Wednesday, January 31, 2007

Sıfırın altında yaşam




Sabah 4 buçukta, şafaktan çok önce uyandım. Her yer zifiri karanlık. Evin içinde ilk defa burada, Chicago'da kullanma ihtiyacı duyduğum 'humidifier' (hava nemlendiricisi)nin havaya buhar üflerken çıkardığı sakin mırıltıdan başka ses yok. 4 saat içinde 7 buçuk sayfa Arapça okudum. Şafak o kadar güzel geldi ki, bir Ocak gününe yaraşır bir şekilde, ihtişamla. Şeftali pembesi rengine bürünen gökyüzü arkaplanında, gözümün alabildiği her yerde binaların tepelerinden kesif dumanlar çıkıyor. Çıkması gerek zaten, insanlar nasıl ısınır yoksa?

Çünkü bu sabah hava çok soğuk. Ama öyle şaka gibi değil, gerçekten, insanın nefesini, ellerini ayaklarını, düşüncelerini donduracak kadar soğuk. İnternetten biraz da korkarak bakıyorum hava raporuna. Chicago, hissedilen sıcaklık: -23 derece. Acaba hiç evden çıkmasam mı diye düşünüyorum. Nefes almak bile zorlaşıyor çünkü bu kadar soğuk olunca hava. Kendimi Karlar Kraliçesi masalındaki çocuklar gibi hissediyorum.

Sonunda evden çıktığımda raporda durumun abartılmadığını farkediyorum. Kendimi bir mumya gibi sarmama ve sadece gözlerimi açıkta bırakmama karşın, rüzgar buz gibi nefesiyle oradan bile girmeyi başarıyor. Rüzgarın değdiği yerlerde tenim yanıyor adeta, soğuğun insanı yaktığı uç nokta.

Otobüs nihayet geliyor ve camdan dışarıyı izleyen başka bir çok öğrenciyle birlikte kampüse doğru yola çıkıyoruz. Kulaklıklarımdan Portishead'in şarkıları akıyor içime, sabahın güzelliğini pekiştiriyor.

Sıfırın altında yaşam bütün hızıyla devam ediyor Chicago'da.

Tuesday, January 30, 2007

Kış masalı



'Hissedilen sıcaklık' -22'de! Chicago acı soğuğuna, karlı kışlarına geri döndü. Kışın getirdiği güzellikleri çok seviyorum, Cumartesi günü şehir dışına çıkıp gezip gördüğümüz kardan heykeller yarışması ya da Pazar günü evde oturup sıcak çayımı yudumlayıp pencereden kar fırtınasını izleyebilmek gibi..

Cumartesi günü Chicago'ya arabayla 1 buçuk-2 saat kadar uzaklıkta olan Rockford'a gittik, her sene orada aynı zamanlarda, OCak ayında yapılan kardan heykeller yarışmasını izleyebilmek için. (http://www.snowsculpting.org) Sadece bu yarışma için her sene Rockford havaalanında biriken kar, özel araçlarla havalanının bir kenarına toplanıyor ve yarışmanın yapılacağı alan olan Sinnissippi parkı'na getiriliyormuş. (Parkın adı da sanırım eski Kızılderili dillerinden bir kelime, öyle görünüyor) Her takım kendine önce bir eskiz çiziyor, yapacakları heykelin aşağı yukarı nasıl görüneceğini anlatmak için. Daha sonra her biri bir kaç metreküp büyüklüğünde olan kocaman sıkıştırılmış kar bloklarını oymaya başlıyorlar bu güzel heykelleri yapabilmek için. Daha sonra bir jüri bu heykelleri oyluyor ve birinci, ikinci ve üçüncüler seçiliyor aynı gün içinde. Profesyonel takımların yanında lise öğrencilerinin çalışmaları da aynı parkın içinde görülebiliyor. Gerçekten hepsi birbirinden güzeldi.

Şehrin dışına çıkıp güzel bir parkta ağaçların arasında havadaki kar, kömür ve çam ağacı kokusunu içimize çekerek (hava sıcaklığı her ne kadar 0ın çok altında olsa da) heykellere bakarar yürümek, şehirden uzaklaşmak çok güzeldi. Karların içinde oturup yuvarlanmak, koşmak, doğanın nefesini dinlemek, buz tutmuş dereler ve göllere bakan çıplak ağaçları izlemek, kışın soğuk güzelliğinin, büyüsünün keyfini çıkarmak da..

