Sunday, January 31, 2010

Hakkımda 7 bilinmeyen

Sevgili Kitap Kurdu sobelemiş beni, hakkımda 7 bilinmeyen şeyi sormuş. Yazayım dedim:
Aslında kendimden şu yazımda bayağı bahsetmiştim ama hala bilinmeyen garip bilgiler de var o yüzden onları da ekliyorum buraya. Facebook'ta bir aralar '25 things' diye bir furya çıkmıştı ve ona da yazmıştım, bunların bir kısmı oradan alınmadır.


İşte Moonie hakkında (muhtemelen) bilmediğiniz 7 şey:

- (Anneannemin söylediğine göre) bebekliğimden beri ne zaman canım sıkılsa ya da uykum gelse saçımla oynamaya başlarım. Tamamen istemsizce oluyor bu ve mesela bazen bir konuşmayı dinlerken ya da çok derin düşüncelere dalmışken elimi saçımla oynar buluyorum!

- Asla sırtüstü yatıp ya da sol tarafıma dönüp uyuyamam. Mutlaka ya sağ tarafıma dönmem lazım, ya da yüzükoyun yatmam lazım uyuyabilmem için. Neden bilmiyorum!

- Hayatımda bir kere canlı bir yılanı ellerimde tuttum. Çok ilginç bir histi, hiç de sandığım gibi ıslak ve kaygan bir derisi yoktu. Daha çok sanki deriden bir cüzdanı tutmak gibiydi dokusu! Gerçekten :)

- Her sabah uyanır uyanmaz ilk olarak bir bardak su içerim. O suyu içmeden tam uyanamam. İstisnası yoktur!

- Bir kitabı okumaya başladığım zaman yepyeni sayfalarının kokusunu içine çekmeyi çok severim. Yani bir gün bir kafede kitabını okumadan önce koklayan bir deli kız görürseniz o benim işte! Bir kitaba başlamadan önce ilk ve son cümlesini mutlaka okurum. (Sandığınızın aksine, son cümlesi baştan okuduğumda hiç bir şey ifade etmez ve asla 'spoiler' olmaz benim için!)

- Gündelik hayatımda haftada bir iki kez, seyahate çıktığımdaysa her gün günlük tutarım. Dijital olarak değil, elyazısıyla. Moleskine hastasıyım. Özellikle seyahat günlüklerim çok ayrıntılıdır ve nerede ne yemişim ne içmişimden, nereleri gezmişimden tutun da o akşam kaçta yattığıma kadar bütün bilgileri içerir :)

- Gecede en az 7-8 saat uykumu alamazsam kendimi aklımı kaybediyormuş gibi hissediyorum. Sabrım, toleransım, yumuşak huyluluğum, iyimserliğim, hepsi bir anda gidiyor. Mızıldayan bir bebek gibi oluyorum. Allah kimseyi uykusundan etmesin!



iyi haftalar!


Moonie

Wednesday, January 27, 2010

Julie & Julia



Bu filmle ilgili söyleyebileceğim tek şey:

Meryl Streep, iyi ki varsın. Ne kadar harika bir kadınsın sen yahu! Seni çok seviyorum. Hiç gitme bu dünyadan, olur mu?


Tuesday, January 26, 2010

Postcrossing


Postcrossing, ilk defa Zsa'nın blogunda gördüğüm bir proje. Görür görmez fikre hayran kaldım ve hemen ben de katıldım tabii ki bu furyaya. Fikir şu: Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinin dahil olduğu bir ağ içinde, tanımadığınız insanlara kartpostallar gönderiyorsunuz. Tabii ki gerçek posta yoluyla, yani e-kart değil (bence o zaman hiç bir anlamı olmazdı!) Diyelim ki gidip siteye üye oldunuz. Hemen rastgele bir adres isteyebiliyor ve o adresteki tanımadığınız kişiye bir kartpostal yolluyorsunuz. Gönderdiğiniz kartpostal sayısı kadar da kartpostal adresinize gelmeye başlıyor 1-2 hafta sonra! Çok heyecan verici :)

İlk üye olduğunuzda aynı anda sadece 5 kartpostalınızın seyahat edebilme şansı var. Siz daha çok gönderdikçe bu sayı artıyor (sanırım 20'nin katları şeklinde). Gönderdiğiniz kartpostal üzerine o kartın özel numarasını yazmanız şart ki onu alan kişi de hemen internete kaydedebilsin.

Ben şu ana kadar 16 kartpostal göndermişim, bana gelenlerin sayısı ise 14. Bu iki sayıyı mümkün olduğu kadar birbirine yakın tutmaya çalışıyorlar.

