz, aynı zamanda kaderimiz. Ailemizin eğitim seviyesi, bilinç düzeyi, anne ve babamızın kendi ailelerinde nasıl yetiştirildikleri...vs. hepsi bizim karakterimizi ve kaderimizi belirleyen etmenler. Böylece, bir anne ya da babanın çocuğunu yetiştirme şekli, aynı zamanda kendinden çok sonraki nesilleri bile etkiliyor. Mesela bir çocuğun anneannesinin babası onu küçükken dövdüyse ya da sözle yaraladıysa, bu o çocuğun anneannesinin annesini yetiştirme şeklinde, dolayısıyla annesinin onu yetiştirme şekline yansıyor.

Bir çocuğun kalbi yaralanınca, bundan sonraki bütün nesiller etkileniyor. Bu, ailenin ne kadar hayati bir önem taşıdığının en önemli kanıtı bence. Çünkü ailemiz, öncesi ve sonrası olmayan bir zincirin bir parçası. Hepimiz içimizde ailemizi taşıyor, ve kendi çocuklarımıza, torunlarımıza, torunlarımızın çocuklarına aktarıyoruz bu mirası.

Hiç bir zaman, hayatta şu anda geldiğim yere gelebilmemin en büyük sebebinin aile konusunda çok şanslı olmam olduğunu unutmadım. Eğitimli, bilinçli, beni her konuda destekleyen ama özgürlüğümü asla kısıtlamayan, bütün kararlarımda bana saygı duyan ve güvenen, sevgi dolu bir annem ve babam olduğu için kendimi hep çok şanslı hissettim, Allah'a hep şükrettim. Başarılarımın çoğunun kökeninde onların desteği ve varlığı olduğunu kendime hep hatırlattım. Onlara layık bir evlat olmaya çalıştım, çalışıyorum. Umarım ben de ileride evlatlarım olduğunda onları annem ve babamın beni yetiştirdiği gibi yetiştirebilir, onlara aynı sevgiyi ve özeni gösterebilirim.

İnsanların hayattaki en büyük şansları, bazen de maalesef, şanssızlıkları oluyor aileleri.

Ailemiz, kaderimiz. Eğer bu konuda şanslıysak, değerini bilmeliyiz.


Blog ödülü



Gece Yolculuğu Pratik Anne'den 'I love your blog' ödülünü almış. Çok teşekkür ediyorum kendisine, ben de bu ödülü daha önceden bu konuda bir yazı yazmış olduğum için oradaki bütün takip ettiğim bloglar'a veriyorum.

Sevdiğim Bloglar



Monday, February 16, 2009

Şubat ayı


Farkettim ki blog'umu biraz daha kişiselleştirmem, 'benim' yapmam lazım. Yazılarımın ne kadar genel olduklarını ne kadar çok kopyalandıklarından, çalınıp başka yerlerde kullanılabilmelerinden anladım. Blog'umun içine biraz daha fazla kendimi, kendi hayatımı katmaya karar verdim bundan sonra.

Bu ayda Moonshine neler yaptı, neler yapıyor?


- Herşeyden önce bu dönemde Moonshine şunu anladı: O hiç bir zaman klasik kafası kitaplarının içine gömülü, 'inek' ve hayattan habersiz bir doktora öğrencisi olamaz.
Sınav zamanı bile kendini yaşamdan soyutlayamaz, bir odaya kapatamaz, öyle bir şey yaparsa aklını kaybeder. İnsan yüzü görmeden, sosyal aktivitelerden, sanattan, müzikten, sinemadan uzak yaşayamaz.

- Sevgili arkadaşı A ile çaylarını yudumlarken piyanodan canlı olarak Chopin dinlediler, enfesti.


- 8 saatlik bir okuma seansının ardından okulunun 'sanat festivali' kapsamında kilden heykeller yapıp ellerini çamura buladı, stres attı, çok eğlendi. Ayrıca hayatında ilk defa bir batik uygulamasıyla kumaşı boyadı, üzerine kalpler ve nehirler çizdi. Çok mutlu oldu.

- Aynı festival kapsamında çok güzel bir bale gösterisi izledi.

