Serablog'dan Sera beni mimlemiş, soru ise şu: 'Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuzun ve ilkgençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim?'
Bu mim gerçekten çok özel benim için. Daha önce hiç, çocukluğum ve ilkgençliğimde okuduğum kitapları listelememiştim. Soru çok güzel ve özel, cevabı ise biraz uzun olacak. Çünkü, 1- Ben de aynı Sera gibi okumaya 5 yaşında başlamışım. 2- Şu yazımda bahsettiğim fil hafızam sayesinde okuduğum neredeyse bütün kitapların isimlerini ve ana karakterlerini hatırlıyorum. 3- Çocukluğum ve ilkgençliğimde hiç durmadan, hiç yorulmadan tonla kitap okuduğum için beni etkileyen onlarca yazar var :)
O kadar çok isim hatırladım ki okuma serüvenimi ikiye bölmeye karar verdim.
Birinci yazıda (bu yazı) Okul öncesi ve ilkokul yıllarımda beni etkileyen kitaplar:
İlk okumayı öğrendikten sonra evimizin kütüphanesine saldırmıştım tabii ki ilk olarak. O kütüphane benim için eşi benzeri bulunmayacak bir hazineydi. Evimiz her zaman kitap dolu bir ev olmuştur. Çok mutlu bir çocukluk geçirmemin en büyük sebeplerinden biri de budur! Bizde fazla çocuk kitabı yoktu, bu yüzden doğrudan ansiklopedilerden başlamıştım..Ansiklopedilere bayılırdım! Hele de renkli ve bol resimli, kocaman fontları olan, ve aklınıza gelebilecek her konuda bilgi sahibi olabileceğiniz 'Hayat Ansiklopedileri' en sevdiklerimdi. Oturup saatlerce ansiklopedi maddelerini okuduğumu hatırlıyorum. Bir keresinde, işim gücüm yokmuş gibi oturup 'Alçı' üzerine olan maddenin hepsini baştan sona okumuştum. Ne işim olacaksa o yaşta duvar alçılarıyla! Çok alem bir çocukmuşum!
'Hayat Ansiklopedileri'nden sonra çocukluğumu en çok etkileyen yayın Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Doğan Kardeş'tir. Çocukluğumun dergisidir ve iddia ediyorum ki Türkiye'de bugüne kadar çıkmış olan en kaliteli çocuk dergisidir. 1988-1993 yılları arasında çıkıyordu. Şimdi yeniden çıkarıyorlar galiba ama hala eski kalitesinde mi, hiç bilmiyorum, yenisini henüz okuyamadım. George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni (Animal Farm) ilk defa bu dergide okumuştum, çizgi roman olarak (Resimde sol alt köşedeki dergi kapağı). Queen diye bir grubun varlığını ilk bu dergiden öğrenmiştim! Ozan Hugo ve maceraları, 'Altın Beyinli Adam' hikayesi, Yalvaç Ural bilmeceleri, bir tanesi kurta dönüşebilen ikiz kardeşler çizgi romanı...Bunlar dergiden en çok aklıma kazınan şeyler olmuş.
Ayrıca Doğan Kardeş'in bir sayısında benim de 'Kelebek' adında bir şiirim yayınlanmıştı nacizane, inanılmaz mutlu olmuştum! Moonshine'ın yazarlık serüveni işte o yıllara dayanır :)
Çocukluğuma damgasını vuran başka kitaplar da vardı tabii. İlkokulda okuduğum Andersen'in 'Çirkin Ördek Yavrusu' masalını çok severdim.. Küçük ve dışlanmış siyah ördek yavrusunun güzel bir kuğuya dönüşmesi çok mutlu ederdi beni. Adeta bir metamorfoz simgesiydi benim için.
Üçüncü sınıftaydım sanırım, annem bana Selma Lagerlof'un 'Nils ve Uçan Kazlar' kitabını hediye etti. Kutup soğuğu diye bir şey olduğunu ve Laponlar diye bir halkın varlığını ilk defa o kitaptan öğrenmiştim. En sevdiğim kitaplardan biridir, Nils'in parmak kadar küçülüp kazlarla dünyanın uzak yerlerine uçtuğu bu kitap.
'İnsanın yüreğini parçalayan masallar' kategorisinden ise 'Kibritçi Kız' ve 'Karlar Kraliçesi' çok etkilerdi beni. Boğazımda düğümlenirdi gözyaşlarım, ağlayamazdım da. Ama bu iki masal hep içimi acıtmıştır. 'Çocuk hikayeleri' adı altında neden böyle acıklı şeyler yazılır hala anlayamamışımdır. Çoğu klasik çocuk masalında bir drama, bir trajedi var dikkat ederseniz.
Çocukken en çok korktuğum kitap ise, evimizde tesadüfen bulduğum 'Ömer Seyfettin'den Seçme Hikayeler' kitabıydı. Şimdi hatırlayınca bile ürperiyorum. Küçücük bir çocukken okuduğum o kanlı, vahşet dolu ve korkunç hikayeler, ruhuma işlemişti adeta. Özellikle 'Bomba' hikayesini her okuduğumda ayrı bir korkar, sonunu görmemek için o sayfayı atlamaya çalışırdım. Sahi, neden ilkokul çağındaki çocuklara 'Bomba' ve 'Diyet' gibi korkunç hikayeler okutulur bizde?
İlkokulda okuduğum ve beni en çok etkileyen çocukluk kitabım Kenneth Grahame'dan 'Dört Arkadaş'tır. (The Wind in the Willows) Bu kitaptaki Köstebek'in, Kurbağa'nın, Susamuru'nun ve Fare'nin maceralarını hiç unutmadım. İleride çocuğum olursa ona mutlaka okuyacağım kitaplardan biridir bu güzel kitap.
Yine çok küçükken dayımın kitapları arasında bulduğum 'Allah Rahatlık Versin' adındaki masal kitabı, okuduğum en huzur verici kitaplardan biridir. Oradaki her masalı defalarca okumuşumdur. Oradaki en sevdiğim masalsa, Fıldırfış adında bir bezelye tanesinin maceralarından oluşan masal idi!
Klasiklerin sadeleştirilmiş versiyonlarını da okudum tabii ki: Neredeyse bütün Jules Verne kitaplarını, Güliver'in gezilerini, Heidi'yi, Robinson Crusoe'yu, İki Yıl Okul Tatili'ni, ve çok sevdiğim Küçük Kemancı'yı.. O kitaptaki 'Peskeria'da bir göl vardı....' cümlesi hala aklıma kazınmıştır. O güzel gölü ve ışıltılarını hayal eder dururum. Belki bir gün giderim diye umutlanırım!
Yerli edebiyattan 'İpekkulak' adında bir eşeğin hikayesini anlatan ve çok sevdiğim turuncu kapaklı bir kitap okuduğumu hatırlıyorum. Bir de 'Sakıncalı Yumurcak' diye bir kitap vardı, haylaz bir çocuğun maceralarını anlatan.. Sanırım Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarından çıkmıştı. Çok severdim onu da, yer yer hüzünlü, yer yer komik, harika ve akıcı bir kitaptı.
Yine çok küçükken okuduğum 'Prenses ve Yeraltı Cüceleri' diye bir kitap olduğunu hatırlıyorum.. Gerçeküstü öğeleri beni çok etkilemişti ve sanırım okuduğum ilk 'fantastik edebiyat' örneğiydi! Irene adında bir prensesin maceralarını anlatıyordu. Şimdi internette aradım ve gördüm ki George Macdonald adında bir yazar yazmış bu kitabı ve yeni ismi 'Prenses ve Goblin' olmuş.
Küçükken çok gözümüzde büyüttüğümüz ve 'Dünyanın en güzel kitabı' benzeri övgülerle pazarlanan 'Çocuk Kalbi' kitabı ise benim için tam bir hayalkırıklığı olmuştur! Okuduğumda alelade bir kitaptan daha üstün olmadığını görmüştüm. Yukarıdaki gördüğünüz resim, benim okuduğum kopyasının kapağıyla aynı. Kapağın altındaki 'övgü satırları'na bakar mısınız? Kime göre, neye göre yani? Çok gülünç bence:)
Ortaokul ve lisedeki okuma serüvenim bir sonraki yazıda!