Yorgun argın eve gelince posta kutunda senin adına gönderilmiş ve reklam ya da fatura olmayan bir kart bulmak o kadar güzel ki! Bir de o kartı internete girince bana kaç günde ulaştığı ve hangi ülkeden, hangi kullanıcıdan gönderildiği bilgileri de çıkıyor. Dünya haritası üzerinde 'kartın yolculuğu'nu görebiliyorsunuz! İşte şöyle:


Kartpostalın yolculuğunu görmek çok keyifli. Bildiğinizi sandığınız ülkelerin hiç adını duymamış olduğunuz şehirlerinden kartlar gelmesi daha da keyifli. Her kartla yeni bir yer, güzel bir söz ya da yabancı dillerden bir kaç kelime öğreniyorum!

Şimdiye kadar bana kart gönderen kullanıcıların ülkeleri: İngiltere, Avustralya, Almanya, Finlandiya, Hollanda, Kosta Rika, Brezilya ve Polonya. Aynı ülkeden bir kaç tane kartpostal geldiği de oluyor.

Postcrossing bence dünyayı küçülten, insanları size yakınlaştıran, çok keyifli bir deneyim! Herkese tavsiye ederim. Güzel bir kartpostal koleksiyonunuzun oluşması da cabası.

İşte bana gelen kartlar arasından sevdiğim bir seçki:



Brezilya



Almanya



Almanya - Yaşasın Pokemonlar :)

Saturday, January 23, 2010

İzlediğim en komik 3 film

Sadece şöyle bir gülümsemek değil, gülmekten gözlerimden neredeyse yaşlar gelmesinden bahsediyorum ama.. Sizin de vardır eminim böyle filmleriniz. Benim için de her seferinde daha da komik bulduğum, her açıdan 'kült' statüsüne koyduğum böyle üç film var.

Önceden uyarayım: Neyi komik bulduğunuz, kişiden kişiye, kültürden kültüre, ülkeden ülkeye çok değişken bir olgudur. Mesela, Amerikalıların çok komik bulduğu bir şeyi Türkler hiç komik bulmayabilir, ya da tam tersi...vs. Ben şahsen 'kara komedi'leri ve absürd 'durum komedileri'ni çok seviyorum. Bu filmler size sıkıcı / saçma / anlamsız dahi gelebilir, benden söylemesi!

Bir de ben komedi türünün kotarılması çok daha zor bir sinema alanı olduğunu düşünüyorum. İnsanları ağlatmak hiç de o kadar zor değil (bir iki duygu sömürüsü sahnesi, biraz Kemalettin Tuğcu tarzı yeter de artar bile). Ama insanları güldürmek gerçekten çok zor. Bu yüzden bütün komedyenlerin, halkı güldürebilen bütün o yetenekli adamların ve kadınların önünde de saygıyla eğiliyorum doğrusu!

İşte hayatımda beni en çok güldüren üç film:

1- The Big Lebowski - Joel & Ethan Coen


Kaç kere izlediğimi unuttum. Tam bir 'kara komedi'. Benim için tam anlamıyla bir klasiktir. Zaten dünya çapında da kendine hayran özel bir kitle yaratmıştır bu film. Aklımda o kadar çok repliği var ki, kardeşimle her tekrarladığımızda kahkahalarla güleriz. 'Dude' karakteri, olup olabilecek en vurdumduymaz ve gülünç film karakterlerinden biridir. Walter ondan da komiktir. Hiç bıkmadan defalarca izlerim bu ikisini.

Bir de aman çocuklarla filan izlemeyin derim! Filmde nerdeyse her cümlede f... ile başlayan kelime geçiyor :)

2 - Groundhog Day - Harold Ramis



Çok eski bir film olmasına rağmen ben yeni keşfettim. Bill Murray, bir televizyon kanalında sunucudur ve bir gün, Philadelphia eyaletinin küçük bir kasabasında her sene yapılmakta olan 'Groundhog Day' (Köstebek Günü) festivalini tanıtmak için kanalı tarafından görevlendirilir. (Bu, A.B.D'de her sene 2 Şubat gününe geliyor. Yerdeki oyuğundan çıkan köstebek eğer kendi gölgesini görür ve tekrar yuvasına kaçarsa, kış mevsiminin daha uzun süre devam edeceğine inanılıyor. Tam tersi olup yuvasından çıkarsa, baharın erkenden geleceği demek oluyor bu)

İsmi Punxsutawney olan küçük kasabaya gittiğinde Phil Connors (sunucu) sürekli aynı günü tekrar tekrar yaşamakta olduğunu farkeder. Bu farkındalığıyla birlikte günlük hayatı değişir, olaylar gelişir.. Ama gerçekten o kadar çok güldüm ki bu filmi izlerken.. Bill Murray'e de tekrar hayran kaldım. O nasıl mimiklerdir, nasıl vurdumduymaz bir tavırdır öyle. Film varoluş ve insan yaşamının süregiden monotonluğu hakkında da insanı epeyi düşündürüyor.. Hala izlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum!

3- Be Kind, Rewind - Michel Gondry:


Bu filmi henüz çoğu insan bilmiyor sanırım.. Benim içinse son yıllarda izlediğim en komik filmler arasına girdi bile. Zamanında bu film hakkında şu yazıyı yazmıştım, şimdi tekrarlamıyorum. Sadece Michel Gondry'i bir yönetmen olarak çok çok sevdiğimi tekrarlamak istiyorum!