Haftasonundan ve karlı Rockford'dan, Sinnissippi Parkı'ndan bir kaç enstantane:

Kış mevsimini seviyorum:)












Thursday, January 25, 2007

Bu dünya, 'öteki' dünya



Mezarlık ziyaretleri çoğu insanın tersine benim içime huzur verir her zaman.. İnsanların günlük yaşamlarında kendilerine herşeyin geçiciliğini, bu dünyanın faniliğini hatırlatmaları açısından sık sık mezarlık ziyaretleri yapmaları gerektiğini düşünürüm..

Doğu kültürlerinde mezarlıklar yaşamla çok daha içiçedir mesela, bize yaşamın geçiciliğini ve değerini, ölümünse kaçınılmazlığını anımsatmak ister gibi sürekli.. Köylerin girişine yapılır mezarlıklar, gelenler ve gidenler görebilsin, o anda aralarında olmayan sevdiklerini hatırlayabilsin, onlar için bir kaç dua edebilsin diye.. Ölümün yaşama olan yakınlığı ve gerçekliği sürekli yüzümüze vurulur Doğu'da, yaşamımız ne kadar kıymetli ve biricik, hatırlayalım diye..

Batı şehirlerinde ise mezarlıklar şehirden olabildiğinde uzak, gördüğüm kadarıyla.. Genelde tüketime ve bu dünya üzerindeki hırs, istek ve heveslerine odaklandığı için insanlar, ölümü sanki hiç varolmayan bir hayalmiş gibi, yaşamlarının dışına atıyorlar buralarda.. Hiç bir zaman toplu bir mezarlık görmedim Amerikan şehirlerinin içinde, ya da yakınında.. Hep uzak ve açık alanlarda yapılır Batılıların mezarları, yaşadıkları yerlerden çok çok uzaklarda, sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi..

Bence mezarlıkları sık sık ziyaret edip kendi içimizdeki yaşamı hissetmek çok güzel.. Her gün hakkında endişelendiğimiz, kızdığımız, üzüldüğümüz, bağırıp çağırdığımız herşeyin, her konunun aslında ne kadar önemsiz ve küçük olduğunu görmek için.. Herkesin bir gün bu dünyadan gideceğini, elimizdeki hiç bir şeyin, ruhumuzun bile aslında bizim olmadığını, onu Tanrı'dan ödünç aldığımızı anlamak, bizim gidici olduğumuzu, onunsa tek kalan olduğunu hatırlamak için.. Mezar taşlarının üzerinde de yazdığı gibi: Huvel Baki.. (O, kalandır.)

İnsanların bu dünyadaki yaşamlarında gözlerini bürüyen mal, mülk, para....vs. hırsları beni çok şaşırtıyor gerçekten. Yarın ölsek bütün sahip olduklarımızdan hangisi girebilecek bizimle toprağın altına? İnsanlar sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi büyük bir hırs ve açgözlülükle saldırıyorlar ellerine geçen herşeye, aslında bütün bunların hiç bir öneminin olmadığının farkına varmadan.. Toprak'tan, bir çamur parçasından yaratıldığımızı ve yeniden onun koynuna döneceğimizi unutarak..

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yarim kara topraktır.

Aşık Veysel


Tanrı ne zaman almaya karar verirse canımı, umarım o gün bu dünyada aydınlattığım yürekler, aldığım dualar ve gerçekleştirdiğim hayaller, sahip olduğum mal ve mülklerden kat kat fazla olur..

Wednesday, January 24, 2007

Arapça maceraları



Sessiz sakin geçen bir gündü, ama çok uzun bir gündü bugün. Kampüse öğlen gidip önce işe koşturdum, sonra da oradan saat 3teki derse. Zaten haftalar ilerledikçe sürekli bir yerlere koşuyorum gibi geliyor. Saat 6da dersten çıkıp tekrar kütüphaneye giderek saat 11 buçuğa kadar Miles Davis dinleyerek Arapça okuması yaptım.

Bugüne kadar anadilim dışında 5 tane dil öğrendim, hepsinde aynı evrelerden geçtim, gramer çalıştım, sözcük ezberledim. Ancak öğrendiğim diller arasında Arapça kadar zor olanı yok! 5 saat Arapça okuduktan sonra öylesine zonklamaktaydı ki başım eve dönerken pek sevdiğim Ipod'umdaki müziklerden bile dinlemek istemedim! Artık annemin 'Şu müziğin sesini kısın kızım, kafam kaldırmıyor' dediği zaman gerçekten ne kastettiğini biliyorum! Gerçekten de Arapça'nın bana verdiği başağrısını başka hiç bir dil vermedi şu ana kadar, hem de 4 senedir öğrenmekte olduğum halde bu dili.

