Tuesday, June 30, 2009

Chicago'da gece


Zaman, saniyeleri dakikalara, dakikaları saatlere, saatleri günlere tamamlıyor. Günler hızla geçiyor.
Kedicik, halının üzerine uzanmış, uyukluyor. Arada bir sanki rüya görüyormuş gibi 'gurrr'luyor.
Yan dairede bir bebek ağlıyor.
Evimiz sessiz, pencereden tatlı bir meltem giriyor içeri. Bazen sokaktan geçen arabaların sesleri.
Ben tıkır tıkır klavyede bir şeyler yazıyorum.
Dışarıda serin bir yaz gecesi.
Haziran ayının son gününün gecesi. Yazın üçte biri bitti bile. Annemin deyişiyle 'Göz açıp kapayıncaya kadar kış gelir'.

Yarın, tekrar kütüphaneye gitme ve araştırma yapma günlerim başlıyor. Kitapların kokusunu, kütüphaneyi, orada arkadaşlarımı görmeyi özledim. Kampüsümü çok seviyorum. Havada asılı duran kahve kokusunu, ahşap masa ve sandalyelerdeki 'yaşanmışlık çizgileri'ni, duvarlardaki eski portreleri, kampüsteki kafeleri, gotik binaları, asırlık ağaçları, nilüfer yapraklarıyla kaplı minik göletimizi, yemyeşil çimleri, kampüste yürürken heyecanlı heyecanlı konuşan öğretmen ve öğrencileri, kısacası 'akademi'yi çok seviyorum! Öğrenmek ve öğretmek, hayatta en çok sevdiğim şeyler ve sanırım ben bunları yapmak için doğmuşum.

Bir yandan da mis kokulu annemi, canımın içi babamı çok ama çok özledim. İstanbul'u da. Eylül ayını iple çekiyorum.

Bir de bugünlerde canım feci şekilde 'buğdaylı yoğurt çorbası' çekiyor. Yapıp, buzdolabında soğutup, serin serin yemek istiyorum şu yaz günlerinde. Şöyle naneli filan, üstü de kavrulmuş soğanlı...mmmm :)

Chicago'da bir Haziran ayı daha, böyle bitiyor işte..


Monday, June 29, 2009

Türk Sinemasından iki klasik

1 - Vesikalı Yarim:


'Çok eskiden rastlaşacaktık...'

Sabiha (Türkan Şoray), Vesikalı Yarim


1968 yapımıdır. Tüm Türk filmleri içinde en çok sevdiğimdir. Benim için bir 'kült film'dir. Türkan Şoray'ın bu filmdeki güzelliğinin ve oyunculuğunun yanına, bence başka hiç bir Türk kadın oyuncu yaklaşamaz. Ne kadar gençtir, ne kadar güzeldir ve sarışınlık bile ona ne kadar yakışmıştır bu filmde! Ömer Lütfi Akad yönetmenliğini konuşturmuştur, siyah-beyazlığı ise filme ayrı bir hava katmıştır. Sabiha ve Halil'in aşkı, dünyanın en naif, güzel ve masum aşklarından biridir ve hep öyle kalacaktır benim için. Hikayenin gerçekçiliği ve hüznü, insanın içine işler. 'Kalbimi kıra kıra...' şarkısı ise uzun süre aklına kazınır bu filmi izleyenin.

Orhan Pamuk da en sevdiğim kitabı olan 'Kara Kitap'ta bahseder bu filmden. Benim için değeri hiç azalmayacak, hatta
yıllar geçtikçe şarap gibi değerlenecek enfes bir klasiktir.


2 - Sevmek Zamanı:



'Sana, dünyada hiçbir erkeğin hiçbir kadını sevemeyeceği kadar aşığım. Sana aşık olarak kalmak istiyorum. İşte hepsi bu kadar.'

Halil (Müşfik Kenter), Sevmek Zamanı



Bir gün bir adam, tanımadığı bir kadının fotoğrafına aşık olur. Bu aşkı gözünde öyle büyütür ki, kadının gerçek haliyle tanışmayı bile reddeder bundan sonra.

1965 yapımı, yönetmeni Metin Erksan. Başrollerde hayranı olduğum Müşfik Kenter ve Sema Özcan var. Müşfik Kenter o kadar genç ki.. Gözlerime inanamadım. Önce onun o buğulu sesini duyacağım diye düşünürken, sesinin dublajlanmış olduğuna biraz şaşırdım ve hayalkırıklığına uğradım açıkçası. Ama sonradan farkettim ki filmin havasına öylesi daha uygunmuş. İlginçtir ki, bu filmde de yine Halil adında bir erkeğin aşk hikayesini izliyoruz.

Film hakkında ne söylesem bilmem ki.. İlk aklıma gelen şey, şimdiye kadar böyle bir Türk filmi izlememiş olduğum. Hem gerçeküstü sahneleri vardı, hem de gayet klasik Türk filmi diyalogları geçiyordu bazen karakterlerin arasında.. Bazı sahneleri, bir Tarkovsky ya da Bergman filminden alınmış kadar estetik ve güzeldi. Sinematografi, kadrajlar, siyah ve beyazın muhteşem uyumu, enfes güzellikte 'eski İstanbul' ve yağmur görüntüleri.. Hayran kaldım. Tasavvufta çok görülen bir tema olan 'Surete aşık olma' teması filmin ana çerçevesini oluşturuyor. Senaryo ve oyunculuklar konusunda ise yorum yapmıyorum. Bu klasik filmi, izleyip kendiniz karar verin bence. Eminim ki daha önce kesinlikle böyle bir Yeşilçam filmi izlememişsinizdir.


Everything is Illuminated


Musevi bir Amerikalı, 2. Dünya Savaşı'nda dedesinin Nazilerden kaçmasına yardım eden Ukraynalı kadını bulmak için yollara düşerse ne olur? Biliyorum, Nazi Soykırımı ve İkinci Dünya Savaşı konuları artık uzatıla uzatıla sakız halini aldı. Ama bu film biraz farklı işlemiş konuyu. Çok daha sıcak, samimi, eğlenceli bir film olmuş böylece.