Bol kahkahalı günler!


Wednesday, January 20, 2010

Mızmız mız

Bugün biraz yorgunum ve izninizle biraz mızmızlanmak istiyorum. Annem bana ve kardeşime hep 'of demeyin, öf demeyin' diye öğretmiştir aslında. Bu yüzden genelde çok iyimserimdir ve hayat felsefem de genelde çok bunalmadıkça şikayet etmemektir normalde.

Ama bugün biraz bıkkın moddayım doğrusu. Hem blog benim değil mi, ister neşe saçarım, ister mızmızlanırım, değil mi!

Moonie'nin 'hazzetmedikleri':

- Sürekli 'çok meşgulüm, çok yoğunum, İŞLERİM VAR' diye şikayet eden insanlar (genelde en boş insanlar onlar oluyor :)

- Son zamanlarda milletin diline dolanan 'Şu şöyle olmazsa çocuğumu keserim' lafı! O ne korkunç laftır öyle!! Söylemeyin ve söyletmeyin lütfen.

- 'Filan fıstık' diyen insanlardan hazzetmem. Biliyorum, önyargılıyım :P

- Adam gibi yemek yerine yemeğiyle oynayan insanlar. Bir yerde okumuştum. 'Yemeğiyle oynayan birisiyle evlenmeyin' diyordu. Ne doğru bir laf.

- Sürekli yemek seçen, 'onu yemem', 'bunu yemem' diyen insanlar. Annem biz küçükken 'sofradaki yemekten yemezseniz aç kalırsınız' diyerek olaya noktayı koymuştu. Düşünüyorum da, ne iyi yapmış :)

- Her şeyi bildiğini sanan insanlar. (genelde pek bir şey bilmiyor oluyorlar:)

- Sürekli 'şeytanın avukatı'nı oynayıp siz ne savunuyorsanız onun tersini savunan insanlar. Uzak dursun benden mümkünse!

- Kütüphaneden aldığı kitabın satır altlarını çizen insanlar!! (bu konuda da aşırı hassasım gerçekten)

- Tuvaletten çıktıktan sonra ellerini yıkamayan insanlar: Amerika'da da çok var bu insan tipinden. Eskiden kaldığım yurttaki umumi tuvaletlerde Uzakdoğulu bir kızın her seferinde hiç bir şey olmamış gibi kapıdan çıkıp gittiğini görünce kapı koluna dokunamaz olmuştum. Hala da tuvaletlerin kapı kollarına çıplak elle dokunamam (elime kağıt havlu alıp öyle açıyorum kapıyı: evet takıntılıyım biliyorum ama insanlar da inanılmaz pis olabiliyorlar!!!)

- Topluluk içinde birbiriyle fazla (!) samimi olan çiftler (buna 'public display of affection' deniyor buralarda ve bayağı ayıplanıyor) Ve ne yazık ki ve çok şaşırtıcı biçimde bu durumu A.B.D'den çok Türkiye'de görüyorum ben. (Türkiye Müslüman bir ülke sayılmasına ve ABD'nin bir 'Batı ülkesi' olmasına karşın!) Bu konuda komik bir teorim var: Topluluk içinde ne kadar sırnaşık olursa bir çift, başbaşa kalınca da o kadar çok kavga ediyordur bence. Yoksa neden 'aşklarını' böyle uluorta 'kanıtlamak' zorunda kalsınlar değil mi? .. :)

- İnsanı tepeden tırnağa süzen insanlar (Evet buna da Amerika'dan çok Türkiye'de rastlıyorum maalesef. Burada sokağa pijamayla çıksanız dönüp bakmazlar. Üstelik herhangi bir insana 2-3 saniyeden fazla bakmak ayıp addedilir. Türkiye'de ise kalabalık bir sokakta yürürken her yaştan kadın tarafından baştan aşağı 'süzüldüğümü' ve 'yargılandığımı' hissediyorum ve inanılmaz rahatsız oluyorum)

- Salkım saçak hasta olduklarını bile bile size sarılan ve öpen, sonra da 'ben de işte üzerinize afiyet pek kötü grip oldum' diye sırıtan insanlar.

- Sürekli emrivaki yaparak siz onların istediğini yapmak zorundaymışsınız gibi davranan insanlar.

- Ağlayan bebek / çocuklara uzaylı muamelesi yapıp nefretle bakan insanlar. Kendileri annelerinin karnından bıyıklı sakallı koca adam olarak doğmuşlardı herhalde!

- Bir gülümsemeyi, selam vermeyi karşısındakine çok gören, suratsız, etrafına negatiflik saçan mıymıy insanlar.