Öğrenmek, özellikle de bir dil öğrenmek gerçekten çok ama çok sabır isteyen, zorlu, uzun, sancılı ama herşeye rağmen zevkli bir süreç. Sonuçta demezler mi 'Her dil bir insandır' diye? Ben de şu ana kadar bu kadar çok değişik dilleri öğrenebildiğim için, bu fırsat bana sunulmuş olduğu için ve önümde bu sayede açılan yeni dünyalar sebebiyle kendimi çok şanslı sayıyorum. Hayat boyu öğrenci kalsam da yine aynı şevkle öğrenmeye devam ederim gibi geliyor.

Sunday, January 21, 2007

İnternet okyanusunda bir damla olmak



Televizyon izlemeyen ve Amerika'da gazete de pek okumayan bir insan olarak başlıca haber alma kaynağım tabii ki internet. Ancak internet gerekli ve gereksiz bilgilerle doldurulmuş öylesine engin bir deniz ki, istediğimiz bilgiye ulaşmak ve gerçekten haber niteliği taşıyan bilgiyi bulmak gittikçe zor hale geliyor. Ben de her gün kullandığım ve en çok sevdiğim haber sitelerini ve RSS araçlarını paylaşmak istedim. İnsanların bilgiye ulaşmalarında bir yararım olursa ne mutlu bana!

Zamanımız sahip olduğumuz en değerli şeylerden biri ve onu nasıl kullandığımız çok önemli. Bu artık yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelen internet'te gezinmek konusunda da çok geçerli. Eğer nereye bakılacağını tam olarak bilmiyorsanız aradığınız bir bilgiye ulaşana kadar o konuyla alakasız onlarca sayfada bazen saatleri bulan bir zaman kaybı işten bile değil. Bu yüzden internette gezerken ve habere ulaşmaya çalışırken de dikkatli olup doğru yerlere bakmak ve doğru araçları kullanmak gerekiyor.

Bence bir haber sitesinde olması gereken en önemli özellik, sade ve minimalist olması. Gereksiz detaylar, büyük reklamlar, resimler, videolar, java appletları ve daha bir çok kullanmayı zorlaştırıcı özellikle tıkabasa doldurulmuş sitelerden mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum. Tabii yayınlanan haberlerin gerçekten 'haber' niteliği taşıyor olması da çok önemli. Türkiye'de son günlerde işlenmiş menfur bir cinayetle ilgili son haberlere ulaşmaya çalışırken karşınıza Paris Hilton'ın son katıldığı davette giydiği kıyafetin ayrıntılı fotoğraflarını çıkaran bir 'haber sitesi' sizi çileden çıkarabilir! Bu yüzden internet denen devasa okyanustan istediğimiz bir kaç değerli damlayı çıkarabilmek için genelde yardma ihtiyacımız oluyor.

Her gün takip ettiğim ve haber kaynağı olarak gördüğüm bir kaç site var. Türkiye'deki haberler ve gündem için genelde NTVMSNBC'nin sayfasını kullanıyorum. (http://www.ntvmsnbc.com) Buranın başlıca avantajları:haberlerin ana hatlarıyla bir bakışta gözüme çarpması ve gözü fazla yormaması, reklam ve 'asparagas' haberlerin diğer sitelere oranlar çok daha az görülmesi ve site tasarımının başarılı olması (yandaki çubuğu aşağıya iindirmeye çok gerek kalmadan en önemli haberlerin görülebilmesi)

Dünya genelindeki haberlere gelince yine nispeten tarafsız bulduğum ve haberlerinin niteliğine güvendiğim BBC News'un sitesinin düşük grafikli versiyonunu kullanıyorum. (http://news.bbc.co.uk/text_only.stm) Bu versiyonu kullanmamın ana sebebi sadeliği ve sayfa açıldığında bir çok gereksiz resim ve tabloyla gözlerim yorulmadan bir çok manşet haberine kendi kategorilerinde göz atabilmek. Daha fazla okumak istersem üzerlerine tıklıyor ve ana makaleye ulaşıyorum.

Amerika haberleri ve dış politika yorumları içinse Amerika'nın en iyi gazetesi olduğunu düşündüğüm New York Times'ın sayfasına bakıyorum. (http://www.nytimes.com/) Burada yine kategorilere ayrılmış haberlere ulaşmak diğer web sitelerine göre daha kolay.