Her ne kadar Elijah Wood'u her gördüğümde 'Aaaa, hobbit!' diye seslenmek istesem de kendisine, ve film her ne kadar bazen Hollywood klişelerine yenik düşse de, inanılmaz eğlenceli bir filmdi. Özellikle ilk yarısında Alex karakterinin Ukrayna aksanlı İngilizcesi insanı yerlere yatırıyor gülmekten. Alex de zaten Gogol Bordello grubunun solisti olan Eugene Hütz'müş, sonradan öğrendim.


Film tam bir yol filmi, işte böyle 'gözlere ziyafet' bir sahne de var içinde. Bir de süper eğlenceli şarkı 'Start Wearing Purple'la bitiyor. Bunlar bile yeter bence izlemek için bahane olarak :)

Thursday, June 25, 2009

Elveda M J


Bilgisayarımın başına oturdum. Komaya girdiği haberini aldım.

Dışarı çıktık, göl kenarında yarım saat koştuk. Geri dönünce tekrar bilgisayarımın ekranına göz attım. Korktuğum haber oradaydı.

Jacko, çocukluğumun ve ilkgençliğimin çok büyük bir parçasını da alarak yanına, gitmişti.

Annem, Elvis Presley ya da Cem Karaca öldüğünde neden o kadar çok ağlamış, şimdi anlıyorum. Benim neslimin ortak kültürünü oluşturan en büyük yıldızlardan biri kayarken, ben de aynı acıyı hissediyorum.

'anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan...' diyordu Sezen. Yaşlanıyor muyum?

Elveda M.J..


Wednesday, June 24, 2009

İyi ki doğdun Susam Sokağı!


Susam Sokağı, bu yıl 40 yaşında! Newsweek'te okuduğum bir makaleye göre Susam Sokağı'nın ilk bölümünün 1969'da A.B.D'de yayımlanmasının üzerinden tamı tamına 40 yıl geçmiş. Bu 40 yıl içinde bu çocuk programı, dünya çapında yüzlerce ülkede gösterildi, yüzlerce dile çevrildi, bir değil bir çok nesil onunla büyüdü. Şimdi dünyanın birbirine çok uzak iki ülkesinden iki çocuk bir araya gelse, birbirlerinin dilini anlamasalar bile ikisi de Kurbağacık'ı tanıyordur büyük bir olasılıkla. Evrensel bir dil oluşturdu Susam Sokağı, dünya çocuklarının arasında.

Benim gibi 80lerin sonu ve 90ların başında çocukluğunu yaşayanlar için unutulmazdır Susam Sokağı. Kardeşim okumayı bu programdan öğrendi. Ben Büdü'yü oradan öğrendim. Ben küçükken sürekli kitap okuduğum için ve kardeşim de beni kitap okurken 'Hadi oyun oynayalım!' diye rahatsız ettiği için ona Edi derdik, bana da Büdü. Susam Sokağı olmasaydı, 'Dağdan geliyor bir kız döne döneee..' ya da 'Çek çek kürekleri, sür arabayıııı...' gibi eğlenceli şarkılardan hiçbirini öğrenemez, muhteşem ve karizmatik 'Sayıların Kontu'yla asla tanışamazdık. 'Bir iki üç dört beş altı yedi sekiz dokuz on on bir on ikiiiiiiii' diye biten şarkıyı da hiç söyleyemezdik kardeşimle. Bizim neslin ortak kültürünün çok büyük bir parçasıdır Susam Sokağı. Türkiye'de yayınlanan bölümleri de ayrı güzeldir. Çocukken Nihat Amca, Tahsin Usta, Zehra Teyze, Zeynep Abla ve Hakan Abi'nin yaşadığı o eğlenceli ve mutlu dünyada yaşamayı çok istemişimdir!

Susam Sokağı'yla ilgili bilinmeyen gerçekler:

- 1969'da Susam Sokağı ilk çıktığı zaman, A.B.D'de ırkçılık hala varlığını sürdürüyormuş. Susam Sokağı'nın temelinde yatan fikir, yani farklı ırklardan ve türlerden varlıkların barış ve huzur içinde birlikte yaşayabileceği fikri, ırkçılığa vurulan ilk darbelerden biriymiş.

- Susam Sokağı, A.B.D'de siyahi vatandaşların alt rollerde (hizmetçi, dadı, hademe...vs) gibi gösterilmeyip beyazlarla eşit rollerde göründüğü ilk televizyon programlarından biriymiş. Hatta sırf bu yüzden, Amerika'nın bazı eyaletlerinde çok büyük bir tepkiyle karşılanmış ve mesela Mississippi eyaletinde Mayıs 1970'de gösterimi yasaklanmış. Ama halkın (özellikle Afrikalı-Amerikalıların) çok büyük tepkisiyle karşılaşmışlar ve 22 gün sonra bu yasak kaldırılmış!

- Susam Sokağı yayımlanmadan önce, okul öncesi çocukların zekası, çok hafife alınıyormuş. Çocuklara 6-7 yaşından önce bir şeyler öğretmenin gereksiz olduğu düşünülüyormuş. Kimsenin aklına, çocuklara okuldan önce de çok şey öğretilebileceği, bunun da bazen televizyon aracılığıyla yapılabileceği gelmiyormuş. Susam Sokağı bu konuda bir çığır açmış durumda.



- Susam Sokağı sayesinde şu anda dünyanın her yerinde okul öncesi yaş grubunda milyonlarca çocuk, 1'den 100'e kadar sayabiliyor, renkleri, şekilleri tanıyor. :)

- 1998'de İsrail ve Filistin'de ortak yayınlanan Susam Sokağı 'Ortadoğu Versiyonu'nda, Yahudi ve Arap karakterler birbirlerini ziyaret ediyor, birlikte huzur içinde yaşıyorlarmış. Daha sonra Filistin'de intifada hareketi başlayınca, bu program yayından kaldırılmış. Şu anda Filistin'de gösterilen Susam Sokağı'nda hiç Yahudi karakter yok.