Monday, May 25, 2009
En güzel evlilik hediyelerim
Geçen sene bu zamanlarda evlilik hazırlıkları, taşınma, benim final sınavlarım...vs gibi bir çok sebepten inanılmaz yoğun günler geçiriyorduk. Yine bir yaz daha kapıya dayandı (1 yıl nasıl geçti anlayamadan) ve yine herkes evlilik telaşesi içinde. Bu yaz davetli olduğum bir çok düğün, davet...vs var ve hediye seçmek, almak o kadar zor ki! Bazen düşünüyorum da Türkiye'deki altın verme adetimiz ne kadar güzel (ve herşeyi o kadar kolaylaştırıyor ki!) Benim gibi arkadaşları evlenen varsa yardımcı olması açısından kendi deneyimlerimi paylaşayım dedim.
Evimize hem Türkiye'deki hem de Amerika'daki aile üyeleri, akraba ve arkadaşlarımızdan gelen bütün hediyeler çok düşünceli, çok güzel hediyelerdi. Hepsini kullanıyoruz, neredeyse hiçbiri kenara atılmadı. Bizi düşünen ve bize yeni hayatımızda kullanacağımız hediyeleri alma inceliğini gösteren herkese de buradan ayrıca tekrar teşekkür ediyorum :)
Bütün bu hediyeler içinde en çok öne çıkanlarsa, sanırım el emeği ve göz nuru olanlar ve kişiselleştirilmiş olanlardı (Yani özel olarak Moonie ve Bart için yapılanlar). Çok sevdiği birinin kendi eliyle yaptığı hediye insanı çok mutlu ediyor. Yıllar boyu saklanacak bir yadigar oluyor.
Aynı şekilde günlük hayatın içinde kullanılabilecek hediyeler de çok yararlı oluyor ve makbule geçiyor. Mesela bize pilav tenceresi alan arkadaşımız S.yi her pilav yapıp yediğimizde anıyoruz :)
Evet şimdi hediyelerimize geçelim:
1- Çeyiz Sandığım:
Evet yanlış görmediniz, bu minicik ve dünya tatlısı sandık benim çeyiz sandığım! Annem, ben hiç bir zaman evliliği bir hayat amacı gibi görmediğim için hiç bir zaman bana çeyizler düzmedi, sandıklar dolusu eşyalar toplamadı. Benim için de, annem için de eğitimim her zaman daha ön plandaydı. Hiç bir zaman 'Evlensem, çoluk çocuk sahibi olsam' diye rüyalar kuran kızlardan da olmadığım için benim öyle dantelli havlularım, saten yorganlarım filan da olmadı hiç. İyi ki de olmamış, şimdi herşey gayet kolay satın alınabiliyor ve zaten bence evli bir çifte bir yorgan iki yastık ve iki çarşaf takımı yeter de artar bile! Daha önce de söylediğim gibi evde çok fazla eşya olursa korkan, minimalist bir kızım ben!
Bu güzel çeyiz sandığını da bana canım A. ablam hazırladı. Kendi elleriyle süslediği bu güzel sandığın içinde benim için hepsi birbirinden değerli ve hazine değerinde olan ciciler var. Ayrıca A. ablam o kadar ince düşünmüş ki, Bart'ın bana nişanımızda getirdiği güzel çiçek buketinin incilerle süslenmiş tülünü, sandığın iç kapağını süslemek için kullanmış. Böylece sandığım benim için daha da anlamlı oldu. Tekrar çok teşekkürler A. ablacığım!
2- Resim:
Annem ve babamın ressam arkadaşları İclal Erentürk'ün bizim için yaptığı resim. İsmi 'Köprüdeki Aşıklar'. O kadar güzel ki evimizin baş köşesinde duruyor. Bu resmi bize hediye ettiğinde ne kadar mutlu oldum anlatamam, sadece bizim için yapılmış ve eşi benzeri olmayan, harika bir hediye. İnsanın evinde imitasyon olmayan, orijinal bir sanat eserinin olması çok güzel gerçekten. İclal Erentürk'ün resimlerine ve iletişim bilgilerine şuradan ulaşabilirsiniz.
3- Tabak:
Yine çok şirin ve düşünceli bulduğum, İngiltere'de yaşayan kuzenimiz A.nın bize hediye ettiği tabak. Tabağın üzerinde Bart ve Moonie var gördüğünüz üzere. İşin güzelliği de resimlerin bize çok benzemesi! Hatta benim kafamda duvağım bile var gördüğünüz üzere :) Alttaki tarih ise evlilik tarihimiz. Bundan daha düşünceli ve güzel bir hediye düşünemiyorum. Yıllar boyu saklanacak, evladiyelik bir hatıra.
4 - Saat:
Minimalist ve sade olan herşeyi çok sevdiğimi bilen canım arkadaşım N, bize evlilik hediyesi olarak bu kocaman ve çok güzel saati almış. Dikkatli bakarsanız hafif kabartmalı sayılar görülüyor. Bembeyaz saatimiz duvarımıza o kadar yakıştı ki, ve o kadar güzel bir yerinde ki evimizin, ona da her gün defalarca bakıyoruz. Baktıkça da canım arkadaşım N.yi hatırlıyoruz :) Böyle güzel ve düşünceli bir hediye aldığı için ona da çok teşekkürler!
İşte bunlar arkadaşlarınızdan ya da ailenizden evlenecek olanlara verilebilecek bir kaç güzel hediye fikri.
Mutlu haftalar,
Moonie
Evimize hem Türkiye'deki hem de Amerika'daki aile üyeleri, akraba ve arkadaşlarımızdan gelen bütün hediyeler çok düşünceli, çok güzel hediyelerdi. Hepsini kullanıyoruz, neredeyse hiçbiri kenara atılmadı. Bizi düşünen ve bize yeni hayatımızda kullanacağımız hediyeleri alma inceliğini gösteren herkese de buradan ayrıca tekrar teşekkür ediyorum :)
Bütün bu hediyeler içinde en çok öne çıkanlarsa, sanırım el emeği ve göz nuru olanlar ve kişiselleştirilmiş olanlardı (Yani özel olarak Moonie ve Bart için yapılanlar). Çok sevdiği birinin kendi eliyle yaptığı hediye insanı çok mutlu ediyor. Yıllar boyu saklanacak bir yadigar oluyor.
Aynı şekilde günlük hayatın içinde kullanılabilecek hediyeler de çok yararlı oluyor ve makbule geçiyor. Mesela bize pilav tenceresi alan arkadaşımız S.yi her pilav yapıp yediğimizde anıyoruz :)
Evet şimdi hediyelerimize geçelim:
1- Çeyiz Sandığım:
Evet yanlış görmediniz, bu minicik ve dünya tatlısı sandık benim çeyiz sandığım! Annem, ben hiç bir zaman evliliği bir hayat amacı gibi görmediğim için hiç bir zaman bana çeyizler düzmedi, sandıklar dolusu eşyalar toplamadı. Benim için de, annem için de eğitimim her zaman daha ön plandaydı. Hiç bir zaman 'Evlensem, çoluk çocuk sahibi olsam' diye rüyalar kuran kızlardan da olmadığım için benim öyle dantelli havlularım, saten yorganlarım filan da olmadı hiç. İyi ki de olmamış, şimdi herşey gayet kolay satın alınabiliyor ve zaten bence evli bir çifte bir yorgan iki yastık ve iki çarşaf takımı yeter de artar bile! Daha önce de söylediğim gibi evde çok fazla eşya olursa korkan, minimalist bir kızım ben!
Bu güzel çeyiz sandığını da bana canım A. ablam hazırladı. Kendi elleriyle süslediği bu güzel sandığın içinde benim için hepsi birbirinden değerli ve hazine değerinde olan ciciler var. Ayrıca A. ablam o kadar ince düşünmüş ki, Bart'ın bana nişanımızda getirdiği güzel çiçek buketinin incilerle süslenmiş tülünü, sandığın iç kapağını süslemek için kullanmış. Böylece sandığım benim için daha da anlamlı oldu. Tekrar çok teşekkürler A. ablacığım!
2- Resim:
Annem ve babamın ressam arkadaşları İclal Erentürk'ün bizim için yaptığı resim. İsmi 'Köprüdeki Aşıklar'. O kadar güzel ki evimizin baş köşesinde duruyor. Bu resmi bize hediye ettiğinde ne kadar mutlu oldum anlatamam, sadece bizim için yapılmış ve eşi benzeri olmayan, harika bir hediye. İnsanın evinde imitasyon olmayan, orijinal bir sanat eserinin olması çok güzel gerçekten. İclal Erentürk'ün resimlerine ve iletişim bilgilerine şuradan ulaşabilirsiniz.