Genelde bu üç site bana dünya, Türkiye ve Amerika gündemleriyle ilgili bilmem gereken haberlerin tümünü ulaştırıyor. Böylece siteden siteye atlamadan, ne aradığımı bilerek ve zaman kaybetmeden 'haber'e ulaşabiliyorum.

Son zamanlarda keşfettiğim ve gerçekten de çok zaman kazandıran bir diğer buluş da internette çok sayıda blog veya haber sitesini aynı anda takip edenlerin çok seveceğini düşündüğüm Google Reader. (http://reader.google.com) Her gün baktığınız ve yeni bir şeyler var mı diye kontrol ettiğiniz RSS feed veren bir çok blog ve haber sitesi varsa Google Reader tam size göre. Baktığınız tüm sitelere 'subscribe' olduğunuzda artık yapmanız gereken tek şey her gün sadece bu sayfayı kontrol etmek. Google Reader size hangi sitelere yeni eklemeler yapıldığını ve kaç tane yeni haber ya da yazı girilmiş olduğunu gösteriyor. Bunu sizin bilgiye ulaşmak için uğraşmanız değil de, bilginin sizin ayağınıza kadar gelmesi şeklinde özetleyebiliriz. Google Reader'a blog ya da haber sitesi ekleyebilirsiniz, mesela ben Radikal'in sitesini (http://www.radikal.com.tr/) ekledim ve başlıkları manşet şeklinde birer satır özetleriyle birlikte kısaca görebiliyorum. Gerçekten çok zaman kazandırıyor.

Her gün binlerce blog ve web sayfasının açıldığı, milyonlarca fotoğraf ve videonun eklendiği bir okyanus olan internette gezerken kaybolmamak ve zaman kaybetmemek için, ilgilenmediğimiz asparagas niteliğindeki yanlış ve saptırılmış haberlerden kendimizi korumak için umarım verdiğim bu ipuçları işinize yarar! İnternette iyi gezinmeler:)

Wednesday, January 17, 2007

Vanya Dayı, yıllar, yaşamlar



Pazar günü gidip bizim üniversitenin profesyonel tiyatro grubu olan Court Theater oyuncularının Chicago'daki Modern Sanat Müzesi'nde izlediğimiz Çehov'un 'Vanya Dayı' oyunu gerçekten etkileyiciydi. 19. yüzyıl Rusya'sındaki taşra yaşamını, insanların hayatları üzerinde nasıl boğucu bir etkisi olduğunu, sürekli aynı, monoton yaşam şeklini yaşamanın insanları nasıl canından bezdirebileceğini çok başarılı bir şekilde anlatmış Çehov. Bazen insanı kahkahalara boğan, bazense hayat hakkında sorular sordurarak melankolik bir havaya sokan bu oyunu izlemek, gerek oyuncuların profesyonellikleri sayesinde, gerekse sahne, ışık ve kostüm düzeninin uyumuyla benim için hatırlanmaya değer bir deneyim oldu.

Oyunla ilgili en çok sevdiğim ayrıntı, bu oyunun 'preview' yani basına açılmadan önce oynana oyunlardan biri olduğu için izleyicilerden geri bildirim beklemesiydi. Oyun bittikten sonra alkışlar kesilince bir anons yapıldı ve oyunu sahneye koymada emeği geçen herkesin sahneye geleceği ve bir soru-cevap oturumunun yapılacağı söylendi. Biz de merak edip yerlerimizden kalkmadık ve yaklaşık 45 dakika kadar süren soru-cevap kısmında oyunun yapımcısı, sahne düzeni ve dekor yönetmenleri, metin uyarlaması yazarı, kostüm, ses ve ışık yönetmenlerinden oluşan 5-6 kişilik bir gruba sorularımızı sorduk. İnsanların oyun hakkındaki düşüncelerini, yorumlarını, olumlu ya da olumsuz bütün eleştirilerini büyük bir dikkatle dinleyerek sorulara cevap verdiler. Böylece oyunu sadece bize sunup ister beğenelim ister beğenmeyelim umurlarında değilmiş gibi bir tutum içine girmekten çok, düşüncelerimize değer verdiklerini ve bizim orada olmamızın onlar için çok önemli olduğunu hissettirdiler bize. İlerideki oyunları bizim yorumlarımıza ve düşüncelerimize göre şekillendirecekleri ve onlara söylediklerimizin onlar için çok şey ifade etmesi bence biz izleyiciler için de çok onur vericiydi.