- 11 Eylül saldırılarından sonra yayınlanan bir Susam Sokağı programında Elmo karakteri, mutfağında yağın yanmasıyla çıkan basit bir ateş karşısında dehşete düşüyor ve gerçek hayatta New York - Harlem'de çalışan itfaiyecileri ziyaret ediyormuş! Amerikalıların 11 Eylül'den sonra nasıl paranoyak bir ruh hali içine girdiklerini çok iyi betimlemiş bence.

- A.B.D'deki Hispanik (Latin Amerikalı) nüfus, Susam Sokağı'nı, içinde hiç Hispanik bir karakter barındırmadı diye yıllardır eleştiriyormuş!

Ne ilginç değil mi, basit gibi görülen bir çocuk programının bile dünya olaylarından ve politikadan bu kadar etkilenmesi? Kim ne derse desin, bence Susam Sokağı'nın etkisi önümüzdeki senelerde de devam edecek. Nice nesil, bu güzel programla büyüyecek.

Biraz nostalji yaşamak isteyenler şuraya ve şuraya bakabilirler :)

İyi ki doğdun Susam Sokağı, iyi ki varsın!

Monday, June 22, 2009

Ne yesem?



A.B.D'ye geldiğimden beri, ne yediğime ve içtiğime inanılmaz ölçüde takmış durumdayım. Türkiye'de hiç böyle bir sorunum yoktu. Tabii ki oradayken annemin enfes ve sağlıklı yemeklerini yiyor olmanın da bunda bir rolü vardır elbet! Annem, sağlıklı yemek pişirme konusunda inanılmaz bilinçlidir. Yemeklerin içine zeytinyağından başka yağ koymaz. Zeytinyağını bile ölçüp, iki yemek kaşığından fazla koymaz. Evimize ayçiçek yağı, tereyağı...vs girmez. Evimizde kızartma hayatta yapılmaz. Organik ve kepekli ekmek yemeye dikkat ederiz. Bol bol salata, zeytinyağlı sebze yemekleri, az yağlı beyaz et, meyve ve lifli besinler yeriz. Evimize kola, gazoz....vs gibi meşrubatlar hiç bir zaman girmedi. Şekersiz siyah ya da yeşil çay içeriz. Unlu ve yağlı kekler, börekler, çörekler, hazır bisküviler, gofretler....vs hayatta bulunmaz bizim evde. Ayrıca annem genelde hep günlük ya da iki günlük, taze yemek yapar, o yemek bitmeden başka yemek yapılmaz. Ben de anneme çekmişim, buzdolabımda biraz fazla yemek birikse korkuyorum, bunları nasıl yiyeceğim diye :)

Annem o kadar bilinçli yemek yapıyor ki, ne zaman Türkiye'ye gitsem ve evimizde bir iki ay kadar kalsam, onun hafif yemekleriyle kesinlikle bir kaç kilo veririm.

Ama Amerika'ya geldiğimden beri yemek seçimi olayı zor olmaya başladı. Bu ülkede süpermarketler öylesine geniş ve devasa, insana sunulan ürünler öylesine çeşitli ki, 'bu akşam ne yesek?' sorusu bile ızdıraba dönüşebiliyor. Her gün, ayrı bir besin maddesinin ne kadar 'zararlı' olduğuna dair makaleler çıkıyor. Kırmızı et damar tıkar, peynir aşırı yağlı, tereyağı desen öyle, meyve-sebzeler organik değilse içinde kimyasallar var, soya aşırı işlenmiş, süt laktozlu olduğundan gaz yapıyor, ekmekler zaten sünger gibi ve ekmekten başka her şeye benziyor...Geriye ne kaldı ki zaten? Sürekli yediklerimiz hakkında vicdan azabı hissetmemizi sağlayan mekanizmalar var. Ama işin garip ve ironik yanı ise, A.B.D'de şu anda 40 milyon kadar obez insanın yaşaması. Yediklerinden suçluluk duydukça daha da çok yiyen, garip bir toplum.

Bir haftalık vegan deneyim sonucunda anladım ki o da bir hayat şekli olarak çok zor bir seçim. Vejeteryanlığı ise, bir ahlaki seçim olmaktan çok bir 'moda' haline dönüştüğü için sevmiyorum. Vejeteryanların çoğunda olan 'Ah size acıyorum, ölmüş cesetleri yemek ne kadar kötü, ben sizden ne kadar da üstünüm, en doğru seçimi ben yapıyorum....' tavrından hiç hazzetmiyorum. Neden et yiyenler kararından memnun mesut yaşarken vejeteryanlarda sürekli bir misyonerlik azmi ve herkesi kendine benzetme isteği var ki? Herkes seçimiyle mutlu olsun, değil mi?

Ayrıca son zamanlarda okuduğum şu makaleye göre gençlerin çoğu, hayvanlar çok umrunda filan olduğu için değil, düpedüz zayıflamak için seçiyormuş vejeteryanlığı. 'Vejeteryan' olduğunu söyleyenlerin yarısı da, tavuk ve balık eti yemeye devam ediyormuş aslında!

Benim şimdiki yemek planım şöyle:

- Amerika'dayken dışarıda (restoranda, kafede...vs) deniz ürünleri dışında başka bir et yemiyorum. Etlerin nereden geldiği meçhul olduğu için, artık dışarıda et yemeyi midem kaldırmıyor.

- Burada bildiğimiz bir kasaptan aldığımız etleri, kendi evimde pişirip yiyorum. Böylece etin içine hangi yağı koyduğumu, etin nasıl piştiğini bilerek içim rahat olarak yiyorum.

- Meyve ve sebzelerden mutlaka organik alınması gerekenleri öyle alıyor ama diğerleri konusunda çok da dikkat etmeye gerek olmadığını düşünüyorum. 'Hangilerini organik almalıyız?' diye soruyorsanız, şuraya bakabilirsiniz.

- Süt ve süt ürünlerinin tamamen yağsız ya da çok az yağlı olanlarını tercih ediyorum. Böylece çok yağ tüketmeden protein ihtiyacımı karşılamış oluyorum.