3- Tabak:
Yine çok şirin ve düşünceli bulduğum, İngiltere'de yaşayan kuzenimiz A.nın bize hediye ettiği tabak. Tabağın üzerinde Bart ve Moonie var gördüğünüz üzere. İşin güzelliği de resimlerin bize çok benzemesi! Hatta benim kafamda duvağım bile var gördüğünüz üzere :) Alttaki tarih ise evlilik tarihimiz. Bundan daha düşünceli ve güzel bir hediye düşünemiyorum. Yıllar boyu saklanacak, evladiyelik bir hatıra.
4 - Saat:
Minimalist ve sade olan herşeyi çok sevdiğimi bilen canım arkadaşım N, bize evlilik hediyesi olarak bu kocaman ve çok güzel saati almış. Dikkatli bakarsanız hafif kabartmalı sayılar görülüyor. Bembeyaz saatimiz duvarımıza o kadar yakıştı ki, ve o kadar güzel bir yerinde ki evimizin, ona da her gün defalarca bakıyoruz. Baktıkça da canım arkadaşım N.yi hatırlıyoruz :) Böyle güzel ve düşünceli bir hediye aldığı için ona da çok teşekkürler!
İşte bunlar arkadaşlarınızdan ya da ailenizden evlenecek olanlara verilebilecek bir kaç güzel hediye fikri.
Mutlu haftalar,
Moonie
Etiketler:
gunce
Thursday, May 21, 2009
Affetmek ve karşılıksız sevgi
Bu dünyada -bence- insanı inanılmaz özgürleştiren ve rahatlatan iki şey var:
Biri affetmek.
Diğeri karşılıksızca sevmek.
İkisi de çok kolay görünmesine rağmen aslında hayata uygulaması inanılmaz zor olan kavramlar. Bizi üzen ya da yaralayan birini affetmek, bazen çok ama çok zor gelebilir. Aynı şekilde karşılık beklemeden sevgimizi vermek de. Dünya üzerinde hiç bir karşılık beklemeden sevgisini sınırsızca en kolay ve en doğal şekilde verebilen tek varlık ise annenizdir. Anneniz, siz ne yaparsanız yapın, sizi aynı koşulsuz, saf ve sınırsız sevgiyle sever. İyi evladı olan anne de, evlatları onu üzen anne de aynı sevgiyle sever çocuğunu. Bir annenin çocuğundan tamamen nefret etmesi imkansız gibi bir şeydir.
Bu ne kadar büyük bir mucize aslında, değil mi? Bir insana sevgimizi / zamanımızı / sabrımızı / emeğimizi hiç bir karşılık beklemeden verebilmek... Çoğu insan birine bir iyilik yaparken, 'ileride benim de ona işim düşer, belli mi olur' ya da 'artık bana borçlu, ben ona iyilik yaptıysam o da bana yapmak zorunda' gibi düşünür. Halbuki bence gerçek iyilik, size iyiliğin karşılığını geri vermeyeceğini bildiğiniz birine bile aynı şevkle yardım edebilmektir. Hiç bir karşılık beklemeden, beklentilerle dolmadan. İşte asıl zor olan da budur: İnsanları, annenizin sizi sevdiği gibi koşulsuz ve karşılıksız sevebilmek. Sevgiyi bir para birimi gibi değil, yüreğinizden çağlayan bir pınar gibi algılayıp etrafınıza özgürce ve koşulsuzca dağıtabilmek.
Karşınızdakinden bir karşılık beklemeyi kestiğiniz anda aynı zamanda inanılmaz özgürleşiyorsunuz. Birini sevmek, bir borç-alacak durumu olmaktan çıkıyor çünkü. O insan sizi sevse de sevmese de siz ona sevginizi veriyorsunuz ve karşılığında bir şey beklemediğiniz için, hayalkırıklığına uğrama olasılığınız yokoluyor. Siz çağlayan bir pınarsınız, suyunuzdan isteyen içer, istemeyen içmez, ama siz çağlamaya ve mutluluk saçmaya devam ediyorsunuz. Bundan daha özgürleştirici ve huzur verici bir şey olabilir mi? Ayrıca belli mi olur, belki sularınız en kurak ve sert sandığınız toprakları bile yumuşatır, yeşertir günün birinde! Sevginin gücü, şaşırtıcı derecede muhteşemdir.
Aynı şekilde sizi çok derinden yaralayan birini bile çabucak ve kolayca affedebilmek.. Ne kadar özgürleştirici. İçinizde yıllar boyu biriken, sizi de zehirleyen, bitiren bir kin duygusunu saklamadan.. Canınızı yakan insandan nasıl intikam alacağınızın planlarını yapmadan.. O anda, hemen ve çabucak affetmek.. Çok zor belki, ama sizi kuşlar gibi hafifletecek bir erdem..
Bu yazıyı okuduktan sonra düşünün: Sizin onları affetmenizi bekleyen birileri var mı şu anda? Affetmek o kadar zor değil.. İki içten kelime gerekiyor sadece..
Düşünün: Sevdiklerinizi, akrabalarınızı, arkadaşlarınızı, iş arkadaşlarınızı... Karşılıksız mı seviyorsunuz? Yoksa bir gün çıkarlarınız gereği onlara ihtiyacınız olabileceği ihtimalinden dolayı mi?
Fotoğraf: Papa II. John Paul, kendisine suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca'yı affederken.
Biri affetmek.
Diğeri karşılıksızca sevmek.
İkisi de çok kolay görünmesine rağmen aslında hayata uygulaması inanılmaz zor olan kavramlar. Bizi üzen ya da yaralayan birini affetmek, bazen çok ama çok zor gelebilir. Aynı şekilde karşılık beklemeden sevgimizi vermek de. Dünya üzerinde hiç bir karşılık beklemeden sevgisini sınırsızca en kolay ve en doğal şekilde verebilen tek varlık ise annenizdir. Anneniz, siz ne yaparsanız yapın, sizi aynı koşulsuz, saf ve sınırsız sevgiyle sever. İyi evladı olan anne de, evlatları onu üzen anne de aynı sevgiyle sever çocuğunu. Bir annenin çocuğundan tamamen nefret etmesi imkansız gibi bir şeydir.
Bu ne kadar büyük bir mucize aslında, değil mi? Bir insana sevgimizi / zamanımızı / sabrımızı / emeğimizi hiç bir karşılık beklemeden verebilmek... Çoğu insan birine bir iyilik yaparken, 'ileride benim de ona işim düşer, belli mi olur' ya da 'artık bana borçlu, ben ona iyilik yaptıysam o da bana yapmak zorunda' gibi düşünür. Halbuki bence gerçek iyilik, size iyiliğin karşılığını geri vermeyeceğini bildiğiniz birine bile aynı şevkle yardım edebilmektir. Hiç bir karşılık beklemeden, beklentilerle dolmadan. İşte asıl zor olan da budur: İnsanları, annenizin sizi sevdiği gibi koşulsuz ve karşılıksız sevebilmek. Sevgiyi bir para birimi gibi değil, yüreğinizden çağlayan bir pınar gibi algılayıp etrafınıza özgürce ve koşulsuzca dağıtabilmek.
Karşınızdakinden bir karşılık beklemeyi kestiğiniz anda aynı zamanda inanılmaz özgürleşiyorsunuz. Birini sevmek, bir borç-alacak durumu olmaktan çıkıyor çünkü. O insan sizi sevse de sevmese de siz ona sevginizi veriyorsunuz ve karşılığında bir şey beklemediğiniz için, hayalkırıklığına uğrama olasılığınız yokoluyor. Siz çağlayan bir pınarsınız, suyunuzdan isteyen içer, istemeyen içmez, ama siz çağlamaya ve mutluluk saçmaya devam ediyorsunuz. Bundan daha özgürleştirici ve huzur verici bir şey olabilir mi? Ayrıca belli mi olur, belki sularınız en kurak ve sert sandığınız toprakları bile yumuşatır, yeşertir günün birinde! Sevginin gücü, şaşırtıcı derecede muhteşemdir.