- Okumalardan ve okuduğu onlarca kitaptan iyice bunaldı, bir kaç günlük sıkıntılı / depresif bir döneme girdi. Bunda havanın kapkaranlık olmasının da etkisi oldu. Eline kitap dahi almak istemedi, sıkıntıdan boğulacak sandı. Perşembe günü itibariyle çok şükür sıkıntıyı atlattı, bu sefer de nezleye yakalandı. Claritin içip sersemledi, koltuğun üstünde saatlerce uyudu. Kendini tavuk çorbası ve litrelerce suyla iyileştirebildi.

- Arkadaşlarını gördü, güzel bir 'fasıl'a katıldı.

- Şirin yeğenlerini sevdi, mıncıkladı.

- Güzel bir iki film izledi (film eleştirileri devam edecek!)

- Çikolatalı dondurma ve siyah çikolatalı trufflelar yedi, çikolataya doydu.


- Aynı zamanda haftada 3 kere spor yapmayı sonunda bir düzene oturtabildiği için kendi kendini kutladı, böylece yediği çikolatalardan vicdan azabı duymadı. Keyfine vara vara yedi :) Ayrıca High Intensity Interval Training adında, aşırı yağ yakıcı özelliği bulunan yeni bir antrenman yöntemi keşfetti. Sonuçlarından çok memnun kaldı!

- Aynı şekilde bol bol yeşil çay ve nane çayı içti, bunların da müptelası oldu.

- Güzel yemekler yaptı, sebze ve meyvelerle haşır neşir olmak, onlara dokunmak, yıkamak, ayıklamak onu çok mutlu etti, kafasını boşalttı, okumalardan ve çalışmaktan güzel bir dinlenme oldu. Bir zamanlar mutfağa bile girmezken şimdi yemek yapmayı ne kadar sevdiğine kendisi bile şaşırdı.


- C.S. Lewis'in 'Narnia Günlükleri' romanından öğrendiği İngiliz çay sofrasını kurdu. Orada Mr. Tumnus'un Lucy'e hazırladığı yiyeceği hazırladı: Güzelce kızarmış ekmek dilimlerini üzerine bolca tereyağı sürülür. Üzerlerine konserveden çıkartılan sardalya balığı dilimleri güzelce yerleştirilir. Onların üstüne de katı pişmiş yumurta dilimleri konulup hepsinin üzerine bolca karabiber ekilir. Yanında tercihen Earl Grey çayıyla afiyetle yenir! Moonshine bütün bunları yiyip içince kendini İngiltere'de hissetti!

- Okudu, okudu ve daha çok okudu. Okumaktan gözleri kurudu, lenslerini çıkartıp kıpkırmızı gözlerini rahatlatmak uğruna eski dostu gözlüklerine geri döndü, lenslere bir süreliğine veda etti. Suni gözyaşı damlaları en iyi arkadaşı oldu.

- Haftada en az iki üç kere hocalarla görüştü, okudukları konusunda sorguya çekildi, cevap yetiştirdi :) Kısa makaleler yazdı. Fotokopi çektirdi, kampüste bir oraya bir buraya koşturdu.

- Haftada 3 saat ders vermeye devam etti, öğrencilerini gitgide daha çok sevdi. Üniversitedeyken uzun süre tiyatroyla uğraşmış olmanın ders vermede ne kadar olumlu etkisi olduğunu gördü. Haftada en az 3 saat kalabalık bir grubun karşısında tek başına konuşmak böylece çok daha kolay ve eğlenceli hale geldi.

- En önemlisi de farketti ki blog'unu çok seviyor. Yazmak onu başka hiç bir uğraşın yapamayacağı kadar mutlu ediyor. İyi ki var bu blog ve iyi ki beni yazmaya teşvik ediyor!

Ve şimdi okumaya tekrar geri dönmesi gerek :) iyi geceler!


Moonie





Saturday, February 14, 2009

28 Days Later



Genelde korku filmlerini çok seven birisi değilim. Bütün korku filmlerinin aynı klişeleşmiş öğeleri kullanmasından sanırım. Artık beni şaşırtabilecek pek korku filmi yok gibi geliyordu. Ta ki bu filmi izleyene kadar. 28 gün sonra, beğendiğim nadir korku filmleri arasında yerini aldı.