Yaşamdan güzel bir kesit sundu bize 'Vanya Dayı' oyunu.. İnsanların yaşamın kendisinden dahi bıkabileceklerini, ama herşeye rağmen nefes almaya devam etmesi gerektiğini anlatıı. Hangi yüzyılda yaşarlarsa yaşasınlar insan doğasının aynı olduğunu, aynı sevinçlerle gülüp aynı kederlerle ağladığımızı gösterdi.

SONYA - Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını mendiliyle kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!

Tuesday, January 16, 2007

Yağmurdan sonra



Yağmurdan sonra açan güneşin ve ellerimin içinde tuttuğum fincanın üzerine düşen güneş ışığının güzelliğine..


___________________________________________________________

Yanımdaydın. Geceydi. Bir şeyler aktı ılık ılık yanaklarımdan, içime.. Bir alev titredi gecenin içinde, yağmur dövdü camları yumuşacık.... Gecenin içinde yağmur, tek başına dövündü, serzenişlerde, küslüklerde, yalnızlıklarda köşe kapmaca oynadı, kimsenin umurunda olmasa bile... Kendini camlara vurdu yağmur, ağladı, usulca aşağıya iniverdi sonra...

Yanımdaydın. Ortak bir sırrı paylaşır gibi baktın bana, yüzlerce yıldır bilinen, ancak hiç kimsenin ortaya çıkarma cesaretini gösteremediği bir sırrı...Bazı şeylerin halâ varolduğunu bilmek rahatlatıyordu insanı. Sustun tekrar geceye, yağmur aldı sessizliği, gülümsedim buruk bir sancının kucağında. Baktın, tekrar sustun geceye, hiç durmamacasına..Koyu bir karanlığın ortasında tek başıma nefes aldım, geceyi düğümledim yüreğime, sustun geceye, gülümsedim, acı bir umarsızlığın koynunda nedensiz... Yüreğimdeki boşluk, yankı vermez sandım. Gözlerimdeki dipsiz kuyular, akis vermez sandım.

Gecenin sonuna vardığımı sandım, ılık bir şeyler akıyordu yüreğimden, yağmur usul usul vuruyordu kendini camlara, hiç bitmeyen bir yalnızlığın içinde.
Ne zaman bitecek bilemeden, ne zaman alev tutuşursa gecenin içinde, gözlerini o ana kilitle, bir alev titrer, bir damla sızar yüreğindeki çatlaklardan, yağmur usul usul döver camları...Hem sever, hem döver yağmur sevdiğini. Ne zaman geceyse, susuşsa, gülüşse, sonsuzluksa, o zaman düğümlenir gece yüreğime...


Moonshine
01.07.2003

Thursday, January 11, 2007

10 günde 4 film

Sinemanın hayatımda ne kadar büyük bir rol oynadığını daha önce de yazmıştım. Hayatta en çok sevdiğim kitap okumanın bile neredeyse önüne geçecek kadar çok önem kazandı son 5-6 yılda sinema ve film kültürü hayatımda. Başka yaşamları izlemek, insanla ve insan ruhuyla ilgili bir şeyler öğrenmek ve insana dair bütün duyguların yansıtıldığını görmek bana büyük mutluluk veriyor, ister beyaz perdede olsun, ister kendi evimin rahatlığında ve konforunda.



DVD koleksiyonu çok geniş olan ve DVDleri posta kutuma kadar getirme konusunda çok başarılı bulduğum Netflix (http://www.netflix.com) Amerika'da yaşıyor olmanın sanırım en sevdiğim yönlerinden biri. Özellikle kışın havanın 0 derecenin çok altına indiği o buz gibi günlerde hiç kimse evinden dışarı bile çıkmak istemezken bir Cuma akşamı yorgun argın eve gelip o güzel kırmızı zarfı posta kutumda bulmak çok mutlu ediyor beni!

Geçtiğimiz 10 gün içinde bir kısmını Türkiye'de, bir kısmını ise Amerika'da, bir tanesini ise arada (yani okyanusun üzerinde:) izlediğim filmler ve kısaca bende uyandırdıkları izlenimler, en çok sevdiğim filmden en az sevdiğime göre sıralamayla işte burda:

1- Solaris (1971 Tarkovsky versiyonu)