- Kahvaltımı çok güçlü yapmaya, öğle yemeğimde bol sebze yemeye, akşam yemeğinde ise mümkün olduğu kadar hafif yemeye çalışıyorum. Bunun için takip edilmesi gereken prensip 'Sabah bir kral gibi, öğlen bir prens gibi, akşam ise bir çiftçi gibi yiyin.' imiş.

- İşlenmiş ve rafta bir ay dursa bozulmayacak her türlü yiyecekten (cips, kraker, bisküvi, kurabiye....vs.vs.) kaçınmaya çalışıyorum. Tatlı seçimimi küçük bir parça siyah çikolatadan yana kullanıyorum genelde.

- İçecek olarak süt, su, maden suyu, ayran ve şekersiz çaydan başka bir şey içmemeye çalışıyorum. İçeceklerden neredeyse hiç şeker almıyorum.


A.B.D'deki yemek endüstrisi ile ilgili bir kaç film:

- Super Size Me: Amerika'nın 'beslenme makinesi'nin korkunç gerçeklerine gözümü ilk açan film. Bu ülkede yaşayan herkesin en az bir kez, mümkünse bir kaç kez izlemesi gerektiğine inanıyorum.

- Earthlings: Beni 'neredeyse vejeteryan' yapan, hayvanlarla olan ilişkimizdeki tüm gerçekleri göz önüne seren inanılmaz film. Verdiğim linkte filmin tamamı var. İçerdiği görüntüler öyle herkese göre değil, benden söylemesi. Ama gerçekle yüzleşmeye korkmayan bütün 'dünyalı'ların bir kez izlemesi gerekiyor bence.

- Fast Food Nation: Richard Linklater'ın ilginç bir filmi. A.B.Ddeki 'Fast-food' Endüstrisinin gerçek yüzünü anlatıyor. Kurgusal bir film olmasına rağmen tabii ki filmdeki gerçeklik payı bariz bir şekilde ortada. Henüz geçen hafta izledim. 'Hamburgerimdeki et nereden geliyor, içinde neler var?' diye merak eden herkes izlesin. İzledikten sonra bir daha hamburger yiyemeyebilirsiniz, söylemedi demeyin ;)

- Food, Inc: Bu da yine yemek şirketleri ve yiyecek endüstrisiyle ilgili, A.B.D sinemalarına yeni gelmiş olan bir film. Henüz izleyemedim ama en kısa zamanda izleyeceğimden emin olabilirsiniz! Çok bilgilendirici olacağa benziyor.


Düşününce, beslenme gerçekten o kadar önemli ki. Her gün bir kaç kez yaptığımız bir seçim, vücudumuza yani en değerli varlığımıza neler verdiğimiz.

'Sağlıklı beslenme' konusunda sizin düşünceleriniz nedir? Bana verebileceğiniz tavsiyeler var mı?

Saturday, June 20, 2009

Revolutionary Road


Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio'nun, 'Titanik' zamanlarından bu yana ne denli olgunlaşmış olduklarını görmek çok ilginç gerçekten. Gözlerimizin önünde oyunculukları evrildi ve gelişti ikisinin de. Çok daha sofistike, çok daha derin ve incelikli rolleri üstlenebilir oldular. Sam Mendes'in filmi Revolutionary Road da bunun bir kanıtı zaten. A.B.Dnin banliyölerindeki, küçük kasabalarındaki o boğucu havayı, 'yaşayan ölü' gibi otomatiğe bağlanmış olarak yaşayan insanları çok güzel betimlemiş yönetmen. Filmi izlemek çok kolay değil ama. Birincisi, aşırı derecede negatif enerji yüklü bir film. İnsan, iki karakterin çarpışmalarını, kavgalarını izlerken bile boğulacak gibi oluyor. Bütün film boyunca sürekli bir sürtüşme, kıvılcımlanma, nefretin alevlenmesi hissi bizi sarmalıyor.

Ayrıca filmi izlerken bir çok sahnede kendimi bir tiyatro oyunu izliyormuş gibi hissettim. Oyunculuklar gerçekten fazla teatral ve abartılı geldi bazı yerlerde, sanki sinema için değil de bir piyes için oynanmış gibi. Bu boğucu hislere rağmen başarılı bir film olmuş.

İnsanların, 'bilinmeyen'den ölesiye korkarak hayallerini ertelemeleri ve bildikleri yerlere, insanlara, kişilere, işlere tutunmaları ne acı. Bu yüzden nice insan, gerçekten sevdiği işi yapamıyor, gerçekten istediği yerde yaşayamıyor, gerçekten sevdiği insanlarla bir arada olamıyor. Daha sonra ise pişmanlık, bütün hayatının ana teması oluyor. Bu filmdeki karı-kocanın hikayesi, bunun en güzel örneği.

Stalker


'Il y a un autre monde mais il est dans celui-ci.'

Paul Eluard


Andrei Tarkovsky’den bir şaheser daha.. Stalker, sanki insanın uykusunun en derin yerinde gördüğü bir rüya gibi. Çok derin, bambaşka bir boyuta götürüyor insanı.. Tek başıma, düşünceler içinde izledim. Güzel ve lezzetli bir meyveyi ağır ağır yer gibi. Tadına vara vara, hiç acele etmeden.
Sahnelerin hepsi bir fotoğraf güzelliğindeydi. Tabii ki ortalama bir Hollywood sineması izleyicisi için izlemesi çok zor olabilir. O yüzden ben de bu tür 'felsefi' filmleri tek başıma izliyorum zaten, sonradan kimsenin şikayetlerini, 'niye böyle sıkıcı bir film seçtin' demesini dinlememek için :) Tek başıma izleyince inanılmaz huzurlu ve mutlu oluyorum.

'Sinema tarihinin en güzel sahneleri' arasına koyabileceğim sahne ise, demiryolu rayları üzerinde üç adamın 'The Zone' adı verilen gizemli bölgeye gittikleri sahneydi. Kamera, adamların çok yakın plan olarak başlarının arkasını ve profillerini çekiyor. Arka planda ise, değişen manzaralar, Sovyetlerin o endüstriyelleşmiş, metal ve beton dolu görünümü. Siyah-beyaz olan bu dünyadan, renkli dünyaya, doğaya ve 'The Zone'a yani 'Bölge'ye ilk geçiş anı. Bu kadar şiirsel bir sahne izlememiştim. 'Başka bir boyuta geçiyor olma' duygusu bu kadar mı güzel verilir? Bahsettiğim sahne şurada izlenebilir. enfes güzellikteki rüya sahnesini ise şurada bulabilirsiniz.