Uf amma şikayet ettim. ama bir daha olmayacak, söz :)

Friday, January 15, 2010

The Fall


Allah'ım bu nasıl bir filmdir? Eğer bu filmse, diğer seyrettiklerim nedir? Nasıl bir mükemmelliktir bu? Tarsem Singh, sen nasıl bir yönetmenmişsin? Ve ben bu filmin adını neden bugüne kadar hiç bir yerde duymamıştım?

Filmin siyah-beyaz olan ilk bir kaç dakikasında ağzım açık kaldı. Film bitene kadar da kapanmadı desem yeridir.

Bu nasıl bir görselliktir? Nasıl bir fotografik güzelliktir? Siyah-beyaz fotoğraflara kafayı taktığım ve onlarca siyah-beyaz fotoğraf çektiğim şu günlerde, o ilk bir kaç dakikanın estetik güzelliğine bakıp mutluluktan ağlayabilirdim ben. Çok ciddiyim.






Küçük kız Alexandria'yı oynayan aktrisin, o minik kızın yanaklarını yemek istiyorum. Bu nasıl bir tatlılıktır? Filmin genelinde insanın muhteşem hayalgücüyle yoğrulan hüzün havası, nasıl bu kadar güzel aktarılır izleyiciye? Bir film, masal anlatmanın, hikayeler anlatmanın büyüsünü nasıl böylesine enfes şekilde anlatır?

Ne desem yahu bu film hakkında? Nasıl anlatsam..Kelimelerin bittiği yerdeyim.

Sadece 'izleyin' diyebilirim..Evet..

Ben bu filmi bir daha izlemek istiyorum.. Sonra bir daha..sonra bir daha...




Zaten Beethoven'ın (en sevdiğim) 7. senfonisiyle başlayan bir film nasıl kötü olabilirdi ki?


Hasret


Ev ve vatan hasreti öyle bir şeydir ki, insana gecenin köründe Google Maps'i açtırıp İstanbul haritası üzerinde kendi sokağını ve evini buldurtup ona uzuuun uzun baktırır. O resimdeki çatının altında uyuyan mis kokulu anne ve babayı özletir. Hasret insanın burnunun direğini sızlatır. Bunu yaşamayan anlamaz.



Wednesday, January 13, 2010

Doktora Dizisi - 1 - Gerekli Sınavlara Girmek

Öncelikle belirtelim ki eğer A.B.D'de Master ya da doktora programına başvurmaya karar verdiyseniz, üniversite hayatınız boyunca da bu konuda bir takım çalışmalar yapmanız gerekecek. Özellikle eğer mezun olduğunuz yıl hemen gidip bir lisansüstü programa başlamak istiyorsanız, o yıldan bir önceki yıl bütün gerekli sınavları almış, başvurularınızı tamamlamış ve göndermiş olmanız gerekmektedir. Mesela, bir örnek vermek gerekirse, ben 2011 sonbaharında A.B.D'De bir üniversitede master'ıma başlamak istiyorsam, başvuru sürecimi 2010'un ortalarında başlatmam ve çoğu Kasım-Aralık olan 'deadline'lara (son başvuru tarihi) kadar bütün gerekli belgeleri tamamlamış olmam gerekiyor.

Eğer aklınızda kesinlikle lisansüstüyle devam etmek varsa, üniversite hayatınız boyunca not ortalamasının da belli bir sınırın üzerinde olması gerekiyor. Buna dikkat edin derim. Sonuçta bu kabulde sadece onlarca kriterden biri, ama önemli bir kriter. Ders notlarınızı yüksek tutun, özellikle üniversitenin 2. yılından itibaren hocalara ders dışında da birebir danışmaya, onlardan rehberlik istemeye başlayabilirsiniz. Benim okulumda ilk öğrenciler olduğumuz için sayımız azdı ve hocalarla gerçekten birebir, arkadaş seviyesinde zaman geçirme, onlardan tavsiyeler alma şansımız vardı. Ama böyle bir yerde okuyor olmasanız bile şansınızı zorlayın. Hoca açısından da duruma bir bakın: Onlarca öğrenci içinden niye sizin için tavsiye mektubu yazsın? Bu noktada akademik başarınızla, azminizle biraz sivrilmeniz, göze çarpmanız gerekiyor.

Diyelim ki A.B.D.'de sosyal bilimler alanında bir master programına başvurmak istediniz. Bunun için bölümüne göre mutlaka önce TOEFL, sonra da GRE ya da GMAT sınavlarına gireceksiniz. GMAT genelde 'business school' ya da MBA programlarına girmek için gerekli oluyor. Benim o konuda tecrübem olmadığı için diğer iki sınav hakkında bilgi vereceğim.