Film, şu ana kadar gördüğüm en ürpertici sahnelerden biriyle açılıyor. Hastanede uyanan bir hastanın, bütün şehrin tamamen boşalmış olduğunu görmesi. Şehrin her yerini, meydanlarını, köprülerini, caddelerini, marketlerini, alışveriş merkezlerini yürüyerek gezip hiç bir yerde hiç bir canlıya rastlayamaması. Bunun kadar korkunç bir kabus düşünemiyorum pek. Film severler hatırlarlar ki benzer iki sahneyi önce üstad Bergman'ın şaheseri olan Wild Strawberries (Yaban Çilekleri) filmindeki rüya sahnesinde, daha sonra da Vanilla Sky'da izlemiştik. (O filmde Times meydanını bomboş ve ıssız görmek hala beni ürpertir).

Film doğal olarak bu tür distopyaların en tanıdık mekanı olan İngiltere'de geçiyor. Bu filmin açılışında da bomboş, ıssız bir Londra'yı izliyoruz. Godspeed You Black Emperor! grubunun muhteşem şarkısı East Hastings eşliğinde. Bu enfes müziğin de etkisiyle o sahne beni inanılmaz hüzünlendirdi gerçekten. Sanırım bunda, böyle bir geleceğin ve insanlığının sonunun gelmesinin çok da uzak bir ihtimal olmadığı düşüncesi de etkiliydi. İnsansız bir dünyanın ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha farkettirdi bana bu açılış sahnesi.


Filmin, burada anlatamayacağım, ancak izlenince anlaşılan çok değişik bir havası var. Klasik korku filmleri gibi değil. Çok daha gerçekçi ve ürpertici. İnsan ister istemez 'Sonumuz böyle mi olacak acaba?' gibi karamsar düşüncelere kapılıyor.


İki Johnny Depp filmi

Çok uzun zamandır izlediğim filmlerin eleştirilerini yazamıyorum buraya. En azından bir kaç tanesini aradan çıkarayım dedim. Eğer bu sıralar izleyecek film arıyorsanız işte tavsiyelerimden birkaçı, bu ve bundan sonraki bir kaç yazımda.

Edward Scissorhands (Edward Makaseller):



Tim Burton'ın hayran olunası hayalgücünden çok güzel bir masal. Ben bu filmi çok küçükken izlemiştim, ama aklımda çok az detayı kalmış, o yüzden ne zamandır bir daha izlemek istiyordum. Kullanılan renkler çok güzel: Tim Burton 'Suburbia'nın, yani Amerika'nın banliyölerinin boğucu ve sıkıcılığını inanılmaz parlak renklerle yansıtmış. Hepsi birbirine benzeyen kadın tipleri bana 'Stepford Wives' filmini hatırlattı. Edward ise zaten herkesin içine işleyen bir karakter. Johnny Depp olağanüstü oyunculuk yeteneğini konuşturuyor bu filmde de. Farklı olmayı, karşılıksız ve ümitsizce sevmeyi, hayalkırıklığını çok güzel anlatıyor film. Ayrıca bu filmi izledikten sonra burada kışın sürekli devam eden ve artık bıktığım kar yağışına çok daha farklı bir gözle bakmaya başladım :) Çok tatlı, ama acıklı bir masal.

What's eating Gilbert Grape:


Bu film de uzun zamandır adını duyduğum ama daha yeni izleyebildiğim bir 90'lar filmi. Son 15 gün içinde tamamen tesadüfen izlediğim 2. Johnny Depp filmi bu oldu.

Filmde Johnny Depp, zeka özürlü 17 yaşındaki kardeşi Arnie'ye ve ailesinin geri kalan bütün üyelerine (aşırı ölçüde obez olan annesi de dahil) bakmakla yükümlü olan bir genci canlandırıyor. Kardeşi Arnie rolünde Leonardo DiCaprio var. Sanırım o zamanlarda 16-17 yaşlarında kadarmış. DiCaprio'yu, doğrusunu söylemek gerekirse, 'Titanik' filmi yüzünden hafife alıyordum.
Bu filmi izledikten sonra görüşüm tamamen değişti. İnanılmaz bir oyunculuk sergilemiş. Hayran kalınacak bir yetenek. Daha o yaşta böylesine bir rolün üstesinden gelebilmesi beni çok şaşırttı. Johnny Depp bile bu filmde onun gölgesinde kalmış sanki.