Aynı şekilde sizi çok derinden yaralayan birini bile çabucak ve kolayca affedebilmek.. Ne kadar özgürleştirici. İçinizde yıllar boyu biriken, sizi de zehirleyen, bitiren bir kin duygusunu saklamadan.. Canınızı yakan insandan nasıl intikam alacağınızın planlarını yapmadan.. O anda, hemen ve çabucak affetmek.. Çok zor belki, ama sizi kuşlar gibi hafifletecek bir erdem..
Bu yazıyı okuduktan sonra düşünün: Sizin onları affetmenizi bekleyen birileri var mı şu anda? Affetmek o kadar zor değil.. İki içten kelime gerekiyor sadece..
Düşünün: Sevdiklerinizi, akrabalarınızı, arkadaşlarınızı, iş arkadaşlarınızı... Karşılıksız mı seviyorsunuz? Yoksa bir gün çıkarlarınız gereği onlara ihtiyacınız olabileceği ihtimalinden dolayı mi?
Fotoğraf: Papa II. John Paul, kendisine suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca'yı affederken.
Etiketler:
deneme
Tuesday, May 19, 2009
Neden Türkçe öğreniyorsunuz?
Blog'umu takip edenler bilir belki, öğretmekten çok büyük keyif alıyorum. Öğrencilerime bir bilgiyi aktarabildiğimde gözlerinde beliren ışıltı, benim için çok büyük bir mutluluk sebebi. Burada kendi üniversitemde, Türkçe öğrenmek isteyen lisans ve lisansüstü Amerikalı öğrencilere ders veriyorum. Sınıfımda şimdi 10 öğrenci var. Sadece 8 aydır Türkçe öğreniyorlar, ama epeyi ilerleme kaydettiler. Bundan da gurur duyuyorum tabii ki!
Öğrenciler hem derste, hem de ödevlerinde inanılmaz komik ve şirin tavırlarıyla beni gülmekten kırıp geçiriyorlar. Ellerim ve pantolonum tebeşir tozu içinde kalsa da ben öğretmeyi çok ama çok seviyorum! Hele kendi anadilimi yabancılara öğretmek gerçekten büyük bir keyif benim için.
Bu arada öğrencilerim ya da 'Günaydın çocuklar!' filan diyip duruyorum onlara ama aslında lisansüstü olanlarının çoğunun yaşı benden daha büyük! Böyle de komik bir durum :)
Öğrencilerime 'Neden Türkçe öğreniyorsunuz?' sorusunu sordum ve cevabını yazıp bana ödev olarak vermelerini istedim. Çok komik ve şirin cevaplar geldi. Siz de okuyasınız diye buraya da koyayım dedim.
Kathryn adında bir öğrencim 'Türkçe öğrenmek ve konuşmak çok ilginç. Belki çünkü profesorlarım çok güzel.' yazmış. 'Öğretmenim çok iyi' demek istiyor herhalde, ben de bu cümleyi okuyunca mutluluktan uçtum!
(Resimleri üzerlerine tıklayıp büyütebilirsiniz)
En sondaki Michael'ın yazdıklarına dikkat! :)
Öğrenciler hem derste, hem de ödevlerinde inanılmaz komik ve şirin tavırlarıyla beni gülmekten kırıp geçiriyorlar. Ellerim ve pantolonum tebeşir tozu içinde kalsa da ben öğretmeyi çok ama çok seviyorum! Hele kendi anadilimi yabancılara öğretmek gerçekten büyük bir keyif benim için.
Bu arada öğrencilerim ya da 'Günaydın çocuklar!' filan diyip duruyorum onlara ama aslında lisansüstü olanlarının çoğunun yaşı benden daha büyük! Böyle de komik bir durum :)
Öğrencilerime 'Neden Türkçe öğreniyorsunuz?' sorusunu sordum ve cevabını yazıp bana ödev olarak vermelerini istedim. Çok komik ve şirin cevaplar geldi. Siz de okuyasınız diye buraya da koyayım dedim.
Kathryn adında bir öğrencim 'Türkçe öğrenmek ve konuşmak çok ilginç. Belki çünkü profesorlarım çok güzel.' yazmış. 'Öğretmenim çok iyi' demek istiyor herhalde, ben de bu cümleyi okuyunca mutluluktan uçtum!
(Resimleri üzerlerine tıklayıp büyütebilirsiniz)
En sondaki Michael'ın yazdıklarına dikkat! :)
Etiketler:
gunce
Sunday, May 17, 2009
Sunshine
Bir gün, bize hayat, sıcaklık ve ışık veren güneşimiz sönme tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa ne olacak? Güneşin olmaması, buzullarla ve buz fırtınalarıyla kaplı bir dünya demek. Ve güneş de her yıldız gibi ömrünü tamamladığında ve yakıtını bitirdiğinde ya bir kara delik, ya bir beyaz cüce ya da süpernova gibi ayrı bir yapıya dönüşecek. O zaman dünya üzerindeki yaşamın biteceğine neredeyse kesin gözüyle bakabiliriz sanırım.
Danny Boyle'un yine 'Kıyamet günü' teorisi üzerine kurulmuş bir başka bilim-kurgu filmi 'Sunshine'. 28 Gün Sonra filmindeki gibi insan ırkı yokolma tehlikesiyle karşı karşıya, ve yine o filmde başrolde oynayan Cilian Murphy bu filmde de başrol oyunculuğunda. Güneş sönme tehlikesiyle karşı karşıya olunca, dünyadan bir grup bilimadamı, güneşin içine devasa bir bomba bırakarak güneşi tekrar 'ateşlemek' için görevlendirilirler ve Ikarus adındaki uzay gemisiyle yıllar sürecek bir yolculuğa çıkarlar. Görevi tamamlamak ise sandıklarından biraz daha zor olacaktır tabii ki.
Ben, uzayla ilgili herşeyi çok ilginç bulurum. Üniversitemde son sınıftayken kendi çalıştığımız konunun dışında projeler yapmamız gerekiyordu ve benim seçtiğim proje 'Yıldız Evrimi Projesi' olmuştu. Yıldızların hayat evrelerini, doğumlarından ölümlerine dek ayrıntılı olarak araştırıp incelemiştik. Uzayda olan herşey beni öylesine büyülüyor ki, kendi konumla çok alakasız olmasına rağmen gidip Stephen Hawking'in 'Kara Delikler ve Bebek Evrenler' kitabını bile okumuştum bu sevda uğrunda.
Film, insana felsefi sorular sordurmasıyla ve uzay gemisinin içindeki o değişik havayı izleyiciye hissettirmesiyle bana 'Solaris' ve tabii ki '2001: A Space Oddyssey'i anımsattı. Böyle uzayda geçen ve insanı düşünceler içinde bırakan filmleri çok seviyorum. Evrendeki yerimiz nedir? Nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz? Zaman nedir? Nereye gidiyor? Sonsuzluk nasıl bir şeydir?
Böyle soruları sorup kendi kendime, içmeden sarhoş oluyorum :)
Etiketler:
sinema
Changeling
Çocuğunuz bir gün evinizden kaçırılsa, bir kaç ay sonra da siz artık tam umudunuzu kesmişken polis 'çocuğunuzu bulduk' diye sizi arasa ve mutluluktan uçsanız.. Ama trenden inen çocuk sizin çocuğunuza biraz benzeyen ama o olmayan başka bir çocuk olsa.. Polis ısrarla 'Bu sizin çocuğunuz' diye diretse ve artık gerçek çocuğunuzu aramayı durdursa... Devlet, kanunlar, hukuk, adalet, polis....vs hepsi sizin karşınızda dursa...Ne yapardınız?
Angelina Jolie'den çok hazzeden bir insan değilim, söyleyeyim. Rol yapma becerisi ve oyunculuğu konusunda da aynı fikre sahibim, onu ilk defa bir filmde izledikten sonra diyebilirim ki dünyanın en iyi oyuncularından değil kesinlikle. Ama bu film benim inanılamz sinirlerimi bozdu ve beni çok etkiledi. Bunda en büyük etken, filmin hikayesinin gerçek bir hikayeden alınması sanırım.
Film boyunca annenin çaresizliği ve içinde bulunduğu korkunç durum, insanı çileden çıkartıyor adeta. Ertesi gün bile 'Nasıl öyle olur? Nasıl öyle olur?' diye film hakkında konuşup durdum, yaşlı kadınlar gibi!!!
Beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim bu filmin. Dünyanın en güzel filmlerinden değil kesinlikle ama insanın sinirini bayağı bozuyor gerçekten. Clint Eastwood, yine insanı sarsan bir hikaye anlatmış.
Etiketler:
sinema
Wednesday, May 13, 2009
Alış-Veriş
Fotoğraf: Michigan Caddesi üzerindeki H&M mağazası
Dün, uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım: Alışverişe çıktım! Çoğu hemcinsimin aksine ben, alışverişten özel bir keyif almıyorum. Sadece alışverişe çıkmak için dışarı çıkmayı ise artık hiç yapmıyorum neredeyse. Özellikle ihtiyacım olan bir şey varsa, onu bulabileceğim tek dükkana girip, onu alıp çıkıyorum genelde. Dün uzun aradan beri hesapta olmayan şeyler de aldım. Aldım dediysem sadece tek bir yazlık elbise, ve Adidas'tan bir çift babet ayakkabı aldım. Öyle deli gibi alışveriş yapmadım yani :)
Çoğu insandan farklı bir alışveriş anlayışım var sanırım. Bir kere eğer evde aynı şeyden iki tane varsa beni inanılmaz rahatsız eder. Mesela kullandığım şampuan tamamen bitmeden asla yenisini almam. Evde eşya fazlalığı beni çok korkutur. Biraz da bu yüzden geçen hafta bütün dolaplarımı elden geçirip son bir senedir giymediğim ya da kullanmadığım bütün herşeyi poşetlere doldurup buradaki Gaia hareketi'nin bağış kutularına attım. Bir nevi bahar temizliği yapmış oldum yani. Tavsiye ederim, açılan yer ve ferahlayan dolaplar, çekmeceler insanı o kadar rahatlatıyor ki, çok ağır bir yükten kurtulmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Asıl size lazım olan şeylere de yer açılıyor böylece. Evinizi nasıl 'declutter' edebileceğiniz, yani fazlalıklardan kurtarabileceğiniz konusundaki yazım da şurada.
Ayrıca, alışverişte 'Çok ucuz' ya da 'Müthiş indirim' gibi sözler de beni çok etkilemiyor. Bilirim ki benim çok bayıldığım ve mutlaka almayı istediğim o ayakkabılar, o elbise ya da o hırka, asla indirime girmez nedense! :) Bir keresinde mesela, kocaman bir Aldo ayakkabı dükkanında tek beğendiğim terlik çiftinin orada indirime girmeyen tek ürün olduğunu öğrenmiştim. Hiç şaşırmadım! Bu hep başıma geliyor.
Eğer bir şey hoşuma gitmişse ve içime sinmişse alıyorum. Çok seyrek alışveriş yaparım ama aldıklarımı senelerce (Abartmıyorum, en az 5-6 sene) kullanırım. Üniversitenin birinci sınıfından beri kullandığım bir ceketim var mesela. En az 9 sene oldu, hala kullanıyorum. Şimdi baksanız, herhalde geçen sene filan alındı sanırsınız:) İşte böyle sevdiğim kıyafetlere yapışan bir insanım, eğer bir kıyafetimi ya da ayakkabımı çok seviyorsam gerçekten çok uzun süre kullanırım. Bu durumun en uç örneği ise, 14 yaşımdan beri (evet yanlış duymadınız, yani 13 senedir!!!!!) kullandığım pembe pijamalarım. Çok seviyorum onları ne yapayım :) Maşallah hala da eskimediler.
Bu yüzden az ve öz almaya çalışırım, çok beğendiğim bir şeyin fiyatı çok yüksek olsa da ona verdiğim paraya acımam ve alırım. '20 tane ucuz ve kalitesiz tişörtüm olacağına, 3 tane çok kaliteli tişörtüm olsun' felsefesini benimsemişimdir mesela! Bir şeye o anda ihtiyacım yoksa, 'ileride belki ihtiyacım olur' diye düşünmem, asla almam. Evde çoğalan bütün eşyalar, beni bir süre sonra boğacakmış gibi geliyor çünkü!
Alışveriş gerçekten çok ilginç bir fenomen. Herkesin yaklaşımı farklı. Ama şu da bir gerçek ki, sahip olduklarımız ne kadar fazlaysa hayatımız da o kadar karmaşıklaşıyor.
Bu konuda son zamanlarda izlediğim en zeki belgesel niteliğinde olan 'Stuff' videosunu izlemenizi tavsiye ederim.
İyi alışverişler! :)
Etiketler:
gunce
La Bataille d'Alger
'Cezayir Savaşı'nı büyük bir ilgiyle izledim. Cezayirlilerin Fransızlara karşı verdikleri mücadeleyi ve 1954 yılında başlayan bağımsızlık hareketini çok gerçekçi şekilde anlatmış bize G. Pontecorvo'nun bu filmi. Hareketi başlatan en önemli isimlerden biri olan Ali LaPointe'ın Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği mücadele, nefes kesiciydi. Bizim tarihimizi acımasızca eleştiren Fransızların ise daha 1960'lar gibi yakın bir zamana kadar Cezayirlilere yaptıklarını görmek ise ironikti ve benim açımdan çok anlamlıydı. Bu filmden sonra öğrendim ki Cezayir, bağımsızlığını ancak 1962'de kazanabilmiş ve o zamana kadar bir Fransız sömürgesiymiş.
Bir istiklal mücadelesini başlatmak, teşkilat hücrelerinin Casbah bölgesinde oluşturulması, teşkilatın büyüyüp Fransızlara karşı eylemler düzenlemeye başlaması.. Bu gibi süreçleri izlemek çok ilginçti. Filmin asıl başarısı ise, iki tarafın hatalarını da nispeten nesnel bir yaklaşımla seyirciye aktarabilmesiydi bence.
Bu siyah-beyaz tarihi filmin bir çok unutamayacağım karesi vardı. Benim için en etkileyici sahne ise bu sahneydi. Teşkilatın bütün üyeleri Fransızlar tarafından bulunup tutuklandıktan sonra, sağ kalan son önemli üye olan Ali LaPointe, evinde, banyo fayanslarından oluşan bir duvarın arkasına saklanır. Dışarıda Fransız askerler 'Etrafın sarıldı ve artık kaçmak için hiç bir şansın yok, teşkilat bitti, kaybettiniz!' diye bağırırken, sessizce bekler ve seslerini çıkarmazlar. Dışarıya çıkmayı reddettikleri için, bir kaç dakika sonra içinde bulundukları bina bombalanır.
O son dakikalarda, sadece ve sadece olası bir hürriyet ihtimali ve fikri için ölüme gitmeye hazır olmak.. Nasıl bir ruh halidir acaba? Bizim Kurtuluş Savaşımızda hakim olan başlıca ruh halinin de aynısı olduğunu düşünüyorum. Yani sömürgeci güçlerin elinde yaşamaktansa, ölmeye razı olmak. Esaret içinde bir ömür geçirmektense, onurlu bir ölümü ve ebediyette özgürlüğü tercih etmek.
İzlediğim en etkileyici filmler arasına girmeyi başardı 'Cezayir Savaşı'.
Bir istiklal mücadelesini başlatmak, teşkilat hücrelerinin Casbah bölgesinde oluşturulması, teşkilatın büyüyüp Fransızlara karşı eylemler düzenlemeye başlaması.. Bu gibi süreçleri izlemek çok ilginçti. Filmin asıl başarısı ise, iki tarafın hatalarını da nispeten nesnel bir yaklaşımla seyirciye aktarabilmesiydi bence.
Bu siyah-beyaz tarihi filmin bir çok unutamayacağım karesi vardı. Benim için en etkileyici sahne ise bu sahneydi. Teşkilatın bütün üyeleri Fransızlar tarafından bulunup tutuklandıktan sonra, sağ kalan son önemli üye olan Ali LaPointe, evinde, banyo fayanslarından oluşan bir duvarın arkasına saklanır. Dışarıda Fransız askerler 'Etrafın sarıldı ve artık kaçmak için hiç bir şansın yok, teşkilat bitti, kaybettiniz!' diye bağırırken, sessizce bekler ve seslerini çıkarmazlar. Dışarıya çıkmayı reddettikleri için, bir kaç dakika sonra içinde bulundukları bina bombalanır.