İzlediğim fimler arasında sadece bir tanesiyle tam karşılaştırabilirim Solaris'i, o da Kubrick'in en sevdiğim filmlerinden biri olan 2001: A Space Oddysey olur. Bu iki film, bence 'felsefi bilim -kurgu' olarak adlandırdığım film janrının en iyi iki örneği. Sanırım insan uzaya çıkınca ve kendi dünyasından biraz olsun uzaklaşınca felsefi soruları çok daha kolay soruyor ve bu evrendeki varlığının sorgulamasını çok daha kolay yapıyor. Solaris gezegeninin adeta canlı bir varlık gibi insanların hafızalarına, istek ve hırslarına hakim olabilmesi ve insanları bu şekilde kontrol edebilmesi çok ilginç ve tanıdık bir fikir aslında, zaten film eleştirmenlerine göre Tarkovsky bu gezegeni filmde komünizmde olduğu gibi herşeyi kontrol eden bir devlet mekanizmasını sembolize etmek için kullanmış. Bu türden sorgulamaları seviyorsanız ve 3 saat yavaş tempoda giden bir filmi izlemeye dayanabilirseniz kaçırmayın derim! (Şahsen ben filmi 3-4 seferde ancak bitirebildim) Bence filmin bu versiyonu George Clooney'nin oynayıp Soderbergh'in yönettiği versiyonundan çok daha güzeldi. Şiirsel ve gerçekten çok derin bir film..

2- A Scanner Darkly


En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Richard Linklater'ın bu yeni filminin fragmanını gördüğümde zaten filmi seveceğimi hemen anlamıştım. Linklater bu filmde yine 'rotoskop animasyon' denen tekniği kullanarak önce gerçek oyuncularla çektiği filmi daha sonra animasyona çevirmiş. Filmde çok tanıdık oyuncular var: Keanu Reeves ve Robert Downey Jr. gibi, ve bence Keanu başrole tam oturmuş bu filmde. Diğer oyuncuların performansları da çok başarılı. Zaten bir Philip K. Dick romanından uyarlanmış olduğu için film, daha önce Blade Runner'ı da çok sevdiğim için kurgusunu yine çok başarılı bulacağıma emindim. Uyuşturucunun insanların hayatlarını ve düşünme mekanizmalarını nasıl değiştirebildiğini ve onları herşeyden şüphe eder bir hale soktuğunu bu filmde izleyebilirsiniz. Ayrıca film yine 1984'ten etkilenen ve aynı arkaplanı kullanan bir çok filmin arasında yer alıyor bence. Casuslar, devletin uyuşturucuya karşı savaşı, birbirini devlete 'satan' arkadaşlar... Daha fazla bahsedersem filmin sonuna dair bilgiler vermekten korkuyorum.

3- Dolls


Dolls, yani 'Bebekler', koyu kırmızı ve sonbahar tonlarında, çok hüzünlü bir aşk filmi. İçindeki 3 küçük hikayeyle aşkın tanımını yapmaya çalışmış yönetmen Kitano, ve bu film de çok ağır tempoda giden bir film. Aslında kesinlikle yavaş filmlere karşı bir önyargım yok, yani en sevdiğim filmler arasında çoğu bu tarz filmlerden oluşuyor. Ancak bu filmde ağır tempo, benim açımdan biraz filmi sürükler gibi geldi, yani hikayeler güzel ve hüzünlü olmasına rağmen filmin geneli için çok beğendiğimi söyleyemem. Estetik açıdan çok güzeldi film ve her karesi bir fotoğraf güzelliğindeydi, ancak benim için diyaloglar ve hayata dair izlenimler sinematografiden çok daha önemli ve değerli olduğu için belki de, bu filmden çok hoşlanamadım.

4- The Illusionist


Edward Norton'ın oyunculuğunu severim genelde, ve tarihi aşk filmleri de bence güzel bir yolculuk oluyor geçmişe. Ancak nedense bu Amerika'ya giderken uçakta gösterildiği için izlediğim filmini, 'Sihirbaz'ı çok sevemedim. Film genel Hollywood filmlerinden biraz daha ilginç ve değişik olmasına rağmen bende çok iyi izlenmiler yaratamadı. Nedense film boyunca geçen diyaloglar ve Norton'ın oyunculuğu bana sahte ve yapmacık gibi geldi biraz. Özellikle sevdiği kadını oynayan Jessica Biel'le aralarında neredeyse hiç bir kimya uyumu yoktu gibi geldi bana. Belki de uçakta yarı uyur yarı uyanık bir halde küçücük bir ekrandan izlediğim için haksızlık ediyorum bu filme. Bence beklentilerimin çok daha yüksek olması beni hayalkırıklığına uğrattı.


Okul, dersler, işim büyük bir hızla başladığı için artık bu denli çok zaman ayıramayacağım tabii sinemaya ama yine de hayatımda yerini her zaman olduğu gibi bu yıl da koruyacağından eminim '7. sanat'ın. Bol sinemalı günler! :)

Wednesday, January 10, 2007

Alacakaranlık


Şafaktan hemen önce uyandım.