Lasse Hallstrom'un yönettiği bu film o kadar içten, o kadar hayatın içinden ki. Hem buruk, hem de insanın içini ısıtan bir hikaye. Tam da bu yüzden çok gerçekçi zaten. İnanılmaz ölçüde sıkıcı herhangi bir küçük Amerikan kasabasında yaşanabileceek bir hikaye, her biri birbirinden ilginç karakterler. Magnolia'daki polis rolüyle tandığımız John Reilly'i de burada görmek çok hoş bir sürpriz oldu. Gilbert Grape'in hayatı her gün rastladığımız herhangi bir insanın hikayesi gibi: Hem tanıdık, hem büyüleyici. Mutlaka izleyin derim.


Thursday, February 12, 2009

Alacakaranlık




Alacakaranlık. Gece, kopkoyu örtüsünü henüz kaldırmamış üzerimizden. Mışıl mışıl uykumuzdan yeni uyanmışız. Oda uyku kokuyor. Başımız, rüyalarımızın sisli perdeleriyle dumanlı. Yarı karanlık, yarı aydınlık olan o masalsı ışıkta, uzanıp yüzüne dokunuyorum. Gerçekliğinden emin olmak ister gibi. Yarı uyanık, bana o gece gördüğün bütün rüyaları anlatıyorsun. Fısıltıyla. Ben de sana kendi rüyalarımı anlatıyorum, kısık, buğulu uyku sesimle. Uyku mahmurluğuyla. Gecenin sihrini sabaha taşıyoruz kelimelerimizle. Bambaşka dünyalardan küçücük bir adaya, aniden ve aynı anda düşmüş gibiyiz. Bazı rüyalarımın saçmalığına gülüyorsun, kabuslarımdaki korkunç olan herşeye ise iç çekip, 'yazık' diyor, saçlarımı okşuyorsun. Sonra sarılıyorsun bana. Kabuslarımdaki o bütün korkunç canavarları, karanlıkları, kötülükleri, beni incitmek isteyen herşeyi çekip almak ister gibi. Birbirimize kendi masallarımızı anlatıyoruz, alacakaranlıkta.


Ve ben hayatımın sonuna kadar her sabah seninle rüyalarımı paylaşmak istiyorum.

Saturday, February 7, 2009

İnsanlar


Ne kadar severim o insanları!
O insanlar ki, renkli, silik
Dünyasında çıkartmaların
Tavuklar, tavşanlar ve köpeklerle beraber

Yaşayan insanlara benzer.


Orhan Veli Kanık





Bazen, çok kalabalık bir meydanda, her biri bir başka yöne giden insan kalabalığının ortasındayken, ne kadar devasa bir insan topluluğunun bir parçası olduğumu farkediyorum.

Etrafımda telaşla bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturan insanlara karşı inanılmaz büyük bir sevgiyle doluyor içim. Öylesine büyük bir sevgi ki, kalbimden taşacak gibi oluyor bazen. Dünyada aynı anda uyuyan, ağlayan, okuyan, yazan, çalışan, kahkaha atan, yemek yiyen, spor yapan, oyun oynayan, yemek yapan, yürüyen, koşan....Bütün, ama bütün insanları düşünüyorum. Ne kadar büyük bir aileyiz. Ve insanların her biri öylesine eşsiz, öylesine benzersiz ki. Her insan şaşkın, ürkek, bu dünyaya niye geldiğini, buradan göçtüğünde nereye gideceğini bilemez bir halde oradan oraya koşturuyor. Hepsi de nesnelerin arkasındaki gerçekliği bilmeyen çocuklar gibi.

Hepimiz çocuklar gibiyiz aslında. Düşüp yaralanıyor, hatalar yapıyor, ağlıyor, sonra gülümseyebiliyor ve tekrar ayağa kalkıp maceramıza kaldığımız yerden devam edebiliyoruz. Her şeye, ama her şeye, yeteri kadar zaman geçerse eğer, alışabiliyoruz. Kendimizi her koşula uydurabiliyor, en karanlık gecede bile bir ümit ışığı görebiliyoruz. Dünya üzerinde, öleceğinin bilincinde olan tek canlı türü olmamıza rağmen, yine de yaşama dört elle sarılabiliyoruz.

