Yaklaşmakta olan Sevgililer Günü vesilesiyle biraz son zamanlarda izlediğim üç aşk filminden bahsedeyim dedim!
500 days of Summer bütün blog'larda inanılmaz popüler olan bir film. Ben de film hakkında bütün o yazıları okuyup okuyup beklentilerimi epeyi yükseltmişim sanırım. (Böyle olmasından nefret ediyorum, aslında en iyisi bir filmi hakkında hiç bir şey okumadan ve sıfır beklentiyle izlemek galiba) Hoş, güzel müzikleri olan, güzel zaman geçirten bir film, ama sadece o kadar. Belki de yanlış bir zamanda izledim, bilmiyorum, ama başroldeki kızın hareketleri biraz itici geldi ve çocuğa da acıdım açıkçası, çünkü çocuk filmde rol icabı da olsa gerçekten aşıkmış gibi bakıyordu kıza!
Filmde bütün 'indie' filmlerde olan o umursamaz, bağımsız hava var. Ama yine de romantik komedi tanımının çok da dışına çıkamamış gibi bence: Neden bütün bu tür fimlerde esas kız ya da oğlan ilginç işlerde çalışmak zorunda? 'Issız Adam'da 'çocuklara süper kahraman kıyafetleri yapma işi'nden tutun da, bu filmdeki 'Hallmark kartlarının üzerine mesaj yazma işi'ne kadar.. Bu insanların bir tanesi de mi sıkıcı, sıradan bir işte çalışmaz yarabbim? Sabah çıkıp fabrikadaki işinin başına giden ve bütün gün dikiş makinesinde çalışan genç bir kadının hayatını göremeyecek miyiz hiç? :)
The Notebook da, 'bütün zamanların en romantik filmlerinden biri' olarak lanse edildi uzun bir süre. Herkes filmde çok ağlamış, çok duygulanmış. Ben ağlamadım, çok da duygulanmadım aslında. Ama zaten ben garip bir insanım, herkesin ağladığı filmlerde ağlamam (bir film aslında beni çok seyrek olarak ağlatabilir). Bir de gidip en olmadık filmlerin en olmadık sahnelerinde hüngür hüngür ağlayabilirim. Bu olaydan başka bir yazıda söz edeceğim zaten!
Notebook da, vasatın üstünde olmasına rağmen bir 'Hallmark filmi'nden öteye çok gidemedi benim için. (Hallmark filmi, hani böyle Pazar akşamına doğru bilinmeyen bir kanalda tesadüfen rastladığınız, aşırı duygu yüklü, karakterlerin tamamen iyi ya da tamamen kötü olduğu ve yaşlı kadınları ağlatmak üzerine kurulu filmler olur ya, onlar gibi filmlere deniyor) Tamam, romantik sahneleri vardı, bazı sahnelerin güzelliği (özellikle gölün üzerindeki kayık sahneleri) gözkamaştırıcıydı. Lakin son derece beylik ve tahmin edilebilir sonu, filmden çok etkilenmemi engelledi diyebilirim. (filmin olası hayranlarından özür diliyorum!)
'New york, I love You'yu aslında en çok Fatih Akın sebebiyle merak ediyordum! Bir de tabii ki serinin bir önceki filmi olan 'Paris, Je t'aime'i çok çok sevmiş olmam nedeniyle.
Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda gerçekten çok güçlü olduğunu görüyoruz, bir çok tanınmış isim var: Natalie Portman, Andy Garcia, Hayden Christensen, Orlando Bloom bunlardan sadece bir kaçı. O kadar ünlü ismin arasında Uğur Yücel ve Fatih Akın'ın isimlerini görmek tabii ki koltuklarımı kabartmadı değil! Ama açıkçası filmi, 'Paris Je T'aime' kadar sevemedim. Sanki hikayeleri birbirine bağlamaya çalışmışlar ama çok tutturamamışlar gibiydi. Güzel anlar vardı ama filmin bütününde bir şeyler eksikti sanki. Mesela Natalie Portman'ın Hasidik bir Yahudi kızını oynadığı bölümde, Hintli adamla aralarında geçen konuşma, fazla açıklayıcı, fazla öğretici ve yapay geldi gözüme. Hani sanki 'Bakın biz böyle böyle yaparız, geleneklerimiz şunlardır, böyle yaşarız, New York ne kadar da kozmopolit bir yer' diye gözümüze gözümüze sokuyor gibi geldi bana. Halbuki bu mesaj çok daha ustaca ve sezdirmeden de verilebilirdi seyirciye.
Ben filmde en çok, tekerlekli sandalyedeki kızla mezuniyet balosuna giden oğlanın hikayesini sevdim sanırım :)
Bir de eski opera sanatçısı kadınla otel komisi olan çocuğun hikayesi de yürek burkan cinstendi. İçime işledi.
Aşk, belki de böyle garip anlarda gizli, sadece bir kaç saniye süren, esrarlı bir histir. Kimbilir?
Aaaa, biz aksam kafamizi kaldiracak hal bulamiyoruz, ki sinuzit de iyice tepeme vurdu bu aralar, sen de ucer beser goturuyorsun bakiyorum.
ReplyDeleteNetflix alacagiz sonunda galiba. Ama once kocacigimin oyun oynama hevesini doyurmasini beklemem gerek.
Pratik Anacigim,
ReplyDeleteBiz de cok yogunuz bu siralar, bu filmleri de oturup bir aksamda izlemedik zaten. 2-3 hafta once izlediklerimi bile ayni temada oldugu icin biriktirip ayni yaziya koydum. Gonlunu ferah tut sen e mi canim :)
new york I love'yu izlemedim amma diger iki film hususunda katiliyorum yorumlarina. 500 days of summerdaki bilmis kucuk kizkardes karakteri de neydi ki yani? ask filmi deyince benim aklima hep in the mood for love gelir. belki standart bi ask filmi değildir kendisi... ağır akisi izlenmesini guclestirebilir kimisi için fekat ah o duyguyu insanın icine kaziyisi yok mudur? o filmi her izleyisimde uzuun gece yuruyuslerine çıkasım gelir... iste böyle...
ReplyDeleteKibrit kutusu,
ReplyDeleteKesinlikle In the mood for Love konusunda dusunduklerine katiliyorum. Ben de o filmin ana temasi olan Yumeji's theme'i dinledigimde huzunlenirim, aklima yagmur altinda yalniz basina yanan bir sokak lambasi gelir.. ne siirsel bir filmdir ve ne guzel anlatir aski.
500 days of summer filminin müzikleri çok hoş filmi de beğendim o kadar kötü değildi zaten büyük beklentilerle izlemedim :)Ama abartılacak kadar yoktu.. Kardeşin bilmiş olması beni deli etti! Neyse :)
ReplyDeleteNotebook filmi çok beğenmedim ama bir manzara var başında sonunda yanlış hatırlamıyorsam o kadar güzeldi ki ve evet kayıklı olan sahne..
Diğerini hala izleyemedim bir ara izlerim artık :)
Pluie