Tarkovsky külliyatıma daha nice güzel filmi eklemek dileğiyle..

Sunday, June 14, 2009

Rüzgar

Fotoğraf: Lady-Bug

Bugünlerde kendimi hayatın rüzgarında bir o yana, bir bu yana savrulan minicik bir yaprak gibi hissediyorum.

Zaman ve hayat, gittikçe artan bir hızla sürüklüyor beni. Bu hızdan korkuyorum.

İnsanlarla konuşuyorum. Zaman geçiyor. Okuyorum ve yazıyorum. Zaman geçiyor. Gülümsüyorum. Yemek yapıyorum. Dans ediyorum. Çığlık atıyorum. Koşup terliyorum. Ağlıyorum. Şarkı söylüyorum. Kahkaha atıyorum. Zaman geçiyor.

Zaman korkutucu bir hızla, beni de katmış önüne, koşuyor.

Hayatım bir rüzgar gibi. Son hızla esen, delidolu, çılgın bir rüzgar.

Bu rüzgar başımı döndürüyor bazen. Sersemletiyor beni. Pır pır uçuruyor yüreğimi. Sanki gözlerimin önünden çıldırtıcı bir hızla geçen, sessiz bir siyah-beyaz film şeridi gibi.

Ve ben katılmışım önüne o rüzgarın, uçuyor, uçuyorum.

Riyad Kızları


Riyad Kızları, Suudi Arabistan'da yaşayan dört genç kızın hayatlarından kesitler sunan bir roman.
Zaten Ortadoğu'da ve İslam'da Kadın ve Kadının Yeri konusunu araştırıyor ve bu konuda makaleler yazıyorum. Bu kitabı da hocamın tavsiyesi üzerine okudum. Basit bir dille yazılmış olmasına ve edebi açıdan (bence) çok da kayda değer bir kitap olmamasına rağmen konusu bence çok ilginçti. Suudi Arabistan'da özellikle üst tabakaya mensup, zengin ailelerden gelen genç kadınların hayatlarını, orada büyümüş bir yazarın dilinden okumak çok şey öğretti bana.

Suudi Arabistan'da kadınlar ve erkekler sosyal ortamlarda hiç bir zaman bir araya gelemedikleri için aşk, flört ve evlilik safhaları bu toplumda Batı'ya oranla çok farklı. Kitapta da okuduğum kadarıyla, gençler arasındaki en büyük iletişim şekli cep telefonu ve internet. Aşkın ve bir ilişkinin bütün safhaları, bu sebepten dolayı telefonda ya da internette yaşanıyor. Zaten bu kitap da kimliği belli olmayan genç bir kadının bir e-mail grubuna gönderdiği e-mail metinlerinden oluşuyor. Genç kadın, dört arkadaşının maceralarını, bazen komik, bazense hüzünlü bir dille okuyucuya aktarıyor. Gamra, Mişel, Sadim ve Lamis, dünyanın başka ülkelerinde yaşayan 20li yaşlardaki genç kızlardan farklı değiller. Onlar da aşk, güzel bir yaşam ve kalıcı dostluklar peşindeler. Tek fark, geleneklerle boğulmuş ve aşırı tutucu, kapalı bir toplumda yaşamaları. Her ilişkinin kapalı kapılar ardında yaşanması ve gizli tutulması gereken bu toplumda, bu dört arkadaş, bir çok macera yaşıyor, mutluluklarını da, hayalkırıklıklarını da gizlemeyei öğreniyorlar.

Kitabın başlıca dezavantajı sadece çok zengin ailelerden gelen, elit bir kesimin hayatlarını anlatması sanırım. Okuduktan sonra Suudi Arabistan'daki orta ya da alt tabakalardan gelen genç kızların hayatlarını da merak ettim mesela. Bu konuda da bir kitap yazılsa çok ilginç olabilir.

Benim için gerçekten öğretici oldu 'Riyad Kızları'. Dinin değil de daha çok ataerkil aile yapısının ve kabile geleneklerinin, bir genç kadını nasıl boğabileceğini, yaşamını nasıl bir kabusa çevirebileceğini gördüm. Öyle bir toplumda yaşamadığım, öyle şartlarda büyümediğim için de şükrettim açıkçası.

Tuesday, June 9, 2009

Ah İstanbul....


Chicago'ya yaz gelmek bilmiyor. Pek karanlık, yağmurlu, 12-13 derecelerde dolaşan, tatsız bir Haziran ayı yaşıyoruz.

Çok feci şekilde İstanbul'um geldi benim.. Çok ama çok özledim güzel İstanbul'u. Canım İstanbul'u. Sıcacık İstanbul'u.

Facebook'ta insanların İstanbul fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum. Sürekli İstanbul şiirleri okuyorum. Ağlayasım geliyor.

Monday, June 8, 2009

Up


Çok şirin, bulut yumuşaklığında, uçan balon renklerinde bir film. Blog'umu takip edenler bilir zaten, Pixar'ın çıkardığı işlerden beğenmediğim çok az film vardır. Tam bir Pixar hastasıyım.

Hayatımda ilk kez, üç boyutlu (3-D) gözlüklerle bir film izledim. O da böylesine şirin ve tatlı bir Pixar filmine rastladı, çok şanslıyım! Gerçekten ilginç bir deneyim. Ben belki de çok farklı olmaz diye düşünüyordum ama gerçekten farkediyor. Ekranda bazı nesneler önde, bazı nesneler (ya da katmanlar) arkadaymış gibi görünüyor ve izlediğiniz filme gerçek bir derinlik duygusu katılmış oluyor. Ekrana doğru uçan bazı nesneler üzerinize doğru geliyormuş gibi hissediyorsunuz, hatta bazen çok ani olduğunda bu olay, irkildiğiniz bile oluyor. Ama gerçekten ilginç bir teknolojiymiş, ilk defa böylesine keyifli bir filmde denediğim için çok mutluyum!