Şafaktan hemen önce, içimde dünyanın bütün kasırgaları esti bir anda, üşüdüm, titredim sessizce.
Sabahın koynuna doğru uzanan gece, sen bilir misin sırlarını buz gibi rüzgarların, siyah ve parlak tüylü bir at gibi dörtnala koşan saatlerin, varolmanın, anlamın ve anlamsızlığın?

Bilir misin nereye gittiklerini üzerinde yorgun bir rehavetle salınan şu kapkara bulutların?

Gece, esrarengiz bir bilmece.. Bilir misin ne demek olduğunu acı çekmenin, insan olmanın? Kendini kaybedip bir yerlerde, sonra yeniden bulmanın?

Şafaktan hemen önce uyandım. Sağanak yağmurların, bembeyaz karların, amansız fırtınaların soğuk nefesi titretti ruhumu, uyandım.

Uyanıp, yeni bir güne adım attım.

Saturday, January 6, 2007

Korku, insan, geçmiş ve gelecek



H.P. Lovecraft'in çok sevdiğim bir sözü vardır, yazar der ki: " insanoğlunun en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku da bilinmeyenin korkusudur." Gerçekten de insanların hayatlarını yöneten her eylemin en derinine inildiğinde ve en dibine, kökenine bakıldığında sebebinin korku olduğunu görüyorum.

Korku insanlara kendilerinin kabul dahi etmeyecekleri şeyler yaptırıyor, ve bence farkında olmasalar da insanlar en çok değişimden korkuyorlar. İşinden nefret eden bir adam, sadece değişiklikten ve yeni bir adım atmaktan korktuğu için yıllarca o işe katlanıyor mesela, ya da evliliğinde fiziksel şiddetle karşılaşan bir kadın, yıllarca sadece tek başına kalmaktan korktuğu için tahammül ediyor bu ilişkiye ve evliliğe içi kan ağlasa bile, ya da ülkesinde, evinde mutsuz olan genç bir insan sadece başka bir ortama girmekten korktuğu için orayı terkedip gidemiyor. 'Yeni bir adım atmak' aslında insanlar için düşünülenden çok daha zor. İnsanların çoğu, daha önceden keşfetmemiş olduğu yepyeni bir bölgeye o ilk adımı atmak istemiyor.

Bence insanın yaşamını ve kararlarını yönlendirmek ve yönetmek isteyen her güç kaynağı/kurum/yapı da aynı şekilde insanın bu en güçlü duygusunu yani korkuyu kullanarak yapıyor bunu: Devletler, din, ordu, diktatörler, siyasetçiler... Gücü elinde tutarak insanları birer kukla gibi yönetebileceğini düşünen ve bunu kolayca başarabilen bütün bu 'üst yapı'lar kullanıyor korku olgusunu..

Devlet, 'öteki'nin kendilerine yönelttiğini iddia ettiği tehditle korkutuyor vatandaşlarını..
A. B. D. örneğinde en açık seçik haliyle görülüyor bu: Devlet aslında varolmayan bir 'Düşman, ya da öteki' yaratıp bu imajı vahşi imgelerle en korkunç hale getiriyor önce. Daha sonra da medya aracılığıyla topluma sunup, her vatandaşı bu sözde 'Düşman'ın getirdiği tehlikeden ölesiye korkar hale getiriyor. En sonundaysa kendi mekanizmalarını ve eylemlerini vatandaşı koruyan tek kurum olarak öne çıkarıp, yaptığı herşeyi böylece halkın gözünde meşrulaştırıyor. Amerikan örneğinde bu düşman tabii ki 'İslami terörizm'. Aslında korkmaları gereken çok daha başka ciddi sorunlar olduğu halde (obezite, sigara kullanımı, işsizlik, küresel ısınma...vs.) Amerikalılar sürekli kendilerine yöneltilecek terörist eylemlerden ve İslamla bağıntılı herşeyden korkar hale geldiler böylece. Devletin korkuyu kullanarak insanları manipüle etmesinin ne kadar gerçek ve olası olduğunu en iyi gören George Orwell'di sanırım, en ünlü romanı olan ve bir şaheser olduğunu düşündüğüm 1984'ü yazdığında.

