Fotoğraf: Karadeniz turu
Ben, annem, babam, kardeşim, ve dedem.. Arabada gidiyoruz. Etrafımız yeşilin her tonuyla bezeli. Karadeniz yaylalarına çıkıyoruz. Sene 2000, yaz mevsimi. Aşağıda nemli ve neredeyse bunaltıcı bir sıcak olmasına rağmen, yukarı çıktıkça sıcaklık azalıyor. Biz de pek nereye gittiğimizi bilmiyoruz aslında, yola çıkmışız ama yol bizi götürüyor daha çok. Benim elimde, o sırada okumakta olduğum Tolkien'in 'Yüzüklerin Efendisi' serisinin ilk kitabı var: Yüzük Kardeşliği. Frodo ve dostları Lothlorien ormanlarında yürürken, ben de kendimi orada gibi hissediyorum. Etrafımızda yeşillikler, dereler, ağaçlar, bin bir türlü çiçek, enfes doğa kokuları.. Annemler sürekli 'Kızım bırak şu kitabı da etrafına bak biraz!' diyorlar, her zamanki gibi! Ama ben öylesine gömülmüşüm ki kitabın heyecanına, nefes nefese okuyor da okuyorum. Bir yandan annemler 'Moonie yeter artık okuduğun' diyor, bir yandan kitapta Gandalf 'You cannot pass!' (Geçemezsin!) diye bağırıyor Balrog'a. Heyecandan tırnaklarımı yiyeceğim. Kitabın anlatımına hayran kalıyorum. Etrafımda tüm muhteşemliğini gördüğüm doğayı ne kadar güzel anlatmış Tolkien. Okudukça okuyasım geliyor.
Neden sonra, gittikçe ıssızlaşan bir dağ yolunda gittiğimizi farkediyorum. Kafamı kaldırıp etrafa baktığımda, bulutların artık aşağımızda kaldığını görüyorum. İnanılmaz bir güzellik... Bulutlar aşağımızda ve etrafımızda bir deniz oluşturmuş adeta. Hava gittikçe serinliyor. Etrafta tek bir canlı yok. Değil bir insan, bir kuş, bir elektrik direği bile göremiyoruz. Babam 'Kaybolduk galiba' diyor bir ara, ama kaybolduğumuz için çok da endişeleniyor gibi değiliz açıkçası. Sanki o dağ yolunda çıktıkça bambaşka bir dünyaya giriyoruz. Bulutların içine doğru, çok daha serin, ve büyülü bir dünyaya.. Yol sormak istesek, etrafta bir Allah kulu yok. Aşağıya inmek için de çok geç. Mecburen ilerliyoruz yolumuzda.
Bu arada ben çok, ama çok açım. Kardeşim de öyle. Ama öyle böyle bir açlık değil bu. Açlıktan ölüyoruz adeta. Yol kıvrıla kıvrıla yukarılara doğru çıktıkça midemiz kazınıyor, içimiz kalkıyor, baygınlık geçirecek gibi oluyoruz. Sürekli anneme ve babama 'Ne zaman varacağız?' gibi saçma sorular soruyoruz. Dayanılmaz bir açlıkla kıvranır haldeyiz. Hatta hayatımda hiç öyle çok acıktığımı hatırlamıyorum desem yeridir.
Ön koltukta oturan dedemin söylediğine göre yakınlarda bir köy olması lazımmış. Ama etrafımızda hiç bir hayat belirtisi yok ki, köy olsun! Kardeşimle artık umudumuzu kaybetmeye başlıyoruz. Galiba açlıktan bayılacağız döne döne ilerleyen arabanın içinde!
Tam umudumuzu kesmeye başlarken, çok küçük bir eve benzeyen bir köy lokantası çıkıyor önümüze. Birdenbire, öyle hiçliğin ortasından fırlamış gibi. Böylesine unutulmuş bir yerde böyle bir yerle karşılaşmak bizi öylesine sevindiriyor ki, hemen arabadan iniyoruz. İçeriye en önce ben ve kardeşim koşturuyoruz.
Bu ıssız, sessiz ve serin yaylada bambaşka bir zamanı yaşıyor gibi köy lokantası. İçeride bizden başka kimsecikler yok. Sandalyeler, masalar, plastik masa örtüleri.. Bundan onlarca yıl öncesine ait gibi hepsi. O sıralar Orhan Pamuk'un 'Yeni Hayat'ını okumuş olsaydım, onu hatırlardım herhalde. Seneler sonra şimdi o lokantayı düşününce ise doğrudan o roman geliyor gözümün önüne. Ağustos ayında aşağıda sıcaklık 25-27 derece civarında olmasına rağmen yukarıda sıcaklık 10 derece kadar. Hatta lokantanın bir kenarında çıtır çıtır bir soba yanıyor! İnanamıyoruz.
O küçük lokantada, o muşamba örtülerin üzerinde, hayatımda yediğim en güzel yemeği yiyorum ben. Izgara koyun eti ve çoban salata.. Daha sonra hayatım boyunca gideceğim onca pahalı restorana, kafeye, dünyanın çeşitli yerlerinde tadacağım onca lezzetin hepsine parmak ısırttıracak kadar enfes. Çok acıkmış olmamın da bunda katkısı var eminim, ama bu lezzet bambaşka bir şey. İnsanı bambaşka bir boyuta götürüyor.
Adı bile unutulmuş bir Karadeniz yaylasında, bulutların biraz üstünde, zamanın durduğu bir kır lokantasında, mutluyum işte o anda. 'Cennet böyle bir yer olmalı' diye düşünüyorum kendi kendime. Gülümsüyorum.
Bu sefer neseli bir an olmasina sevindim. Benim de Tranzon'un o guzelim-buyulu yaylarinda benzer bir deneyimim olmustu. Bir yaylada bir alabalik yemistim ve o baligin tadini bugune kadar hicbir balik gecemedi. Buyuk ihtimal, doganin ihtisami ile baligin lezzeti birbirine karisti ve beynime kazindi:)
ReplyDeleteEvet Nurvenur, gercekten cok neseli ve guzel bir andi benim icin :) Bu arada ben de Uzungol'de enfes bir alabalik yemistim ve ayni senin gibi o lezzeti de unutamamistim!
ReplyDeleteSevgiler
Moonie