O son dakikalarda, sadece ve sadece olası bir hürriyet ihtimali ve fikri için ölüme gitmeye hazır olmak.. Nasıl bir ruh halidir acaba? Bizim Kurtuluş Savaşımızda hakim olan başlıca ruh halinin de aynısı olduğunu düşünüyorum. Yani sömürgeci güçlerin elinde yaşamaktansa, ölmeye razı olmak. Esaret içinde bir ömür geçirmektense, onurlu bir ölümü ve ebediyette özgürlüğü tercih etmek.
İzlediğim en etkileyici filmler arasına girmeyi başardı 'Cezayir Savaşı'.
Etiketler:
sinema
Saturday, May 9, 2009
Büyük ninem
Resim: Goncharova - "Anne"
Dedemin annesinin öyküsünü anlatmak istedim bugün.
Dünyada en az bir kişinin kendisini şimdi içinde buruk bir acıyla andığını bilmesini istedim bugün.
Dedemin hikayesi aslında çok hüzünlü. Dedem, yaşamda karşılaşabileceğimiz en güzel, en katıksız, en dürüst, en saf sevgi olan anne sevgisinden mahrum kalmış hayatı boyunca. Trabzon’da küçücük bir çocuk olarak S.. köyünde yaşamını sürdürürken, daha ne olduğunu dahi anlayamayacağı bir yaşta, annesini kaybetmiş.
Dedemin babası, köyde büyümüş, modern tıptan ve doğum kontrol yöntemlerinden haberi olmayan bir ‘köy delikanlısı’ imiş. Dedemin annesi üçüncü çocuğuna hamile kalınca, aradan uzunca bir süre geçmesine ve hamileliğin ilerlemesine aldırmadan çocuğu istemediğini, maddi durumlarının üçüncü bir boğazı kaldırmayacağını belli etmiş karısına.
Hastane, tıbbi müdahale, klinik gibi tüm modern tıp imkanlarının bir lüks sayıldığı bu küçük Trabzon köyünde bir gün, her zamanki gibi tarladaki işinden dönen karısına, sağdan soldan adını duyduğu ve çocuğu düşüreceğine inandığı bitkilerden yapılma sıvılar içirmiş dedemin babası. Ne işe yaradığını ve yan etkilerini bilmediği bu bitkiler, henüz yirmi iki yaşında olan karısının bir kaç saat içinde acıdan kıvranarak ölümüne sebep olmuş...
Annem, yıllar sonra Trabzon’a gittiğimizde kendisiyle aynı adı taşıyan bu bahtsız, bu talihsiz kadını anarken gözlerinde, çok derinden gelen bir acının, bir yürek sızısının biriktirdiği yaşlarla bana dönüp: ‘Ayağında, tarla toprağının çamuruyla ölmüş!’ dedi...Hıçkırarak, kendisini bu hiç tanımadığı, ancak garip bir şekilde yüreğiyle bağlı olduğu kadına sima olarak benzeten köyün yaşlılarını dinledi. Gözlerinde hiç tanımamış olduğu o kadına, o genç kıza karşı duyduğu acıma ve merhametin yankıları vardı.
Ey, uzak bir Karadeniz köyünde, katıksız bir cehalet yüzünden yaşamının baharında yaşamından olan güzel melek! Huzur içinde uyu, benim ruhum sana bağlıdır, sen olmasaydın ben bu dünyada var olamayacak bir ruhtum, senin yaşamın benimkinin kaynağıdır, seni, beni toprağa bağlayan köklerimde hissediyorum ve bana şu anda neredeysen oradan gülümsediğini biliyorum. Sana, oğlunun torunu olarak, dünyanın diğer bir köşesinden selam ediyorum güzel melek. Biliyorum ki, sen de buraya gelebilseydin, benim yaptığım her şeyi daha da iyi ve güzel şekilde başarabilirdin. Huzur içinde uyu, melek...
Bu yazıyı okuyan bütün annelerin anneler günü kutlu olsun.
Dedemin annesinin öyküsünü anlatmak istedim bugün.
Dünyada en az bir kişinin kendisini şimdi içinde buruk bir acıyla andığını bilmesini istedim bugün.
Dedemin hikayesi aslında çok hüzünlü. Dedem, yaşamda karşılaşabileceğimiz en güzel, en katıksız, en dürüst, en saf sevgi olan anne sevgisinden mahrum kalmış hayatı boyunca. Trabzon’da küçücük bir çocuk olarak S.. köyünde yaşamını sürdürürken, daha ne olduğunu dahi anlayamayacağı bir yaşta, annesini kaybetmiş.
Dedemin babası, köyde büyümüş, modern tıptan ve doğum kontrol yöntemlerinden haberi olmayan bir ‘köy delikanlısı’ imiş. Dedemin annesi üçüncü çocuğuna hamile kalınca, aradan uzunca bir süre geçmesine ve hamileliğin ilerlemesine aldırmadan çocuğu istemediğini, maddi durumlarının üçüncü bir boğazı kaldırmayacağını belli etmiş karısına.
Hastane, tıbbi müdahale, klinik gibi tüm modern tıp imkanlarının bir lüks sayıldığı bu küçük Trabzon köyünde bir gün, her zamanki gibi tarladaki işinden dönen karısına, sağdan soldan adını duyduğu ve çocuğu düşüreceğine inandığı bitkilerden yapılma sıvılar içirmiş dedemin babası. Ne işe yaradığını ve yan etkilerini bilmediği bu bitkiler, henüz yirmi iki yaşında olan karısının bir kaç saat içinde acıdan kıvranarak ölümüne sebep olmuş...
Annem, yıllar sonra Trabzon’a gittiğimizde kendisiyle aynı adı taşıyan bu bahtsız, bu talihsiz kadını anarken gözlerinde, çok derinden gelen bir acının, bir yürek sızısının biriktirdiği yaşlarla bana dönüp: ‘Ayağında, tarla toprağının çamuruyla ölmüş!’ dedi...Hıçkırarak, kendisini bu hiç tanımadığı, ancak garip bir şekilde yüreğiyle bağlı olduğu kadına sima olarak benzeten köyün yaşlılarını dinledi. Gözlerinde hiç tanımamış olduğu o kadına, o genç kıza karşı duyduğu acıma ve merhametin yankıları vardı.
Ey, uzak bir Karadeniz köyünde, katıksız bir cehalet yüzünden yaşamının baharında yaşamından olan güzel melek! Huzur içinde uyu, benim ruhum sana bağlıdır, sen olmasaydın ben bu dünyada var olamayacak bir ruhtum, senin yaşamın benimkinin kaynağıdır, seni, beni toprağa bağlayan köklerimde hissediyorum ve bana şu anda neredeysen oradan gülümsediğini biliyorum. Sana, oğlunun torunu olarak, dünyanın diğer bir köşesinden selam ediyorum güzel melek. Biliyorum ki, sen de buraya gelebilseydin, benim yaptığım her şeyi daha da iyi ve güzel şekilde başarabilirdin. Huzur içinde uyu, melek...
Bu yazıyı okuyan bütün annelerin anneler günü kutlu olsun.
Etiketler:
deneme
Thursday, May 7, 2009
Seviyoruz Teo'yu
Kim ne derse desin bütün kusurlarına ve sürekli eleştirilmesine rağmen Teoman'ın yeri benim için başkadır.. Hayat tarzı ya da ilişkileri beni hiç ilgilendirmiyor. Ben, yaptığı müziği ve yazdığı sözleri çok seviyorum. Her albümü, hayatımın ayrı bir dönemine damgasını vurmuştur. ÖSSden çıktığım günün akşamı bile, bir Teoman konserine gitmiştim!
Kapkara kapağına, karamsar sözlerine ve havasına rağmen benim için bu senenin baharına ve yazına damgasını vuracak olan albüm de budur.
Dinler dinlemez vurulduğum şarkısı ise 'Çoban Yıldızı'. Bu şarkı boğazımda düğümleniyor, içime dokunuyor ve yakamı bırakmıyor.
'hadi al götür beni
hala benimmişler gibi
evime, yurduma
taze meyve tatları
yağmurlarında...
.......
çoban yıldızı
sen benle kal
çoban yıldızı
zamanım varsa
biraz daha...'