TOEFL standart bir 'yabancı dil olarak İngilizceyi ölçme' sınavıdır. Bazı insanlar bu sınava kurslara giderek hazırlanıyor. Ben ilkokul 3'ten beri aldığım yoğun İngilizce eğitimi ve çok sayıda İngilizce kitap okumanın getirdiği zengin kelime dağarcığımla ilk defa Lise 3'te aldığım bu sınavda gayet rahat çok yüksek bir puan almıştım. Tek yaptığım hazırlık, TOEFL'dan telefonla (evet o zamanlar internet yoktu:) küçük bir kitapçık ve kaset siparişi vererek o kitaptaki örnek bir kaç testi kendi başıma çözmekti. Böyle bakıldığında ben TOEFL kurslarına paralar dökmenin çok gereksiz olduğunu düşünüyorum. Azmi olan herkes, kendi başına da bu sınava gayet güzel hazırlanabilir bence. TOEFL kurslarının yaptığı da (gördüğüm kadarıyla) size bol bol test çözdürmek zaten.

İngilizceyi mümkün olan en iyi seviyeye getirmek için verebileceğim en iyi tavsiye: Okuyun, okuyun, okuyun. Grameri ne de olsa okulda bir şekilde öğreniyorsunuz, ancak bir dile ve o dilin kullandığı sözcük öbeklerine, kelime seçimlerine...vs en iyi hakim olmanın yolu o dilde kitap okumak. Ortaokul ve lise hayatım boyunca önce sadeleştirilmiş olarak, sonra da orijinal halleriyle okuduğum yüzlerce İngilizce kitabın bana en büyük faydası oldu bu. O zaman bizim imkanlarımız kısıtlıydı (babamla Akmar Pasajı'na gider, harıl harıl orijinal İngilizce kitap arardım:) ama şimdi internet var tabii ve internetten de gazete makalesi, kısa hikaye, roman...vs gibi o kadar çok değişik metin bulunabiliyor ki. İlginizi çeken herhangi bir alanda okuyabilirsiniz. Bol bol okuyun, bütün okuduklarınızı anlayamasanız bile metnin ana fikrini çıkarmaya çalışın. Çok yararı olacaktır.

TOEFL'ın kompozisyon kısmı için ise en büyük tavsiyem okuduklarınızla ilgili bir şeyler yazmaya çalışmak, mümkünse İngilizce bir günlük tutmak. Bu kompozisyonu yazarken aklınızda tutmanız gereken en önemli taktik şu: Bir tezi savunuyorsanız, o teze bir kaç bakış açısıyla bakabilmeli, farklı görüşleri yazınızda toplayabilmelisiniz. Sadece tek taraflı, bir tek bakış açısını savunan kompozisyonlar yüksek puan alamıyor maalesef.

Bu söylediğim taktikler TOEFL için gerçekten çok yararlı. GRE içinse aynı şeyi söylemeyeceğim maalesef. GRE sınavının Matematik bölümü, bizde ortaokul seviyesinde matematik almış herhangi bir öğrencinin rahatlıkla %90ını çözebileceği kadar kolaydır. Çoğu Türk öğrenci bu bölümü gayet rahat tamamlayıp asıl 'Verbal' (Sözlü) dediğimiz kısımdan korkarlar. Korkmakta da haklıdırlar aslında. Çünkü bu bölüm tamamen, çoğu Amerikalı'nın dahi hayatında görmediği garip ve zor kelimeleri ezberleme üzerine kuruludur. Bırakın İngilizce'yi yabancı dil olarak öğrenmiş olanları (yani biz), ana dili İngilizce olanlar için bile zorlayıcı bir sınavdır.

GRE'nin sözel kısmına bence en iyi hazırlanma yolu, hem çok kitap okuyup kelime dağarcığınızı mümkün olduğunca genişletmek, hem de kendi çabanızla mümkün olduğu kadar çok kelime ezberlemektir. Ben bir tane GRE kitabı almış ve onun da içindeki deneme testlerini çözmüştüm. Bu sınavda da hazırlık kurslarının çok ekstra bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Neredeyse tamamen ezbere dayalı çünkü.

Kendi kendime bir kaç deneme testi çözmenin yanısıra 'GRE'de en çok kullanılan 250 kelime' gibi bir liste edinmiştim. O listeyi yatağımın yanındaki duvara asmıştım. Her sabah kalkınca ve her akşam yatmadan önce bakıyordum. Size tavsiyem, 'Flashcard' da denilen küçük kağıt parçalarına bu kelimeleri yazıp arkalarına da anlamlarını yazarak yanınızda taşımak ve her fırsatta açıp bakmak. Mesela otobüs beklerken, bankada sıra beklerken, vapurda otururken...vs gibi zamanlarda çıkarıp bakabilirsiniz. Ne kadar çok haşır neşir olursanız bu kelimelerle, o kadar iyi.

GRE sınavını aldığınız güne gelirsek, bu sınava başlarken en çok dikkat etmeniz gereken husus şu: Artık bilgisayarla alındığı için bu sınavlar, sorular siz sınavı çözerken seçiliyor. Yani tamamen size özel olan bir sınav alıyorsunuz da diyebiliriz. Yöntem şu: Bilgisayar 'binary search' denen bir yöntemle, sizin seviyenizi bulup o seviyede sorular sormaya çalışıyor size. Mesela ilk soru 'Orta seviye'de bir soru oluyor her zaman. Eğer o soruyu doğru bilirseniz, bir üst seviyeden soru soruyor. Yanlış cevaplarsanız, bir alt seviyeye geçiyor. Böylelikle bir kaç soru sonra sizin seviyenizi bulup, ona göre sorular sormaya başlıyor.

