Fotoğraf: Alex Barth
Rüzgarlı şehir.. Yazı da kışı da ayrı bir yaman olan, Ortabatı düzlüklerinin mücevheri, ışıltılı, soğuk ama güzel şehir. İstanbul'dan sonraki ikinci evim.
Bu şehre 21 yaşında geldim. 20 ile 30 yaş arasındaki, hani o en deli dolu, en güzel, insanın kişiliğini en çok şekillendiren yılların çoğunu burada geçirdim. Burada 'büyüdüm' ben, kendimi buldum, bir çok güzel insan tanıdım, hayatı dostlarımla paylaştım, bu şehirde hayat arkadaşımla tanıştım, önemli kararlar verdim, okudum, yazdım, çalıştım, sınavlara girdim, mezun oldum.. Hayatımın şimdiye kadar olan kısmının dörtte birini bu şehirde geçirdim.
Bu yüzdendir ki, yüreğimde hep ayrı bir yere sahip olacak bu şehir. Bir gün gelip ayrılmak gerektiğinde içim burkulacak, ve biliyorum ki ben bu şehri, bu şehirdeki dostluklarımı, anılarımı, hayatımı çok özleyeceğim.
Rüzgarlı şehir ise hep içimde bir yerlerde olacak..
Güzel şehr-i Chicago.. Seviyorum seni.
Wednesday, October 28, 2009
Monday, October 26, 2009
Benzersizsiniz!
Fotoğraf: Richard0
Siz, evet, şimdi bu yazıyı okuyan sizden bahsediyorum. Ne kadar eşsiz ve benzersiz olduğunuzun farkında mısınız acaba? Günlük hayatın hayhuyuna dalıp, unutuvermiş olmanız çok olası.
Haydi birlikte bir deney yapalım. Yarın sabah, aynaya daha bir dikkatli bakın. Gözlerinizin içine, gözlerinizin rengine, saçlarınıza, kaşlarınıza, yüzünüzdeki benlere bile daha bir dikkatli bakın!
Bu yüzü, bu bedeni, bu kişilik özelliklerini oluşturmak için devasa gen havuzundan nasıl eşsiz bir kombinasyon seçildi, farkında mısınız?
Sizin gen kombinasyonunuz, dünya üzerinde başka hiç kimsede yok. Büyük büyük büyük anneleriniz, büyük büyük büyük dedeleriniz yaşam savaşı verdikleri için, yaşadıkları ve çoğaldıkları için buradasınız. İnanılmaz uzun ve büyüklüğü insanı korkutan bir zincirin son parçasısınız. O yüzlerce insandan sadece bir tanesi bile zamansız ölseydi, zincir kopardı, siz de bugün burada olmazdınız. Sizin varoluşunuz bile ne kadar büyük bir mucize, farkında mısınız?
Yarın sabah, kendinize daha bir dikkatli bakın. Varoluşunuzun, hayatta oluşunuzun mucizesinin farkına varın, keyfini çıkarın. Siz, eşsiz ve benzersizsiniz. Kendinizi, ruhunuzu ve bedeninizi sevin. Kendini sevmeyen, başkalarını da sevemez. Bunu unutmayın.
Siz, evet, şimdi bu yazıyı okuyan sizden bahsediyorum. Ne kadar eşsiz ve benzersiz olduğunuzun farkında mısınız acaba? Günlük hayatın hayhuyuna dalıp, unutuvermiş olmanız çok olası.
Haydi birlikte bir deney yapalım. Yarın sabah, aynaya daha bir dikkatli bakın. Gözlerinizin içine, gözlerinizin rengine, saçlarınıza, kaşlarınıza, yüzünüzdeki benlere bile daha bir dikkatli bakın!
Bu yüzü, bu bedeni, bu kişilik özelliklerini oluşturmak için devasa gen havuzundan nasıl eşsiz bir kombinasyon seçildi, farkında mısınız?
Sizin gen kombinasyonunuz, dünya üzerinde başka hiç kimsede yok. Büyük büyük büyük anneleriniz, büyük büyük büyük dedeleriniz yaşam savaşı verdikleri için, yaşadıkları ve çoğaldıkları için buradasınız. İnanılmaz uzun ve büyüklüğü insanı korkutan bir zincirin son parçasısınız. O yüzlerce insandan sadece bir tanesi bile zamansız ölseydi, zincir kopardı, siz de bugün burada olmazdınız. Sizin varoluşunuz bile ne kadar büyük bir mucize, farkında mısınız?