Etrafımdaki bütün o insanlara bakarken, çok büyük bir sevgiyle doluyor içim. Her insan o kadar benzersiz ki. Öylesine eşsiz bir hikayeyi taşıyor ki yüreğinde.

Bazen, o insanlardan biriyle gözgöze geliyorum. Gülümsüyorum.









Fotoğraf: Victoriapeckham

Monday, February 2, 2009

Issız adam


Çağan Irmak'ın 'Babam ve Oğlum' filmini sevmiştim. Samimi ve içten bulmuştum. Hem bu yüzden, hem de Türkiye'deki 'Issız Adam' furyası yüzünden bu filmi çok merak ediyordum. Sonunda izleme imkanı buldum.

Film benim için tek kelimeyle hayalkırıklığı oldu. Konu zaten çok sıradan, ama hiç olmazsa konunun ele alınış şekli biraz değişik olsaydı. Oyunculuklar çok sahte gibi geldi bana, özellikle de başroldeki kızcağız sanki elindeki bir kağıttan okuyor gibiydi bazı replikleri. Karakter gelişimi gayet başarısızdı, bu iki bambaşka insan birbirlerine neden aşık oldular, nasıl birdenbire birbirlerini sevdiler, tamamen muallaktaydı.

Filmin çoğu sahnesinin tamamen Hollywood filmlerine özenen bir havası vardı. Türkiye'de bir kadın ve erkek arasında asla yaşanmayacak kadar gerçeküstü diyaloglar, şiirsel konuşmalar.. Karakterler benim için bu yüzden hiç gerçeklik kazanamadı. Çağan Irmak'tan çok daha iyisini beklerdim açıkçası.

Her yönüyle gayet vasat olan bu filmin neden bu kadar abartıldığını anlayamadım. Filmde incelenen 'Issız Adam' tiplemesi Türk toplumunda neden bu kadar lanse ediliyor onu da anlamadım.

Bence Türkiye'deki çoğu erkek kendine güvensizliklerini ve ilişkilerdeki beceriksizliklerini, bağlanma korkularını artık 'Issız adam' kisvesi altında kadınlara sanki bir meziyetmiş gibi sunabildikleri için seviyorlar bu filmi.

Kadınlar ise ıssız olmaktan çok 'arıza adam' diyebileceğim bu tiplere neden aşık olduklarını kendileri bile anlayamadıklarından, bu filmle kendilerini haklı çıkarabildikleri için.

Hala cevabını veremediğim bir sorudur bu: Bazı kadınlar neden kendilerine kötü davranan erkeklerden hoşlanır? İlle de onlara yapışıp kalırlar, bir türlü ayrılamazlar. Eşi kendisini dövdüğü halde boşanma raddesine gelip sonra eşini affeden ve ona geri dönen kadınlar biliyorum. Ya da gayet eğitimli, üniversite dereceli ve aydın kafalı olduğunu düşündüğüm, ancak eşlerinin kendilerini sürekli aşağılamasına ve hor görmesine göz yuman kadınlar. Ezilip büzülen, ama bu hakaret dolu ilişkilerin içinde sıkışıp kalan ve bir türlü dışarı çıkamayan kadınlar.

Bu mazoşizmin arkasında ne yatıyor? Bu kadınların kendilerine güvensizlikleri mi? Hayatları boyunca başka kimseyi bulamayacaklarını düşünmeleri mi? Bu kadınların hiç mi bir gururu, onuru yok? Bilemiyorum. Böyle davranan hemcinslerimi gerçekten anlayamıyorum.

Filmin-bence- tek güzel yanı müzikleriydi. Eski şarkıları çok seven biri olduğumdan 'Bir Zamanlar' web sitesinin adını duymak ve oradan bir kaç şarkı dinlemek çok hoştu. Onun dışında film gerçekten vasat ve sıradandı.

Bu filmi çok sevmiş olan, dillerinden düşürmeyen yüzlerce binlerce insandan özür diliyorum ama benim görüşüm böyle :)

İyi haftalar!

Moonie