Up, yani 'Yukarı', Pixar'ın sanırım daha bir çocuklara yönelik ve dolayısıyla biraz yumuşatılmış filmi olmuş. Yaşlanmış, eşini kaybetmiş ve çocukları olmayan yaşlı bir adamın, evinin üstüne uçan balonlar bağlayarak Güney Amerika'ya uçmak istemesinin ardından yaşadığı maceralar. Ona yardım etmeye and içmiş küçük bir izci çocuğunun komiklikleri ve dostluğu da cabası. (Ki Pixar'ın çocukları nasıl bu kadar şirin ve gerçekçi canlandırabildiğine hayran kalıyorum her zaman. sinema perdesine doğru uzanıp çocuğun şipşirin dobi yanaklarını sıkası geliyor insanın!)

Filmde hüzün ve nostalji de var, ama diğer filmlerine oranla biraz daha az gibi geldi bana. Özellikle gökyüzünde geçen sahnelerde ve 'uçan ev' kavramında büyük üstad Miyazaki'den bayağı etkilenilmiş gibiydi, özellikle de üstadın 'Howl'un Uçan Şatosu' ve 'Gökyüzündeki Şato' filmlerinden. Yaşattığı duygu yoğunluğu olaraksa benim en çok sevdiğim Pixar filmlerinden olan 'Oyuncak Hikayesi'ni ya da 'Kayıp Balık Nemo'yu ya da yakalayamasa da çok ama çok keyifliydi. Zaten gittiğimiz sinema da çocuk doluydu! Çocuklarla dolu olan bir yerde filmdeki sahnelere onlarla birlikte kıkır kıkır gülmekten daha keyifli az şey var herhalde :)

Kısaca derim ki bir Pixar filmine gittiğinize pişman olmak çok zordur herhalde zaten, gidin, görün!



Melquiades Estrada


Teksas-Meksika sınırında geçen bu 'Sınır filmi'ni, Tommy Lee Jones yönetmiş ve başrolünde oynamış. Filmle ilgili düşündüğüm ilk şey, havası ve atmosferinin No Country for Old Men'e ne kadar benzediği oldu. Ama bu film ondan iki sene önce çekilmiş. Belki de bu filmin havası, Coen kardeşleri etkilemiştir kimbilir?

Tommy Lee Jones başrolde yine harika bir iş çıkarmış. Hikaye çok etkileyici, vurucu. Bize çöller, kayalıklar ve yasadışı göçmenlerle dolu olan A.B.D-Meksika sınırının nasıl bir yer olduğunu çok iyi hissettiriyor film. Bazen geçmişe, bazen geleceğe atlayan sahneleriyle, amerikalılar ve Meksikalılar arasındaki gergin ilişkiyi anlatmasıyla ve çoğu sahnesiyle nefesinizi kesiyor. Bir insan öldürmenin bedeli ve sonuçları, insan ruhunun bu ağır yükün altında nasıl ezilebileceği, arkadaşlığın ve dostluğun anlamı.. Sınırda kalmış, yitip gitmiş, hayatla birlikte sürüklenen yaşamlar.. Çok etkileyici bir film, 'Melquiades Estrada'nın Üç Kez Toprağa Verilişi'.

Karamel


Doğrusunu söylemek gerekirse bu filmi çok büyük beklentilerle izlemedim. Hatta filmi izleme sebebim, dişçinin tamamen uyuşturmuş olduğu alt çenemin evde tekrar normal haline dönmesini beklerken oyalanmaktı! Koltuğun üzerine uzanıp izlemeye başladım. Belki de çok büyük beklentilerle izlemeye başlamadığım için film bana sandığımdan çok daha sempatik ve sıcak göründü.

Film, Lübnan'da (Beyrut'ta) bir güzellik salonunda çalışan dört kadının hayatlarından kesitler sunuyor bize. Daha önceden hiç bu şehirde geçmiş olan bir film izlememiştim. Karakterler çok gerçekçi ve hayatın içindendi. Hem Müslüman, hem Hristiyan Arapların yaşadığı bu toplumda kadınların aşkları, toplumla olan iliişkileri, evlilikleri, güzellik anlyaışları...bunların hepsini görebilmek ve izleyebilmek güzeldi. Film bittiğinde içimde buruk bir hüzünle kaldım, 'ne hayatlar var bilmediğimiz, ne insanlar var...' diye düşündüm içimden. Lübnan'lı kadınlarla Türk kadınları arasında aslında o kadar da fark olmadığını farkettim. Aynı coğrafyanın içindeyiz ve aynı zorluklarla karşı karşıyayız. Kadın olmak, dünyanın her yerinde aynı oranda zor sanırım.

Thursday, June 4, 2009

Suskunlar


'Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu...'

İhsan Oktay Anar'dan, ya da nam-ı diğer 'Uzun İhsan Efendi'den büyülü bir masal daha.. Anar romanlarını okurken öylesine efsanevi bir dünyanın içinde buluyorum ki kendimi, oradan çıkıp gerçek hayata dönmek zor oluyor. Alessandro Perevelli ile, Davut ve Eflatun ile, İbrahim Dede Efendi ile, Neva ile, Rafael, Bağdasar ve Kirkor ile birlikte benzersiz bir nağmenin ezgilerinde kaybettim kendimi.. Yine o masalsı dünyada, eski İstanbul'da kayboldum, Sofuayyaş mahallesinde yaşadım ben de, zamanda bir ileri bir geri gittim, yegah, dügah, segah makamlarının tınısı çınladı kulaklarımda.. Bir eflatun düşün içinde yitip gittim..

Susmanın, gerçeği anlatmanın en güzel ve belki de tek yolu olduğunu, ben de anladım. Kitabın son sayfasını çevirip arka kapağını kapattığımda, sükutun da kendine has bir musikisi olduğunu kavradım.

Teşekkürler İhsan Oktay Anar!


Monday, June 1, 2009

Bir okuma serüveni - 2

Okuma serüvenime kaldığım yerden devam ediyorum. Geldik ortaokul ve liseye...