Ama: 10. soru civarlarına geldiğinizde, o sorulardan aldığınız puanlar çok azalıyor. Mesela 1. soruyu doğru cevaplarsanız 8 puan alıyorsunuz, 10. soruda ise bu 4 puana iniyor.

Bu da şu demek: İlk bir kaç soruya çok dikkat edin. Eğer o soruları doğru cevaplarsanız, yüksek puan alma şansınız çok yüksek.

Şimdi puanlama sistemi değişti ama merak edenler için fikir vermesi açısından belirteyim: Bu bahsettiğim çalışma metodumla, GRE Verbal bölümünden bir Türk için olağanın çok üstünde sayılan (800 üzerinden) 610 puanını almıştım. (Genelde alınan puanlar 350-400 civarındadır). Yani bu sınav imkansız bir sınav değil. Ben başardım, siz de başarabilirsiniz!

Sınavlarla ilgili önemli bir kaç tavsiye daha: Eğer master/doktora programın son başvuru tarihi Aralık'sa mesela, TOEFL'ı ve GRE'yi en geç Ekim-Kasım ayları içinde almış olun. Hatta maddi imkanınız varsa mutlaka önce yaz aylarında bir kere alıp, sonbahar aylarında tekrarlamanızı tavsiye ederim. Edindiğiniz deneyim sebebiyle puanınız büyük olasılıkla ikinci sınavda daha yüksek olacaktır çünkü.

Sınavlara girerken başvuracağınız okulların listesi de aklınızda olsun. Sınav bittiğinde bilgisayardan puanlarınızı doğrudan o üniversitelere gönderme seçeneği veriliyor size. Bu işi sonradan yapmaya çalışırsanız daha zahmetli (ve size çok daha pahalıya patlıyor). Sanırım 5 yere bedava gönderme hakkı vardı ben sınava girdiğimde. Daha fazlası için para vermek gerekiyordu. Şimdi nasıl bilmiyorum tam olarak.

En önemlisi ise kendinize güvenin ve şunu unutmayın: Bu sınavlar binlerce öğrencinin girdiği sınavlar. Ayrıca eğer istediğiniz puana ulaşamadıysanız, en kötüsü tekrar girersiniz bir ay sonra. (ÖSS kabusu gibi 1 yıl kaybetmeniz gerekmez yani!)

Doktora başvuru süreci için çok yararlı kaynaklar olduğunu düşündüğüm Biyolokum'un blog'undaki Sıkça Sorulan Sorular sayfasına ve Mezun.com'un 'Doktora başvuru takvimi'ne mutlaka bakın derim.

bir sonraki yazı: Başvuru süreci

İyi çalışmalar ve bol şanslar!


Monday, January 11, 2010

Amerika'da Doktora Nasıl yapılır?

Doktora üzerine uzun zamandır bir yazı dizisi yazmak istiyordum. Yukarıdaki soruyla blog'uma gelen ve bana da soru soran insan sayısı epeyi çoğaldı çünkü. Güzel bir referans olabilecek bir yazı dizisi yazmak istiyorum, ama benden önce bu konuya eğilmiş olan insanların emeklerine de dikkati çekmek istiyorum aynı zamanda.

Amerika'da doktora sürecini ana hatlarıyla şu bölümlere ayırabiliriz:

1- Gerekli sınavlara girmek
2- Başvuru ve kabul süreci
3- İlk 2-3 sene ders almak
4- Doktora yeterlilik sınavları
5- Tez yazım aşaması

Bu evrelerin tümünde size yardımcı olabilecek kaynakları bu yazı serisinde toplamaya çalışacağım. Kendi tecrübelerimden (ve doktoranın son safhasında oluşumdan) da yararlanarak elimden geldiğince bu yola baş koyan insanlara yardımcı olabilecek bir yazı dizisi hazırlamak istiyorum. Tabii ki ben bir sosyal bilimler öğrencisi olarak en çok kendi alanım için konuşacağım ama her türlü öneriye ve yardıma açığım.

Hazır mısınız? Başlıyoruz!

Bir sonraki yazım: Gerekli sınavlara girmek.

Friday, January 8, 2010

Zamanın değerini bilmek


Saatlere karşı zaafım var. Zaman kavramına ve onu bize gösteren herşeye karşı zaafım var. Beni bilenler bilir. Bilmeyenler şu yazıya, bu yazıya ve şu yazıya bakabilirler!

Kendimi bildim bileli ise Swatch saatlere zaafım var. Sanırım 13-14 yaşımdan beri bütün saatlerim Swatch'tır. O kadar güzel, aksesuar gibi saatler üretiyorlar ki hayran olmamak elde değil. Bilezik takacağıma saatimi takıp geziyorum ben de! Gece bile çıkarmıyorum çoğunlukla. Dedim ya, ben bir zaman takipçisiyim!