Yağmurlarında taze meyve tadı olan, güzel ülkemi özledim. :(
Etiketler:
muzik
Tuesday, May 5, 2009
Oskarlı filmler
Vicky Cristina Barcelona:
Uzun zamandır böyle keyifli ve güzel, sepya tonlarında bir film izlememiştim. Woody Allen hayata, aşka, ilişkilere ve insan ruhuna çok ilginç açılardan yaklaşıyor. Ve çok düşündürücü sorular soruyor her filminde. Bu film bitince de kendimi hayatı ve aşkı sorgularken buldum.
Javier Bardem ve Penelope Cruz harika bir ikili olmuşlar. Zaten Penelope Cruz benim en kişilikli bulduğum oyunculardan biri. Scarlett da güzel olmasına güzel ama sanki Barbie bebeği gibi sığ ve yüzeysel, sıradan bir güzelliği var. Penelope ise tam bir Akdeniz kadını, hani 30lu yaşları, hatta 40lı yaşları bile yaşarken şarap gibi yıllanan kadınlardan. Ya da belki filmde ikisine biçilen roller beni böyle düşünmeye sevketti, bilmiyorum. Bu da Woody Allen'ın karakter seçiminde ne denli başarılı olduğunu gösteriyor.
Karakterler arasındaki elektrik ve uyum neredeyse elle tutulacak kadar somuttu. Barcelona şehri filmde enfesti. Gerçek hayatta da öyledir eminim. İspanya'ya gitme hayallerim yine depreşti. Özellikle Güney İspanya'yı çok görmek istiyorum. Umarım bir gün gidebilirim!
The Reader:
İnsanlar neden sır saklar? Hayatları boyunca başka kimsenin bilmediği bir bilgiyi gizli tutmalarının sebebi nedir? Zaman, neleri değiştirir? Neleri aynı bırakır? İnsanlar değişir mi? Zaman değişse de, geçmişin hatırası aynı kalır mı? Ne görürüz geçmişin puslu aynasına bakınca? Gözlerimiz değiştirir mi olmuş bitmiş olanı?
Sevgimizi göstermezsek ne olur birine? Bir kucaklamayı esirgersek sevdiğimizden, nelere yol açar bu? Şu yazımı hatırlattı bana bu film. Çok sevdim, ama çok da hüzünlendim izlerken. İçim buruk bakakaldım jeneriklerine, film bittiğinde.
Bir sır, bir düğüm olur saklayanın boğazında. Çıkmaz ortaya, çıkamaz. Hayatlar erir, biter, yokolur. Herşeyden geriye, paslı, küçük, teneke bir kutu kalır.
İçime işledi bu film..ve uzun süre silinmeyecek izi.
Etiketler:
sinema
Sunday, May 3, 2009
Thank you for smoking
'Sigara içtiğiniz için teşekkürler'. Bu isimde bir filmi beğenebileceğim aklıma gelmezdi hiç! Ama gerçekten çok eğlenceli bir filmmiş. A.B.Ddeki sigara ve tütün lobisinin, lobiciliğin, iknanın gücünün bu kadar gülünç diyaloglarla, bu kadar komik bir filmde anlatılabileceğini tahmin edemezdim. Espriler çok zekice. Amerika'da bazı lobilerin (sigara lobisi, alkol lobisi, silah lobisi....vs gibi) Hollywood'u ve medyayı nasıl yönlendirdiği vurucu bir şekilde anlatılıyor izleyiciye.
Bu arada eklemeden geçemeyeceğim: Sigara içmesem de ve yanımda içilmesinden hoşlanmasam da, sigara içen insanlara (özellikle A.B.Dde) insanlık dışı bir yaratıkmış gibi davranılmasından hiç hoşlanmıyorum. Sonuçta bu hayatın her alanında olduğu gibi bir seçim. Herkesin kendi seçimi. Bir insanın sigara içmeyi seçti diye dışlanıp aşağılanması bence çok ikiyüzlüce. Sonuçta hiç kimse obez bir insana gidip de 'Neden bu kadar çok yemek yiyorsun? Yeter artık yediğin' diyip yemeğine tiksinti dolu bakışlarla bakmıyor. Ya da barda oturmuş içkisini yudumlayan birisinin yanına gidip içkisini elinden alarak 'Yeter artık, bu madde zehirli. Kendine zarar veriyorsun. Kanser olacaksın günün birinde....vs' demiyor, diyemiyor. Sonuçta bu iki örnekte de o insanlar kendisine potansiyel olarak zarar verebilecek bir davranış içinde. Ama özellikle A.B.D'de sigara içenler ayrı bir kategoride, en aşağılık insanlar olarak görülüyorlar.
A.B.D'nin dünyanın en büyük sigara şirketlerine evsahipliği yapan ülke olması ve dünyanın geri kalanına sigara satıyor olması ise ayrı bir ironi.
Tabii ki sigara içenlerin etrafındakilere de zarar verdiği bir gerçek. Ancak eğer kendi seçimiyse ve başka insanlara zarar vermeden içiyorsa sigarasını, o insanı rahat bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Nedense insanlar sürekli başkalarını yargılamayı ve kendilerini onlardan üstün hissetmeyi çok seviyorlar. Herkes en doğru kararları kendisinin verdiğini ve herşeyi en iyi kendinin bildiğini düşünüyor.
Sigara içmeyen bir insan olarak hayret ve hayranlıkla okuduğum en ikna edici 'Sigarayı savunma' yazısını ise İranlı yazar Marjane Satrapi yazmış. İşte buradan okuyabilirsiniz.
Sonuçta bu da hayattaki herşey gibi bir seçim. Yapıp yapmamak insanın kendisine kalmış. Her kararda olduğu gibi verilen kararın sonuçlarına katlanacak olan da yine insanın kendisi. Başkalarına bu konuda çok da fazla bir söz düşmediğini düşünüyorum.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Etiketler:
sinema
Friday, May 1, 2009
Anlar - 3
Fotoğraf: Karadeniz turu
Ben, annem, babam, kardeşim, ve dedem.. Arabada gidiyoruz. Etrafımız yeşilin her tonuyla bezeli. Karadeniz yaylalarına çıkıyoruz. Sene 2000, yaz mevsimi. Aşağıda nemli ve neredeyse bunaltıcı bir sıcak olmasına rağmen, yukarı çıktıkça sıcaklık azalıyor. Biz de pek nereye gittiğimizi bilmiyoruz aslında, yola çıkmışız ama yol bizi götürüyor daha çok. Benim elimde, o sırada okumakta olduğum Tolkien'in 'Yüzüklerin Efendisi' serisinin ilk kitabı var: Yüzük Kardeşliği. Frodo ve dostları Lothlorien ormanlarında yürürken, ben de kendimi orada gibi hissediyorum. Etrafımızda yeşillikler, dereler, ağaçlar, bin bir türlü çiçek, enfes doğa kokuları.. Annemler sürekli 'Kızım bırak şu kitabı da etrafına bak biraz!' diyorlar, her zamanki gibi! Ama ben öylesine gömülmüşüm ki kitabın heyecanına, nefes nefese okuyor da okuyorum. Bir yandan annemler 'Moonie yeter artık okuduğun' diyor, bir yandan kitapta Gandalf 'You cannot pass!' (Geçemezsin!) diye bağırıyor Balrog'a. Heyecandan tırnaklarımı yiyeceğim. Kitabın anlatımına hayran kalıyorum. Etrafımda tüm muhteşemliğini gördüğüm doğayı ne kadar güzel anlatmış Tolkien. Okudukça okuyasım geliyor.
Neden sonra, gittikçe ıssızlaşan bir dağ yolunda gittiğimizi farkediyorum. Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda, bulutların artık aşağımızda kaldığını görüyorum. İnanılmaz bir güzellik... Bulutlar aşağımızda ve etrafımızda bir deniz oluşturmuş adeta. Hava gittikçe serinliyor. Etrafta tek bir canlı yok. Değil bir insan, bir kuş, bir elektrik direği bile göremiyoruz. Babam 'Kaybolduk galiba' diyor bir ara, ama kaybolduğumuz için çok da endişeleniyor gibi değiliz açıkçası. Sanki o dağ yolunda çıktıkça bambaşka bir dünyaya giriyoruz. Bulutların içine doğru, çok daha serin, ve büyülü bir dünyaya.. Yol sormak istesek, etrafta bir Allah kulu yok. Aşağıya inmek için de çok geç. Mecburen ilerliyoruz yolumuzda.