Hazırlık sınıfına geldiğimde İngilizce öğrenmiş olmanın verdiği istekle ve şevkle İngiliz ve Amerikan edebiyatı klasiklerini sadeleştirilmiş olarak okumaya başladım. Jane Austen'la bu yıllarda tanıştım, Gurur ve Önyargı kitabını okumamla birlikte. Unutulmaz Heathcliff karakterinin yer aldığı Emily Bronte'un tek romanı olan 'Uğultulu Tepeler'i de çok severdim. İngiltere'nin ne kadar büyülü bir yer olduğuna inancım o yaşlarda başlamıştı!


Sherlock Holmes'un maceralarına bayılırdım. Heyecanlı dedektif öyküleri, beni çok daha ilginç bulduğum gerilim / korku edebiyatına da yaklaştırdı ve gerçek aşkım Edgar Allan Poe'yla da işte bu sıralarda tanıştım. O sıralar en sevdiğim hikayesi olan 'Kuyu ve Sarkaç'ı (The Pit and the Pendulum) defalarca okuduğumu hatırlarım. Daha sonra saplantıya dönüşecek olan Poe sevgimin temelleri çok sağlam bir şekilde atılmıştı o zaman.

Dedektif demişken, Agatha Christie'den bahsetmemek olmaz. Edebi açıdan çok hafif bulunsa da çok severim ben Agatha Christie kitaplarını. Ortaokulda okuyup en çok hayran kaldığım kitabı 'On küçük zenci'ydi. İkinci ve üçüncü sırada 'Doğu Ekspresi'nde Cinayet' ve 'Mezopotamya'da Cinayet' gelir. Hercule Poirot gibi sevilesi bir karakteri yarattığı için Christie'ye minnettarım!

Korku edebiyatından Mary Shelley'in Frankenstein'ına hayran kalmıştım. Hala, okuduğum en hüzünlü kitaplardan biri olduğunu düşünürüm. Toplum tarafından bir canavar olarak algılanan yaratığın insanlara kendini kabul ettirme çabası ve dışlanmışlığı, içimi acıtır hep.

Bir insanın iki farklı yüzünü en çarpıcı şekilde anlatan kitapsa Doktor Jekyll ve Mr Hyde'dır bana göre. Aynı insanın içindeki birbirine tamamen zıt kişilikleri bu kadar iyi anlatabilen başka bir kitap tanımıyorum.



Ortaokul yıllarımda beni en çok etkileyen kitaplardan biri olan, ve ikinci edebi aşkım olan Oscar Wilde'la tanışmamı sağlayacak olan kitapsa onun tek romanı olan 'Dorian Gray'in Portresi'ydi. Bence dış görünüş ve güzellik takıntılarına getirdiği eleştirilerle bu harika kitap şimdiki zaman için de hala o kadar geçerli ki.. Kitabın sonunu şok içinde okuyup kalakaldığımı hatırlıyorum. Wilde takıntımın başlangıcı da işte bu zamanlara dayanır!

Batı'nın doğuyla olan ilişkilerini ve sömürgeci kafa yapısını anlatan kitaplar serisinden beni en çok etkilemiş olanı Steinbeck'in 'İnci'sidir. Fakir balıkçı Kino ve ailesi, küçük bebeği Coyotito ve hüzünlü hikayeleri içimde bir yerlerde silinmeyecek şekilde durur. Tekrar okumak istediğim o çok değerli kitaplardandır bu kitap. Aynı şekilde o zamanlarda Rudyard Kipling'i ve hayvanlarla ilgili hikayelerini keşfetmiş ve çok ama çok sevmiştim. Onun en sevdiğim hikayesi ise 'Just So Stories' serisinden 'The Cat That Walked by Himself'tir (Kendi başına yürüyen kedi). Bence kedisi olan herkes bu hikayeyi okumalı!

Yine ortaokul yıllarımda bir ara bilim-kurgu kitaplarına takmıştım kafayı. Özellikle H.G. Wells'in 'Zaman Makinesi' kitabı ve Isaac Asimov'un 'Ben, Robot' romanı en sevdiklerim arasındaydı. 'Robot Yasaları'yla ilk kez o zaman tanışmıştım, bir gün gerçekten böyle akıllı robotlar olsa ne yaparız acaba diye düşünür dururdum..

Gerçeküstü edebiyatın bence en büyük klasiği olan Alis Harikalar Diyarı'nı da bu zamanlarda okumuştum.. Gülümsedikçe görünmez olan Cheshire kedisi en sevdiğim karakterdi! İngilizce'de öğrendiğim ilk deyimlerden biri olan 'Off with his/her head!'i de bu kitap sayesinde öğrenmiştim! Zalim kraliçeye herkesin başını uçuruyor diye içten içe çok kızardım.



İtiraf ediyorum, 'Ergen genç kızları hedef alan saçmasapan kitaplar' kategorisinden de bir sürü kitap okudum o sıralar :) İpek Ongun'un 'Yaş Onyedi' ve 'Bir Genç Kızın Gizli Defteri' kitapları gibi mesela. Gülten Dayıoğlu'nun 'Yeşil Kiraz' adındaki kitabını ve V.C. Andrews'in 'Çatı' serisini de bu kategoriye dahil edebiliriz. Ama doğrusunu söylemek gerekirse 'Çatı' serisi kitapları (Çatı, Çatıdaki Rüzgar, Çatıdaki Dikenler, vesaire vesaire.....) saçma olmalarına rağmen çok heyecanlıydılar. Sıkıcı derslerde sıranın altında gizli gizli okuduğumu hatırlıyorum bu seriyi!

Bence ergenlik çağındaki bir genç kızın okuması gereken en güzel kitaplardan birisi, hayatımda çok büyük izler bırakan 'A Tree Grows in Brooklyn' (Bir Genç Kız Yetişiyor) kitabıdır. 14 yaşımda annem 'Artık bu kitabı okuyabilirsin' diye elime tutuşturmuştu. bir solukta okumuştum! Francie Nolan'ın hayatı o kadar sıcak, o kadar gerçek ve öylesine bana yakındır ki, kitabın çoğu yerini ezbere bilirim neredeyse. Her akşam yatmadan önce okusam yine de sıkılmayacağım kitaplardandır. Belki edebi açıdan bir şaheser kategorisine sokulamaz ama benim kalbimde yeri ayrıdır. Bir kızım olur da 14 yaşına gelirse ona mutlaka hediye edeceğim bir kitaptır.