Yarın sabah, kendinize daha bir dikkatli bakın. Varoluşunuzun, hayatta oluşunuzun mucizesinin farkına varın, keyfini çıkarın. Siz, eşsiz ve benzersizsiniz. Kendinizi, ruhunuzu ve bedeninizi sevin. Kendini sevmeyen, başkalarını da sevemez. Bunu unutmayın.
Etiketler:
deneme
Sunday, October 25, 2009
Güzellikler, mutluluklar
Şu sıralar hayatımdaki güzel şeyler:
- Kampüsümdeki kıpkırmızı, yaprakları yanıyormuşçasına kızıla kesmiş ağaç. Ve sarının, turuncunun, kızılın, kahverenginin binlerce tonuna bürünmüş diğer ağaçlar. Sonbahar, bir kampüse bu kadar mı yakışır?
- Yüzmeye tekrar başlamış olmam. Suda bir balık gibi yüzdükçe kendimi uçuyormuş gibi hissetmek. Günaşırı havuza gidip kendimi suyun kollarına bırakmak, suyun içinde akmak, suyun içinde ana rahmine dönmüş gibi mutlu ve huzurlu olmak.
- Şarkı söylemeye geri dönmüş olmam. Müziği o kadar çok seviyorum ki müziksiz bir hayat düşünemiyorum. Müzik ruhumu besliyor, beni mutlulukla dolduruyor.
- Havanın serinlemesiyle birlikte battaniyenin altına girip nane-limon çayı içerek kitap okumak
- Pencereden yağmurları seyretmek
- Mum ışığında çay içmenin keyfi
- Ve burada hüküm süren Cadılar Bayramı ruhuna uygun olarak, karşınızda Moonie ve Bart'ın doktoralı balkabağı :)
Herkese sapsarı yapraklarla, ılık yağmurlarla dolu güzel bir Ekim ayı diliyorum :)
- Kampüsümdeki kıpkırmızı, yaprakları yanıyormuşçasına kızıla kesmiş ağaç. Ve sarının, turuncunun, kızılın, kahverenginin binlerce tonuna bürünmüş diğer ağaçlar. Sonbahar, bir kampüse bu kadar mı yakışır?
- Yüzmeye tekrar başlamış olmam. Suda bir balık gibi yüzdükçe kendimi uçuyormuş gibi hissetmek. Günaşırı havuza gidip kendimi suyun kollarına bırakmak, suyun içinde akmak, suyun içinde ana rahmine dönmüş gibi mutlu ve huzurlu olmak.
- Şarkı söylemeye geri dönmüş olmam. Müziği o kadar çok seviyorum ki müziksiz bir hayat düşünemiyorum. Müzik ruhumu besliyor, beni mutlulukla dolduruyor.
- Havanın serinlemesiyle birlikte battaniyenin altına girip nane-limon çayı içerek kitap okumak
- Pencereden yağmurları seyretmek
- Mum ışığında çay içmenin keyfi
- Ve burada hüküm süren Cadılar Bayramı ruhuna uygun olarak, karşınızda Moonie ve Bart'ın doktoralı balkabağı :)
Herkese sapsarı yapraklarla, ılık yağmurlarla dolu güzel bir Ekim ayı diliyorum :)
Etiketler:
gunce
Wednesday, October 21, 2009
Frida
Acısını, yani hem fiziksel hem de ruhsal acılarını sanata dökebilmiş olan bir kadının hikayesiymiş. Meksikalı ressam Frida Kahlo. Hızlı yaşamı, Diego Rivera ile yaşadığı fırtınalı aşk, resimleri ve hayatı arasındaki bağlar.. Filme hayran kaldım. Sinematografi enfes, gerçeklik ve düşler/resimler arasında geçişler enfes, Salma Hayek'in ve Alfred Molina'nın oyunculukları enfes.. Müzikler hele, müzikler zaten ayrı bir yazı konusu. En kısa zamanda bu filmin soundtrackini almak istiyorum.
Filmin başında Frida'nın 18 yaşındayken geçirdiği trafik kazasını ve bu kazanın bütün hayatını nasıl etkilediğini izliyoruz. Ben de 14 yaşındayken ağır bir trafik kazası geçirdiğim ve aynı Frida gibi bir süre arkası demirden yapılmış bir korse takmak zorunda kaldığım için, kendimi çok yakın hissettim ona. Bir kadın ki, hayattan sürekli silleler yemiş, dayanılmaz acılar çekmiş, ama bütün bu acılara rağmen hayata tırnaklarıyla tutunan, resimler yapan, tutkusundan, hayat gayesinden asla vazgeçmeyen... bu kadının azmi inanılmaz bir ilham verdi bana. Çok etkilendim.
Frida, çok acı çekmiş, mutsuzluklarının içinden, yeteneğinin de yardımıyla, 200 kadar resim çıkarmış. Ve böylece ölümsüzleşmiş. Bir yandan da şunu düşünüyorum: Bu acıları çekmeseydi, Frida, Frida Kahlo olabilir miydi? Acı ama gerçek. Mutsuzluk ve acı, yaratıcılığı besliyor. Ayrıca Frida'nın da filmde dediği, gibi, insanın acıya adapte olma hızı bile hayranlık verici: 'At the end of the day, we can endure much more than we think we can.' (Günün sonunda, dayanabileceğimizi düşündüğümüzden çok daha fazlasına bile katlanabiliriz)
Etiketler:
sinema
Sunday, October 18, 2009
Cloudy with a chance of meatballs
Bu filmin ismi Türkçe'ye nasıl çevrilecek bilmiyorum. Tahminimce 'Bulutlu ve köfte yağışlı' gibi bir şey olur herhalde, ama daha eğlenceli ve yaratıcı bir isim bulurlar herhalde.
Animasyonları zaten çok seviyorum. Bu filmde ise, uzun zamandır hiç bir filmde gülmediğim kadar çok güldüm. Gökten yemek yağması fikri zaten enfes olmuş. Gökyüzünden inen hamburgerler, biftekler, makarna fırtınaları, dondurmanın kar yağışı olup yere inmesi.. Bu filmi de 'Up' filmi gibi 3 boyutlu gözlüklerle izledim ve müthiş eğlendim.
Bir de yapımcılara seslenmek istiyorum buradan: Jöleden bir saray yapmak ve içinde zıplamak nasıl muhteşem bir fikirdir? Seviyorum sizi ve bütün hayalgücü kocaman olan insanları! :)
Etiketler:
sinema
Thursday, October 15, 2009
Dedemin saati
Dedemin Serkisof marka köstekli saati
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuduğumdan bu yanadır ki, bende saatlere ve zaman olgusuna dair bir merak başladı. Orhan Pamuk'un da aynı kitaptan ne kadar etkilenmiş olduğunu, okurları bilir. Pamuk'un enfes 'Yeni Hayat'ında bir karakter de olan 'Serkisof' ismi dedemin saatinin üstünde de karşıma çıkınca, mutlu oldum. Sizinle paylaşmak istedim.
Bu saat güzel çocukluk günlerimi hatırlatıyor bana. Dedem bu saati, arada bir zincirinden çekerek cebinden çıkarır, dikkatlice kadrana bakar, zamanı tespit ettikten sonra büyük bir dikkatle yerine koyardı. Çocukluğumun zaman algısını bu saat belirlerdi diyebilirim. Bir bu saat, bir de anneannemlerde duvarda asılı sarkaçlı saat. O ikisi saydılar, çocukluğumun uzun saatlerini. Arada sırada dedemden alıp arkasındaki tren kabartmasını incelemeye, zincirinin ucunda sallamaya bayılırdım bu saati. Bu yüzden çok büyüktür gözümde değeri.
Ah canım dedem.. Huzur içinde yat.
İnsanlar gelip gidiyor, saatin tiktakları ise bize zamanın kalıcılığını, ezeli ve ebedi varlığını hatırlatıyor.
Etiketler:
deneme
Wednesday, October 14, 2009
Meleğin Düşüşü
Semih Kaplanoğlu'nun yalın, duru, abartısız tarzını çok seviyorum.. Yumurta filmiyle keşfettim bu yönetmeni, şimdi üçlemenin ikincisi olan 'Süt'ü de izlemeyi iple çekiyorum. 'Meleğin Düşüşü' de yine bir 'gerçek yaşam kesiti' filmi. Günlerin, ayların içinden geçen sıradan insanların yüzüne ışık tutulması belki de. Bence tam da bu yüzden çok içten bir film olmuş. Finali ise hem sinematografik açıdan, hem de kurgusal açıdan vurucu nitelikte..
İnsanın içini acıtıyor 'Meleğin Düşüşü'.. Pek masum, pek hüzünlü, pek naif bir masal gibi..
Etiketler:
sinema
Monday, October 12, 2009
Dicle Koğacıoğlu'nu kaybettik
Ne denebilir ki.. Kendisini tanıyamamış, dersini alamamış olsam da, o kadar üzgünüm ki şu anda. Öylesine buruk, kırık ki ruhum.
Dünya zeki, hassas, duyarlı, çalışkan bir kadını, bir entellektüeli kaybetti.
İçim acıyor, içim acıyor onun ne denli acı çekmiş olduğunu düşündükçe. Onu bu çözüme iten acının büyüklüğünü düşündükçe.
Aklıma 'Green Mile'da kocaman yürekli John Coffey'in, 'O kadar çok acı var ki bu dünyada, beynime cam kırıkları gibi batıyorlar.. Dayanamıyorum.. ' diye ağlayışı geliyor. Dicle'nin mektubundaki 'Çok acı var, dayanamıyorum' notuyla birlikte.
Aklıma Elif Şafak'ın 'Araf'ının sonu geliyor bir de.. 2.7 saniye.. Titreyiveriyorum aniden.
Huzur içinde yat Dicle.
Saturday, October 10, 2009
Şehirler ve edebiyat
Resim: Prag'da Franz Kafka meydanı
Size de olur mu hiç? Sevdiğim şehirleri, sevdiğim yazarlarla ve kitaplarla özdeşleştirmeye bayılırım ben. Eğer kafamda bir yazar, bir şehirle özdeşleşmişse eğer, o şehri gezerken o yazarın ayakizlerini takip ediyor gibi olurum hep. Bu en belirgin şekliyle Prag'da olmuştu bana. O güzel, 'bin kuleli şehir'in Arnavut kaldırımı sokaklarını gezerken, benden 100 sene önce aynı sokaklarda, gaz lambalarının ışığında yürüyen genç Franz'ı hayal etmiş, çok mutlu olmuştum.
Aynı şekilde İstanbul'un daracık, eğri büğrü ama şiir gibi sokaklarında gezerken Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ı olur aklımda hep.. Boğaz'a nazır oturuyorsam ya da Galata Köprüsü'nden geçiyorsam, Orhan Veli'yi anmadan duramam.. Zaten İstanbul insanı hepten şair eder ya, o ayrı.. Rumeli Hisarı'nda otururken en son gittiğimizde, elimdeki çayı Boğaz'a doğru uzatıp Bart'ıma bir Orhan Veli şiiri okumadan duramadım mesela :) İstanbul, benim için o şiirlerdir. O kitaplardır.
New York'un keşmekeşi içinde gezerken Paul Auster'ın 'New York Üçlemesi'ni düşündüm. Kahire sokaklarında sapsarı bir toz içinde yürürken, Necib Mahfuz'un 'Kahire Üçlemesi'nin mahzun kadını Emine'nin bana bir pencereden gizlice baktığını hisseder gibi oldum. Londra metrosunda, şehrin altındaki tünellerde ilerlerken Neil Gaiman'ın 'Neverwhere'inde kaybolmuş gibi hissettim kendimi. İskenderiye'de korniş boyunca yürürken, Kavafis'in güzel mısralarıydı beynimde yankılanan. Norveç'in fiyortları ve nefes kesici, yemyeşil ormanlarında ise Tolkien'in 'Orta Dünya'sındaydım adeta..
Siz siz olun, bir şehri gidip gezmeden önce, o şehirde geçmiş olan bir kitap okuyun. O şehre bambaşka bir gözle bakacaksınız.
Eğer varolan bütün şehirleri kapsayan bir kitap arıyorsanız kendinize, işte bence o kitap da, Italo Calvino'nun enfes 'Görünmez Kentler' kitabıdır.
Sizin de böyle kitaplarla özdeşleştirdiğiniz şehirler var mı? 'Şu kitabı okumadan şu şehri gezme Moonie' diyorsanız eğer, yorumlara yazarsanız çok sevirinim :)
Size de olur mu hiç? Sevdiğim şehirleri, sevdiğim yazarlarla ve kitaplarla özdeşleştirmeye bayılırım ben. Eğer kafamda bir yazar, bir şehirle özdeşleşmişse eğer, o şehri gezerken o yazarın ayakizlerini takip ediyor gibi olurum hep. Bu en belirgin şekliyle Prag'da olmuştu bana. O güzel, 'bin kuleli şehir'in Arnavut kaldırımı sokaklarını gezerken, benden 100 sene önce aynı sokaklarda, gaz lambalarının ışığında yürüyen genç Franz'ı hayal etmiş, çok mutlu olmuştum.
Aynı şekilde İstanbul'un daracık, eğri büğrü ama şiir gibi sokaklarında gezerken Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ı olur aklımda hep.. Boğaz'a nazır oturuyorsam ya da Galata Köprüsü'nden geçiyorsam, Orhan Veli'yi anmadan duramam.. Zaten İstanbul insanı hepten şair eder ya, o ayrı.. Rumeli Hisarı'nda otururken en son gittiğimizde, elimdeki çayı Boğaz'a doğru uzatıp Bart'ıma bir Orhan Veli şiiri okumadan duramadım mesela :) İstanbul, benim için o şiirlerdir. O kitaplardır.
New York'un keşmekeşi içinde gezerken Paul Auster'ın 'New York Üçlemesi'ni düşündüm. Kahire sokaklarında sapsarı bir toz içinde yürürken, Necib Mahfuz'un 'Kahire Üçlemesi'nin mahzun kadını Emine'nin bana bir pencereden gizlice baktığını hisseder gibi oldum. Londra metrosunda, şehrin altındaki tünellerde ilerlerken Neil Gaiman'ın 'Neverwhere'inde kaybolmuş gibi hissettim kendimi. İskenderiye'de korniş boyunca yürürken, Kavafis'in güzel mısralarıydı beynimde yankılanan. Norveç'in fiyortları ve nefes kesici, yemyeşil ormanlarında ise Tolkien'in 'Orta Dünya'sındaydım adeta..
Siz siz olun, bir şehri gidip gezmeden önce, o şehirde geçmiş olan bir kitap okuyun. O şehre bambaşka bir gözle bakacaksınız.
Eğer varolan bütün şehirleri kapsayan bir kitap arıyorsanız kendinize, işte bence o kitap da, Italo Calvino'nun enfes 'Görünmez Kentler' kitabıdır.
Sizin de böyle kitaplarla özdeşleştirdiğiniz şehirler var mı? 'Şu kitabı okumadan şu şehri gezme Moonie' diyorsanız eğer, yorumlara yazarsanız çok sevirinim :)
Friday, October 9, 2009
İnsanlar ve hayat
İnanılmaz ölçüde 'insancıl' olduğumu hissediyorum ben. Şu yazımda da biraz anlatmaya çalışmıştım. İnsanların varlığı, etrafımda çok sayıda insan olması, mutlu ediyor beni. Etrafımdaki kalabalıklardan enerji aldığımı hissediyorum, onların varlığında canlandığımı, güçlendiğimi.. Kendimi mutlu hissettiğim zamanlarda da, mutsuzluk ve hüzün başgösterdiğinde de insanlarla çevrili olsun isterim etrafım.
Türkiye'ye gidince, akrabalarla, arkadaşlarla görüşünce, sokaklarda etrafımdan akan insan selinin nehrine karışınca bu mutluluk doruğa çıkıyor. Amerika'da yaşam belki daha kolay olabilir çoğu insan için, ama bence çok daha yalnız, izole, soğuk.. İnsanlar bir süreden sonra birbirlerine dokunmayı bile unutuveriyorlar. Belki kurallara uyuyorlar ama bu hiç bir işe yaramıyor ki. Zombi gibi bir hayat sürmeye başlıyorlar. Tıkınır gibi yiyor, her yere koşturarak gidiyor, bütün günü bir ofis bölmesinin içine hapsolmuş geçiriyor, önceden belirlenmiş saatlerde ve yerlerde eğleniyor, kendilerine dikte edilen şeyleri satın alıyor, uykusuzluklarını ve mutsuzluklarını yenmek için haplar alıp uyuşturuyorlar beyinlerini. Bir şeyin keyfini sürmeyi, hayatın içinden yavaş yavaş ve tadına vara vara geçmeyi, sevgilerini ve coşkularını göstermeyi, önceden ölçülüp biçilmemiş, spontan laflar edebilmeyi, hatta doya doya bir sevinç çığlığı atabilmeyi bile unutmuş gibiler.
Hayatı, damarlarından kanın akışını, kalbinin güm güm vuruşunu, hayat dolu bedeninin yaşam yolunda koşmasını hissedemedikten sonra yaşamanın ne anlamı var?
Etiketler:
deneme
Wednesday, October 7, 2009
İstanbul izlenimlerim
1 - Simit dünyanın en güzel şeyidir!!!
2- Şu manzara, dünyanın en güzel manzarasıdır.
3- Halamın mantısı, dünyanın en lezzetli mantısıdır.
4- İstanbul'un kedileri dünyanın en asil kedileridir.
5 - Rumeli Hisarı'nda Kale Cafe'de 'Serpme Kahvaltı' dünya üzerinde cennettir :)
Etiketler:
gunce
Tuesday, October 6, 2009
Subscribe to:
Posts (Atom)