Swatch'ın ise en sevdiğim modelleri ince mi ince, hafif mi hafif, varlığıyla yokluğu bir olan, hiç bir giysiye..vs takılıp rahatsız etmeyen Skin modelleri. Sanırım 5-6 senedir Skin kullanıyorum. Yukarıdaki saati 2006'da almıştım, hala severek kullanıyorum, hiç eskimedi ve inanılmaz rahat. Aşağıdakini ise geçtiğimiz doğumgünümde canım annem ve babamdan doğumgünü hediyesi olarak aldım. Şimdi kolumda o var. Ve beni çok mutlu ediyor :)

Güzel saatimle, zamanın değerini çok daha iyi bilebilmek, onu en doğru şekilde kullanabilmek dileğiyle!

Monday, January 4, 2010

Uyku ve çocukluk

Bir kaç gündür burnum akmaya başladı, arada hapşırıyorum. Gözlerimin yaşarması ve arada boğazımın kaşınmasından da anlaşıldığı üzere alerjik bir reaksiyon. Antihistaminik ilaç aldım, o da bir uyutuyor, pir uyutuyor. Akşamın 5inde bol rüyalı, derin mi derin bir uykuya daldım. Böyle garip saatlerde dalınan uykulardan uyanınca insan kendini başka bir dünyada gibi ,gerçeklikten uzaklaşmış hissediyor. Uyumaya başlarken hava aydınlıktı, şimdi karanlık. Uyku gözlerime yapışmış, beni kendine geri çağırıyor, ancak şimdi uyursam artık gece uykusuna geçeceğimi biliyorum. Yatakta dönüp duruyorum, kendimi uykunun tatlı kollarından çekip çıkarmaya çalışıyorum.

Nedense böyle tatlı uykulardan uyanınca hep çocukluğumu hatırlıyorum.

Bence insanın çok mutlu ve huzurlu bir çocukluk geçirmesinin tek kötü yanı, onu inanılmaz derecede özlemesidir. Çocukluğun o safi mutluluğunu, annemle babamla aynı çatı altında yaşadığımız günleri, o zamanları çok özlüyorum şu sıralar. Aklıma 'o hayat'ımdan, o zamanlardan mutluluk anları düşüyor, gözümün önünde canlanıyorlar aniden. Burnumun direklerini sızlatan bir özlem vuruyor yüreğime..

Şimdi de mutluyum çok şükür, ama çocukken çok daha basit, güçlü, saf, katıksız bir duyguydu sanki mutluluk. Elle tutulacak kadar yumuşak, tertemiz ve sabun kokulu bir yastık gibi huzurlu, pamuk şekeri gibi pespembeydi. Herşey, ve sevdiğim herkes, elle tutulacak kadar yakınımdaydı. Öyle mutluydum ki, Allah'a sürekli zamanın geçmemesi ve dünyamın değişmemesi için dua ederdim. İçin için, hiç kimsenin değişmemesini, herkesin aynı kalmasını ister ve buna inanırdım. Annem ve babam keşke hep öyle yanımda kalsalardı mesela, anneannem, babaannem ve dedelerim hep o yaşta, hep aynı anneannem ve dedem olarak kalsalardı sonsuza kadar. Hiç yaşlanmasalardı. Dayılarım, amcalarım, halalarım, kuzenlerim, hepimiz keşke donan zamanın içinde, öyle mutlu, kalakalsaydık! Bu rüyaya öyle çok inanmak istedim ki.

Bambaşkaydı ve bir daha hiç erişemeyeceğim bir dünyaydı orası, şimdi artık sırlı aynalarda belli belirsiz aksini gördüğüm, elimi uzatsam da dokunamayacağımı bildiğim, uzakta kalan, sihirli bahçe..

Artık ellerimi uzatsam da dokunamayacağım çocukluğumu özlüyorum ben.. Rüya bitti, insanlar yaşlanıyor, hastalanıyor, uzak düşüyor birbirinden, yıllar geçiyor, o mutluluk bahçesi benden gittikçe daha çok uzaklaşıyor, ana hatları siliniyor.. Bense büyüdüğüme inanmak istemiyorum.

Sunday, January 3, 2010

Evcimen / evcil / domestik olmak

Ekşi sözlük'te o kadar güzel anlatmış ki 'you are my lethe' lakaplı kişi, direk oradan buraya kopyalıyorum:

evcimen: evini çok seven, sadece evinde rahat olan insanlardır bunlar. dışarıya çıkmayı sevmezler hele kalabalık olan alışveriş merkezleri filan bunlar için cehennemdir. oralarda sıkılırlar, ezilirler, büzülürler, eve gitmeye filan çalışırlar. en büyük zevkleri uyumaktır bunların. evlerinde mutlaka iyi bir müzik seti, cd koleksiyonu, -eğer ilgileniyorlarsa- müzik aleti, digitürkü olan güzel bir televizyon, dvd koleksiyonu, geniş bir kitaplıkları bulunur çünkü bu insanlar dışarıda harcayacakları parayı bunlara harcarlar. buzdolapları her zaman doludur ve iyi yemek yaparlar hatta yemek yapmaktan çok zevk alırlar. televizyonlarının karşısında mutlaka üzerinde rahatlıkla uyunulabilecek bir koltuk ve koltuğun üzerinde genelde bir battaniye ve kitap bulunur. evleri tamamen kendi zevklerini yansıtır ve genelde az eşya bulunur. spor yapmayı seven versiyonları dışarıya çıkmaya üşendiklerinden eve spor aletleri alırlar. mutlaka evlerinin manzarası güzeldir. yani en azından apartmanı değil insanları, denizi, dağı yada caddeyi filan görür. bu insanlarla yapılacak en iyi program evde film seyretmek, yemek yemek ve muhabbet etmektir.

unutmuşum. bu insanların ileride meslekleri de evde yapabilecekleri mesleklerdir.


Bu tanima göre ben hiç kuşku götürmeyecek şekilde ve kesinlikle bir evcimenim. Hem de kendimi bildim bileli.

Kış mevsimini bu kadar çok sevmem, evimde huzuru bulmam ve sıcak yaz günlerinde bile evde otururken kendimi bir şeyler kaçırıyormuş gibi hissetmemem de yan etkileri, herhalde :)


Anlat İstanbul


Ünlü bir çok oyuncuyu aynı film içinde toplayabilmesiyle çok iddialı bir proje var önümüzde.. İstanbul'un içinde yaşanan hikayeler, ünlü masallardan esinlenilerek sunulmuş önümüze. Filmin 5-6 tane yönetmeni var. Bunun yanısıra bir şehir bağlamında bir kaç hikayeyi birleştirme çabasıyla 'Paris, Je T'aime' ya da 'New York, I love You' filmleri tipinde bir filme benzemiş.

Filmde bildiğimiz ve tanıdığımız, tiyatro kökenli oyuncular yine oyunculuklarını konuşturmuş. Özellikle Altan Erkekli, Fikret Kuşkan, Çetin Tekindor ve Güven Kıraç yine her zamanki gibi göz kamaştırıcılardı rollerinde. Erkan Can'ı da kısa da olsa görebilmek çok hoştu. Nurgül Yeşilçay'ın yer aldığı hikaye de ayrı hoşuma gitti. Bu kadına gitgide kanım ısınıyor sanırım. Eskiden (Asmalı Konak dönemlerinde) biraz itici bulurdum kendisini. Bu filmle keşfettiğim ve gayet başarılı bulduğum birisi ise Yelda Reynaud oldu. Çok içten ve sıcak buldum oyunculuğunu.

Filmin bazı kusurları var, hikayeler çok başarılı bir şekilde bağlanamamış birbirine mesela. Ayrıca Azra Akın'ın 'oyunculuğu' çok fena şekilde sırıtıyor. Pek bir sahte olmuş. Ama onun dışında bu film bence, gayet takdir edilesi bir çaba ve emek örneği. Hala katetmemiz gereken çok yol olsa da, Türk sinemasında böyle farklı ve yeni bakış açıları, projeler görmek çok mutluluk verici bence.

Filmi beğendim ben, kusursuz olmasa da gayet hoş ve görsel açıdan da tatmin edici bir filmdi. Özellikle kapanış sahnesine bayıldım. Yanık klarnet sesi ve güzel İstanbul'un görüntüleriyle ise şehr-i şehir, buram buram özlettirdi kendini bana yeniden..

Anlat İstanbul!

Aklın nerde yine ?
Nerde kaldın dün gece ?

Anlat İstanbul!
Üzüldün mü, yorgun musun ?
Hala çok mu içiyorsun ?

Hadi anlat İstanbul!
Yine kavgaya mı karıştın ?
Aşkın başından mı aşkın ?

Kaç tepe, kaç kapı, kaç boğaz, kaç sur ?
Kaç hayat, kaç masal, kaç git, kaç dur ?
Anlat İstanbul!

Anlatsana İstanbul!
En güzel şehir sen misin?
Her masalı bilir misin?


Anlatsana İstanbul!
Üşüdün mü, karnın mı aç?
Rüya mı gördün? Saat kaç?

Hadi susma! Susma hadi!
Hep susarsın, artık susma!
Anlat İstanbul!

Kaç tepe, kaç kapı, kaç boğaz, kaç sur?
Kaç hayat, kaç masal, kaç git, kaç dur?
Anlat İstanbul!

Ümit Ünal

Friday, January 1, 2010

2010

Chicago havasını -12 dereceye düşüren soğuklar getirmiş olsan da, sevdik seni 2010!





bütün yılımız şu Kurabiye'nin uyku keyfi gibi keyiflerle dolsun! :)