Ortoakulun sonlarına doğru Stephen King kitaplarına dadandım. 'Carrie' (Göz) romanıyla başlayan bu takıntı, adamcağızın bütün romanlarını okuyup bitirene kadar durmadı. O kadar çok okuyordum ve koltukta okurken o kadar garip şekillere giriyordum ki farkında olmadan, annemler endişelendiler bir süre sonra. Zaten gözlük numaram da bir hayli ilerlemişti. Artık sadece salondaki masada, doğru düzgün bir ampulun altında ve dik oturarak okuyabilecektim! Bu bile beni yıldırmadı ve King'in bütün romanlarını okudum. Stephen King'in benim gözümde efsane niteliğindeki kitapları ise tabii ki 'Kara Kule' serisidir. Ben ölmeden (ya da Stephen King vefat etmeden!) bu serinin sonunu dünya gözüyle görebildiğim için çok şanslı sayıyorum kendimi!

Orta üçte geçirdiğim trafik kazası sonucu bir ay yatarken de sürekli kitap okumuştum. O sırada okuduğum ve beni en çok etkileyen kitap 'Şeker Portakalı'dır. Minik Zeze'nin maceralarını büyük bir ilgiyle okumuş, yıllar sonra serinin devamı olan 'Güneşi Uyandıralım'ı da bir solukta bitirmiştim. O kitap, sonunda hüngür hüngür ağladığım nadir kitaplardan biridir.



Ortaokul yıllarımda okuduğum ve hayatıma yön veren bir diğer kitap da 'Martı Jonathan Livingston'dır. Çoğu insana basit görünebilecek bu incecik kitap beni çok etkilemişti. 'Yeniden doğma' diye bir şey varsa bir sonraki hayatımda martı olmak istiyordum, ve Jonathan gibi göklerde süzülmek..

Hayat felsefemi etkileyen bir kitap da o sıralarda çok popüler olan 'Simyacı'ydı, Paulo Coelho'nun romanı.. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu kitabı da basit bulsam da o zamanlar 'Rüyanı takip et' felsefesini beynime kazıdığı için çok minnettarım bu kitaba.. Belki de bu kitap sayesinde, küçük ve boğucu bir ofis bölmesinde sıkıntıdan patladığım bir işte zoraki çalışmak yerine şimdi çok sevdiğim bir mesleği yapıyorum.



Beni felsefeyle tanıştıran kitap ise, o zamanlar yine 'Migros Bestseller listesi'nde bir numarada olan 'Sofi'nin Dünyası' kitabıydı. Herkes bu kitabı satın almıştı ama kaç kişi başından sonuna kadar okumuştur hiç bilmiyorum. Bana çok ilginç gelmişti kitabın tanıttığı filozoflar, sorduğu sorular.. Bir gün arabada babamın bir yerden dönmesini beklerken bu kitabı okuduğumu ve kendi kendime sorduğum felsefi ve varoluşçu sorularla adeta içmeden sarhoş olduğumu ve başımın döndüğünü hatırlıyorum :)

Ortaokulun sonlarında, bu sefer de Susanna Tamaro takıntım başladı. Bu kadın acaba Türkiye'den başka ülkelerde de bu kadar meşhur olmuş mudur merak ediyorum gerçekten! 'Herkes okuyor, ben de okuyayım' mantığıyla okumuştum aslında biraz da. Şimdi yine dönüp baktığımda çoğunu gayet sıradan ve vasat bulduğum kitaplarını, o zamanlar yutarcasına okurdum. 'Yüreğinin Götürdüğü Yere Git' ve 'Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım' kitaplarından aklımda nerdeyse hiç bir şey kalmamış. Biraz duygu sömürüsüydü sanki bu romanlar, öyle hatırlıyorum. Susanna Tamaro'nun sanırım en başarılı kitabı, en az bilinenlerden biri olan 'Anima Mundi'dir. O kitap hala beğendiğim tek kitabıdır.

Lise 1de ve devamında ise artık klasikleri hatmetmeye başlamıştım. Bütün klasikler içinde beni en çok etkileyen roman olan Soljenitsin'in 'Kanser Koğuşu'nun ruhumda bıraktığı izlerden şurada bahsetmiştim. Yazın sıcak ve uzun günlerinde bütün klasikleri teker teker devirdim, o bir kaç yılda. Kütüphanemizden herhangi bir klasiği seçer, koltuğa uzanır ve sessiz, sıcak yaz saatlerinde kitabın o muhteşem dünyasına dalardım.




Dostoyevski'nin 'Suç ve Ceza'sında Raskolnikov'la birlikte cinayetin karanlığını gördüm. Dickens'ın 'İki Şehrin Hikayesi'nde ayakkabı tamir eden yaşlı adamı izledim.
Flaubert'ten 'Madam Bovary'de arseniğin acı tadını, korkunç sancılarını tattım.
Ivo Andriç'in 'Drina Köprüsü'nde, bir adam nasıl kazığa geçilir, dehşetle izledim.
Stendhal'ın 'Kırmızı ve Siyah'ında Julien'in çapkınlıklarına tanık oldum.
Goethe'den 'Genç Werther'in Acıları'nda platonik aşkın ve saplantının kapkara sonunu gördüm.
Balzac'ın 'Goriot Baba'sında, yaşlılığın getirdiği acizliği ve dışlanmışlığı acıyla öğrendim. Emile Zola'nın 'Therese Raquin'de ihtiras ve hırslarına yenilen bir kadının boğucu dünyasına girdim.
Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar'ında, hayatımda ilk defa 'nihilizm' sözcüğünü gördüm ve böyle bir hayat görüşü olduğunu öğrendim.

Kitapların dünyasında o kadar mutluydum ki... Belki de biraz da bu yüzden, 'büyüyünce' kendime okumayı ve yazmayı meslek olarak seçtim!