Bu arada ben çok, ama çok açım. Kardeşim de öyle. Ama öyle böyle bir açlık değil bu. Açlıktan ölüyoruz adeta. Yol kıvrıla kıvrıla yukarılara doğru çıktıkça midemiz kazınıyor, içimiz kalkıyor, baygınlık geçirecek gibi oluyoruz. Sürekli anneme ve babama 'Ne zaman varacağız?' gibi saçma sorular soruyoruz. Dayanılmaz bir açlıkla kıvranır haldeyiz. Hatta hayatımda hiç öyle çok acıktığımı hatırlamıyorum desem yeridir.
Ön koltukta oturan dedemin söylediğine göre yakınlarda bir köy olması lazımmış. Ama etrafımızda hiç bir hayat belirtisi yok ki, köy olsun! Kardeşimle artık umudumuzu kaybetmeye başlıyoruz. Galiba açlıktan bayılacağız döne döne ilerleyen arabanın içinde!
Tam umudumuzu kesmeye başlarken, çok küçük bir eve benzeyen bir köy lokantası çıkıyor önümüze. Birdenbire, öyle hiçliğin ortasından fırlamış gibi. Böylesine unutulmuş bir yerde böyle bir yerle karşılaşmak bizi öylesine sevindiriyor ki, hemen arabadan iniyoruz. İçeriye en önce ben ve kardeşim koşturuyoruz.
Bu ıssız, sessiz ve serin yaylada bambaşka bir zamanı yaşıyor gibi köy lokantası. İçeride bizden başka kimsecikler yok. Sandalyeler, masalar, plastik masa örtüleri.. Bundan onlarca yıl öncesine ait gibi hepsi. O sıralar Orhan Pamuk'un 'Yeni Hayat'ını okumuş olsaydım, onu hatırlardım herhalde. Seneler sonra şimdi o lokantayı düşününce ise doğrudan o roman geliyor gözümün önüne. Ağustos ayında aşağıda sıcaklık 25-27 derece civarında olmasına rağmen yukarıda sıcaklık 10 derece kadar. Hatta lokantanın bir kenarında çıtır çıtır bir soba yanıyor! İnanamıyoruz.
O küçük lokantada, o muşamba örtülerin üzerinde, hayatımda yediğim en güzel yemeği yiyorum ben. Izgara koyun eti ve çoban salata.. Daha sonra hayatım boyunca gideceğim onca pahalı restorana, kafeye, dünyanın çeşitli yerlerinde tadacağım onca lezzetin hepsine parmak ısırttıracak kadar enfes. Çok acıkmış olmamın da bunda katkısı var eminim, ama bu lezzet bambaşka bir şey. İnsanı bambaşka bir boyuta götürüyor.
Adı bile unutulmuş bir Karadeniz yaylasında, bulutların biraz üstünde, zamanın durduğu bir kır lokantasında, mutluyum işte o anda. 'Cennet böyle bir yer olmalı' diye düşünüyorum kendi kendime. Gülümsüyorum.
Ben, annem, babam, kardeşim, ve dedem.. Arabada gidiyoruz. Etrafımız yeşilin her tonuyla bezeli. Karadeniz yaylalarına çıkıyoruz. Sene 2000, yaz mevsimi. Aşağıda nemli ve neredeyse bunaltıcı bir sıcak olmasına rağmen, yukarı çıktıkça sıcaklık azalıyor. Biz de pek nereye gittiğimizi bilmiyoruz aslında, yola çıkmışız ama yol bizi götürüyor daha çok. Benim elimde, o sırada okumakta olduğum Tolkien'in 'Yüzüklerin Efendisi' serisinin ilk kitabı var: Yüzük Kardeşliği. Frodo ve dostları Lothlorien ormanlarında yürürken, ben de kendimi orada gibi hissediyorum. Etrafımızda yeşillikler, dereler, ağaçlar, bin bir türlü çiçek, enfes doğa kokuları.. Annemler sürekli 'Kızım bırak şu kitabı da etrafına bak biraz!' diyorlar, her zamanki gibi! Ama ben öylesine gömülmüşüm ki kitabın heyecanına, nefes nefese okuyor da okuyorum. Bir yandan annemler 'Moonie yeter artık okuduğun' diyor, bir yandan kitapta Gandalf 'You cannot pass!' (Geçemezsin!) diye bağırıyor Balrog'a. Heyecandan tırnaklarımı yiyeceğim. Kitabın anlatımına hayran kalıyorum. Etrafımda tüm muhteşemliğini gördüğüm doğayı ne kadar güzel anlatmış Tolkien. Okudukça okuyasım geliyor.
Neden sonra, gittikçe ıssızlaşan bir dağ yolunda gittiğimizi farkediyorum. Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda, bulutların artık aşağımızda kaldığını görüyorum. İnanılmaz bir güzellik... Bulutlar aşağımızda ve etrafımızda bir deniz oluşturmuş adeta. Hava gittikçe serinliyor. Etrafta tek bir canlı yok. Değil bir insan, bir kuş, bir elektrik direği bile göremiyoruz. Babam 'Kaybolduk galiba' diyor bir ara, ama kaybolduğumuz için çok da endişeleniyor gibi değiliz açıkçası. Sanki o dağ yolunda çıktıkça bambaşka bir dünyaya giriyoruz. Bulutların içine doğru, çok daha serin, ve büyülü bir dünyaya.. Yol sormak istesek, etrafta bir Allah kulu yok. Aşağıya inmek için de çok geç. Mecburen ilerliyoruz yolumuzda.
Bu arada ben çok, ama çok açım. Kardeşim de öyle. Ama öyle böyle bir açlık değil bu. Açlıktan ölüyoruz adeta. Yol kıvrıla kıvrıla yukarılara doğru çıktıkça midemiz kazınıyor, içimiz kalkıyor, baygınlık geçirecek gibi oluyoruz. Sürekli anneme ve babama 'Ne zaman varacağız?' gibi saçma sorular soruyoruz. Dayanılmaz bir açlıkla kıvranır haldeyiz. Hatta hayatımda hiç öyle çok acıktığımı hatırlamıyorum desem yeridir.
Ön koltukta oturan dedemin söylediğine göre yakınlarda bir köy olması lazımmış. Ama etrafımızda hiç bir hayat belirtisi yok ki, köy olsun! Kardeşimle artık umudumuzu kaybetmeye başlıyoruz. Galiba açlıktan bayılacağız döne döne ilerleyen arabanın içinde!
Tam umudumuzu kesmeye başlarken, çok küçük bir eve benzeyen bir köy lokantası çıkıyor önümüze. Birdenbire, öyle hiçliğin ortasından fırlamış gibi. Böylesine unutulmuş bir yerde böyle bir yerle karşılaşmak bizi öylesine sevindiriyor ki, hemen arabadan iniyoruz. İçeriye en önce ben ve kardeşim koşturuyoruz.
Bu ıssız, sessiz ve serin yaylada bambaşka bir zamanı yaşıyor gibi köy lokantası. İçeride bizden başka kimsecikler yok. Sandalyeler, masalar, plastik masa örtüleri.. Bundan onlarca yıl öncesine ait gibi hepsi. O sıralar Orhan Pamuk'un 'Yeni Hayat'ını okumuş olsaydım, onu hatırlardım herhalde. Seneler sonra şimdi o lokantayı düşününce ise doğrudan o roman geliyor gözümün önüne. Ağustos ayında aşağıda sıcaklık 25-27 derece civarında olmasına rağmen yukarıda sıcaklık 10 derece kadar. Hatta lokantanın bir kenarında çıtır çıtır bir soba yanıyor! İnanamıyoruz.
O küçük lokantada, o muşamba örtülerin üzerinde, hayatımda yediğim en güzel yemeği yiyorum ben. Izgara koyun eti ve çoban salata.. Daha sonra hayatım boyunca gideceğim onca pahalı restorana, kafeye, dünyanın çeşitli yerlerinde tadacağım onca lezzetin hepsine parmak ısırttıracak kadar enfes. Çok acıkmış olmamın da bunda katkısı var eminim, ama bu lezzet bambaşka bir şey. İnsanı bambaşka bir boyuta götürüyor.
Adı bile unutulmuş bir Karadeniz yaylasında, bulutların biraz üstünde, zamanın durduğu bir kır lokantasında, mutluyum işte o anda. 'Cennet böyle bir yer olmalı' diye düşünüyorum kendi kendime. Gülümsüyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)