Sinemanın hayatımda ne kadar büyük bir rol oynadığını daha önce de yazmıştım. Hayatta en çok sevdiğim kitap okumanın bile neredeyse önüne geçecek kadar çok önem kazandı son 5-6 yılda sinema ve film kültürü hayatımda. Başka yaşamları izlemek, insanla ve insan ruhuyla ilgili bir şeyler öğrenmek ve insana dair bütün duyguların yansıtıldığını görmek bana büyük mutluluk veriyor, ister beyaz perdede olsun, ister kendi evimin rahatlığında ve konforunda.
DVD koleksiyonu çok geniş olan ve DVDleri posta kutuma kadar getirme konusunda çok başarılı bulduğum Netflix (http://www.netflix.com) Amerika'da yaşıyor olmanın sanırım en sevdiğim yönlerinden biri. Özellikle kışın havanın 0 derecenin çok altına indiği o buz gibi günlerde hiç kimse evinden dışarı bile çıkmak istemezken bir Cuma akşamı yorgun argın eve gelip o güzel kırmızı zarfı posta kutumda bulmak çok mutlu ediyor beni!
Geçtiğimiz 10 gün içinde bir kısmını Türkiye'de, bir kısmını ise Amerika'da, bir tanesini ise arada (yani okyanusun üzerinde:) izlediğim filmler ve kısaca bende uyandırdıkları izlenimler, en çok sevdiğim filmden en az sevdiğime göre sıralamayla işte burda:
1- Solaris (1971 Tarkovsky versiyonu)
İzlediğim fimler arasında sadece bir tanesiyle tam karşılaştırabilirim Solaris'i, o da Kubrick'in en sevdiğim filmlerinden biri olan 2001: A Space Oddysey olur. Bu iki film, bence 'felsefi bilim -kurgu' olarak adlandırdığım film janrının en iyi iki örneği. Sanırım insan uzaya çıkınca ve kendi dünyasından biraz olsun uzaklaşınca felsefi soruları çok daha kolay soruyor ve bu evrendeki varlığının sorgulamasını çok daha kolay yapıyor. Solaris gezegeninin adeta canlı bir varlık gibi insanların hafızalarına, istek ve hırslarına hakim olabilmesi ve insanları bu şekilde kontrol edebilmesi çok ilginç ve tanıdık bir fikir aslında, zaten film eleştirmenlerine göre Tarkovsky bu gezegeni filmde komünizmde olduğu gibi herşeyi kontrol eden bir devlet mekanizmasını sembolize etmek için kullanmış. Bu türden sorgulamaları seviyorsanız ve 3 saat yavaş tempoda giden bir filmi izlemeye dayanabilirseniz kaçırmayın derim! (Şahsen ben filmi 3-4 seferde ancak bitirebildim) Bence filmin bu versiyonu George Clooney'nin oynayıp Soderbergh'in yönettiği versiyonundan çok daha güzeldi. Şiirsel ve gerçekten çok derin bir film..
2- A Scanner Darkly
En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Richard Linklater'ın bu yeni filminin fragmanını gördüğümde zaten filmi seveceğimi hemen anlamıştım. Linklater bu filmde yine 'rotoskop animasyon' denen tekniği kullanarak önce gerçek oyuncularla çektiği filmi daha sonra animasyona çevirmiş. Filmde çok tanıdık oyuncular var: Keanu Reeves ve Robert Downey Jr. gibi, ve bence Keanu başrole tam oturmuş bu filmde. Diğer oyuncuların performansları da çok başarılı. Zaten bir Philip K. Dick romanından uyarlanmış olduğu için film, daha önce Blade Runner'ı da çok sevdiğim için kurgusunu yine çok başarılı bulacağıma emindim. Uyuşturucunun insanların hayatlarını ve düşünme mekanizmalarını nasıl değiştirebildiğini ve onları herşeyden şüphe eder bir hale soktuğunu bu filmde izleyebilirsiniz. Ayrıca film yine 1984'ten etkilenen ve aynı arkaplanı kullanan bir çok filmin arasında yer alıyor bence. Casuslar, devletin uyuşturucuya karşı savaşı, birbirini devlete 'satan' arkadaşlar... Daha fazla bahsedersem filmin sonuna dair bilgiler vermekten korkuyorum.
3- Dolls
Dolls, yani 'Bebekler', koyu kırmızı ve sonbahar tonlarında, çok hüzünlü bir aşk filmi. İçindeki 3 küçük hikayeyle aşkın tanımını yapmaya çalışmış yönetmen Kitano, ve bu film de çok ağır tempoda giden bir film. Aslında kesinlikle yavaş filmlere karşı bir önyargım yok, yani en sevdiğim filmler arasında çoğu bu tarz filmlerden oluşuyor. Ancak bu filmde ağır tempo, benim açımdan biraz filmi sürükler gibi geldi, yani hikayeler güzel ve hüzünlü olmasına rağmen filmin geneli için çok beğendiğimi söyleyemem. Estetik açıdan çok güzeldi film ve her karesi bir fotoğraf güzelliğindeydi, ancak benim için diyaloglar ve hayata dair izlenimler sinematografiden çok daha önemli ve değerli olduğu için belki de, bu filmden çok hoşlanamadım.
4- The Illusionist
Edward Norton'ın oyunculuğunu severim genelde, ve tarihi aşk filmleri de bence güzel bir yolculuk oluyor geçmişe. Ancak nedense bu Amerika'ya giderken uçakta gösterildiği için izlediğim filmini, 'Sihirbaz'ı çok sevemedim. Film genel Hollywood filmlerinden biraz daha ilginç ve değişik olmasına rağmen bende çok iyi izlenmiler yaratamadı. Nedense film boyunca geçen diyaloglar ve Norton'ın oyunculuğu bana sahte ve yapmacık gibi geldi biraz. Özellikle sevdiği kadını oynayan Jessica Biel'le aralarında neredeyse hiç bir kimya uyumu yoktu gibi geldi bana. Belki de uçakta yarı uyur yarı uyanık bir halde küçücük bir ekrandan izlediğim için haksızlık ediyorum bu filme. Bence beklentilerimin çok daha yüksek olması beni hayalkırıklığına uğrattı.
Okul, dersler, işim büyük bir hızla başladığı için artık bu denli çok zaman ayıramayacağım tabii sinemaya ama yine de hayatımda yerini her zaman olduğu gibi bu yıl da koruyacağından eminim '7. sanat'ın. Bol sinemalı günler! :)
No comments:
Post a Comment