Dini yanlış anlayan ve siyasetin içine karıştırıp tüm gücü kendi ellerinde tutmak isteyen bazı din 'otoriteleri' de aynı şekilde insanın en ciddi ve en büyük korkusu olan ölüm korkusunu kullanıyorlar. Kendi söylemlerine inandırmak için dindar kimseleri, gaddar ve ceza verici bir Tanrı imajı ve yakıcı ateş denizleriyle korkutuyorlar hepsini. Oysa inanmak korkmaya eşit olmamalı benim gözümde. Bana bağışlayıcı ve merhametli bir Tanrı'nın varlığına inanmak ve Tanrı'ya ondan ölesiye korktuğum için değil, onu çok sevdiğim için ibadet etme gereği duymak çok daha güzel ve içten geliyor.

Orduların kullandığı dış düşman korkusu, diktatörlerinki ve siyasetçilerinkiyse insanlardaki anarşi ve kaos korkusu. Hepsi de halkı en çok düşünenin ve onu en çok korumak, gözetmek isteyenin kendisi olduğunu savunuyor. Eylemlerinin sonuçlarına bakıldığındaysa her seferinde tam tersi bir durum çıkıyor ortaya: Savaşların, diktatör rejimlerin, çıkarcı siyasetçilerin yönetimlerinin sonunda yine olan halka oluyor ve en çok kaybı işte bu korkularıyla manipüle edilmiş kesim yaşıyor, en çok acıyı onlar çekiyor.

Korkuyla sevgi, barış ve huzur gibi kavramlar yanyana gelemez bence asla. İnsan korktuğu bir kimseyi/varlığı/kurumu ne sevebilir, ne de ona tam bir saygı duyabilir. Korkan bir insan huzur içinde yaşayamaz, diğer insanları düşmanları değil de kardeşleri olarak göremez. Korkunun olduğu yerde sadece çatışma, şiddet, nefret ve intikam isteği vardır.

Wednesday, January 3, 2007

Bir akarsu olmak, ve yine yolculuk





Bu satırları yerden onbinlerce metre yüksekte, Atlantik okyanusunu geçerken yazıyorum. Dışarıda pamuk gibi beyaz bulutlardan oluşan ve adeta sonsuza uzayan bir tarla var çivit mavisi gökyüzünün altında. Uçağımız okyanusu geçmenin ve uzun yolculuğun verdiği yorgunlukla uyuklayan, bitkince kitap okuyan ya da film izleyen insanlarla dolu.

Yine yollara düştüm, yine hareket halindeyim.. Son 3 hafta içinde 3 kere gidip geldiğim Atatürk Havalimanı’ndan uçtum tekrar bu sabah saat 8de. Hareket halinde olmak güzel ama yorucu.. 2006 senesi içinde daha önceden hiç görmediğim 4 ülkeyi görme fırsatım oldu: Danimarka, İsveç, Norveç ve Mısır. Hepsi de birbirinden farklı bu ülkeleri gezerken yeni yerler görmeyi, yeni insanlarla tanışmayı, yeni diller öğrenmeyi ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha farkettim. Umarım 2007de de böyle daha önceden görmemiş olduğum bir çok yer gezebilir, bilgimi ve kültürümü arttırabilirim. Ne güzel söylemiş Mevlana:

Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım



Havaalanlarıyla bir sevgi-nefret ilişkim olduğunu söylemiş miydim? Hep beni ya sevdiklerimle kavuşturuyor, ya da onlardan ayırıyorlar çünkü. Değişik millet ve kültürlerden gelen nice insanın biraraya geldiği bir yer olduğu için çok ilginç aslında havaalanları. Bir çok değişik sahneye tanık olabiliyor bulunduğum yerler buralarda. Oturup yazacak olsam, bir çok hikaye çıkar.

Dünyanın bir yanındaki ‘ev’inden çıkıp, diğer yanındaki ‘ev’ine gitmek ilginç bir duygu.. Nereye ait olduğunu bilememe değil benimkisi, daha çok bir süreklilik ve akışkanlık hali. Değişik yer ve koşullara uyum sağlama yeteneğimin çok gelişmiş olması.. Gidip gelmek.. Ayrılıp dönmek.. Yollar ve yaşamlar.. Uçaklar, otobüsler ve trenler.. Araç ne olursa olsun, amacın hep aynı olması: Hareket.

Hareket, yani bulunduğumuz yerde çürümemizi engelleyen, bizi yaşama bağlayan devinim. Bir yerden bir yere yuvarlanan taşlar gibi, yosun tutmamamızı sağlayan hareket, yolculuk, seyahat.. Güzel şey, her gün bir yerden başka bir yere akmak.. Bir akarsu olup, hiç kirlenmeden, durmadan, bulanmadan akmak..