Friday, October 6, 2006
Sokağım, gökyüzü, bulutlar
Sabah 5te kalkmanın ve dünyanın sessizliğini dinlemenin kendine has bir huzuru ve dinlendiriciliği var. O saatte kalkınca sanki bütün evren bir anda susmuş gibi, bütün dünya ve gökyüzü günün en önemli olayını, güneşin doğuşunu beklerken nefesini tutmuş gibi geliyor insana. Zaten ne demişler, en karanlık ve sessiz an, şafak sökmeden önceki andır. İnsana umut vermeye yeten bir bilgi bu bence. Saat 5 buçukta ilk ışıklarını penceremden içeri uzatan güneş, bir anda gökyüzündeki bütün bulutları şeftali renklerine, turuncu ve pembenin en güzel tonlarına boyadı. İnanılmaz bir güzel Ekim sabahı göğü açılıverdi gözlerimin önünde aniden. Nefesimi kesen bu görüntüyü fotoğraf makineme kaydettikten sonra evden çıktığımdaysa sokağımı ve gökyüzünü de dondurup sayfaları arasına koymak istedim anılarımın.
Caddedeki ağaçlar güzelim sarı Ekim kıyafetlerine bürünmüş, sıraya girmiş gibiler. Binamın önündeki ana caddenin adı 51. Cadde, ya da resmi adıyla Doğu Hyde Park Bulvarı. Hyde Park'ın içinden geçen en büyük caddelerden biri ve üzerinde bir çok otobüs hattı ve dükkan var. Benim de kendime burayı ev olarak seçmemin nedeni işte bu canlılık ve sokağımda olanları izlemeyi çok sevmemden ötürü. Benim için durgun ve hareketsiz bir manzaraya -ne kadar güzel olursa olsun- aylarca bakmaktansa hareket halinde olan insanları, sokaktaki arabaları, düşen yaprakları, yağan yağmurun oluşturduğu göletleri, oynayan çocukları, kısacası hareket halindeki yaşamı izlemek çok daha eğlenceli. Bu yüzden nerede olursam olayım penceremden bir sokağı görmek ve orada olup biteni izeyebilmek çok önemli benim için. Bu sene de 6. katta oturduğum için hem sokağı, hem de etrafımdaki binaları ve uzaktan geçen tren yolunu görüyorum. Ufka kadar uzanan bir gökyüzünü görebilmek ne büyük bir mutluluk gerçekten! Özellikle de şafaktan hemen önceki o sihirli zaman diliminde.
Bu fotoğrafta görülen kiremit rengi binaysa benim eski evimin olduğu bina, adı Carlson Hall. Yine 51. Cadde üzerinde ve benim şimdiki binamla arasında sadece fotoğrafta da görülen otopark var. Şimdiki binamın sevdiğim başka bir özelliği de şehre giden 6 otobüsüne çok yakın (Amerikalıların deyimiyle 1 blok) olması. Özellikle benim gibi yerinde duramayan birisi için hemen havaalanına gidebilmek gibisi yok!
Apartmanımın kapısının baktığı sokaksa 51. Cadde'yi dikey kesen sokaklardan biri olan Blackstone sokağı. İngilizce'de 'Siyah taş' anlamına gelen bu isim neden verilmiş bu sokağa bilmiyorum, belki de bir zamanlar burada kara bir taş vardı. Chicago'da sokak isimlerinin İstanbul'daki gibi bir anlamı ya da hikayesi yok sanki, ya da belki ben bilmiyorumdur, şehrin hikayesini okuyunca öğrenebilirim belki.
Chicago'ya gelen turisterin dikkatini çeken şeylerden biri de şehrin 'ızgara sistemi' denen bir sistemle, birbini sadece dikey ve yatay kesen sokaklar halinde düzenlenmiş olması. Bir koordinat düzlemine benzeyen bu sistemde, (0,0) noktasi iki ana caddenin kesiştiği bir yerde, şehrin merkezinde belirlenmiş. Böylece bu dizlemin x ve y eksenleri olan bu iki sokağın konumuna göre şehirde nerede olduğunuzu gayet kolay açıklayabiliyor ve yolunuzu bulabiliyorsunuz, kaybolmak adeta imkansız gibi. Mesela benim bulunduğum caddenin adı, East Hyde Park Boulevard (51st street) şehrin merkezindeki caddenin 51 sokak aşağısında ve dikey doğrunun doğusunda olduğumuzu anlatıyor bize. Yani ben Michigan Gölü'ne Batı 51. Cadde'de oturan birisinden çok daha yakınım, çünkü Karadeniz kadar büyük olan ve bir yarısı Kanada'da olan bu devasa göl bizim doğumuzda kalıyor.
Bugün gökyüzü ve içindeki bulutlar bir çok güzel şekil ve renklere büründüler, akşama doğru yemekten önce sevgili arkadaşım Volkan'la kütüphanede oturmuş ders çalışırken gözüme çarpan bu akşam manzarası gibi. Fotoğraf makinem yanımdaydı ve bu güzel görüntüyü de diğerlerinin arasına ekleyebildim. Chicago'nun 'skyline' denen silueti, akşam güneşini neşeyle karşılayan bulutların altında çok çarpıcıydı. Sanırım bu şehir, ilk ve tek aşkım İstanbul'dan sonra yüreğimde en çok yeri kaplayan şehir olarak kalacak hep. Artık ikinci evim bile diyorum ben 'Michigan gölünün incisi'ne. Şehirler de insanlar gibi galiba, her birinin kendine has bir karakteri, sevimli ve sevimsiz yanları, kaprisleri, huysuzlukları, neşeli ve neşesiz günleri var. Her şehre ayrı bir sevgiyle bağlanışımız başka nasıl açıklanabilir ki zaten?
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment