Sunday, April 6, 2008

1. gün - Pazar


'Vegan' olarak geçirdiğim ilk gün hiç de kötü değildi. Aşırı bir açlık hissi ya da rahatsızlık duymadım. Ama gerçekten yeme alışkanlıkları kısıtlanınca insanın yediği şeyler de çok değişiyor. Hayvansal gıda yiyemeyince insan ister istemez daha çok sebze-meyve yemeye yöneliyor. Ayrıca ilk defa bir 'yiyecek günlüğü' oluşturmamı da sağladı bu deneyim. İşte bugün bir vegan olarak evde ve dışarıda bulup yediklerim:



Kahvaltı: Bir küçük kutu soya sütü, bir avuç fındık-badem-antep fıstığı karışımı, bir dilim ekmek, 7-8 yeşil zeytin.


Ara öğün: İki küçük muz, bir salkım üzüm.


Öğle yemeği: Kepekli ekmeğe sebzeli (domates, marul, salatalık, yeşil biber, turşu...vs.)sandviç, yarım küçük paket patates cipsi.



Akşam yemeği: Fasulye çorbası, kepek ekmeği ve humus.



Bu arada bu hafta boyunca akşam 7den sonra yemek yemiyorum, ve hiç kafein de almıyorum.

Bakalım haftanın geri kalanı neler olacak? Merak içindeyim :-)




Saturday, April 5, 2008

Yeni bir deney





Bugün merak edip internette 'Veganism' yani vejeteryanlığın uç noktası olan hareket hakkında biraz araştırma yaptım. Vegan olan biri, hayvansal hiç bir ürün yiyemiyor. Yani etin yanında süt, yumurta, yoğurt ve türevlerini de yemiyor. 'E geriye ne kaldı ki?' diye sorduysanız kendinize (ki ben sordum) bütün baklagilleri, makarna, pirinç, ekmek, bütün sebze ve meyveler, fındık-fıstık ve türevleri, soya ürünlerini yiyebiliyorlar. Sanırım en çok yedikleri ve içtikleri şey soyadan yapılan tofu ve soya sütü. Kulağa çok garip gelse de ben de bir iki sene önce soya sütü içmeye başladım ve tadına bayağı alıştım. Özellikle vanilyalısı çok leziz ve benim gibi laktoz toleranssızlığı olan insanlar için çok iyi bir alternatif.

Kendimi bildim bileli yoğurt, peynir ve yumurtaya bayıldığım ve bunların insana bahşedilen en leziz yiyeceklerden olduğunu düşündüğüm için sanırım asla 'vegan' olamam. Ama bu hafta bir deney yaparak bir haftalığına 'vegan' olmaya karar verdim. Bakalım sindirim sistemim, uyku düzenim ve genel ruh halim bundan nasıl etkilenecek? İlginç bir deney olarak yediklerimi ve o günkü hissettiklerimi her gün blog'uma bir kaç cümle de olsa yazmaya karar verdim. Bakalım bu deney nasıl gidecek? Yarın başlıyorum :-)

Friday, April 4, 2008

Mutluluk - Abdullah Oğuz


Epeydir bu filmin övgülerini duyuyordum, ancak geçen hafta izlemek kısmet oldu. 'Mutluluk' Türkiye'deki acı bazı gerçekleri ele alan ve sosyal mesaj ağırlıklı bir film. Tecavüze uğradıktan sonra köyünde namusu kirlendiği gerekçesiyle ölüme mahkum edilen Meryem ve onu öldürme görevini üstlenmiş Cemal'in öyküsü. Sinematografik açıdan gayet başarılı, başrolde oynayan Özgü Namal ve Murat Han da oyunculuk açısından çok iyi bir iş çıkarmışlar. Gerçekten son yıllarda Türk sinemasının ve özellikle oyunculuğunun ne kadar kendini geliştirdiğini gördükçe gurur duyuyorum.

Ancak film bu kadar övülmesine rağmen çok harikulade, muhteşem gelmedi bana. Belki de beklentilerimin bütün bu övgülerle yükseltilmesinden ötürü. İyi bir Türk filmiydi tabii, ama izlediğim en iyi Türk filmlerinden değildi. Film çok güzel başladı, köyde geçen tecavüz sonrası sahneler, kızın içinde bulunduğu karanlık, çaresizliği çok güzel aktarılmış. Ancak Meryem'le Cemal İstanbul'a geldikten ve özellikle de denizde kaçmaya başladıktan sonra olan kısımda tempo çok daha yavaşladı ve film biraz uzadı gibi sanki. Bazı yerleri biraz gerçekdışı ve yapay geldi, özellikle de genç çiftin profesörle tanıştığı ve onun yardımını kabul ettikleri yerler. Bir de açıkçası filmin ismiyle kendisi arasında hiç bir bağ göremedim. Neden böyle bir isim konduğuna şaşırdım biraz.

Ama bütün bunların dışında her yönüyle ortalamanın üstünde bir Türk filmiydi. Aldığı ödüllerle göğsümüzü kabartması da cabası tabii. Yönetmenlerimizden bizi dünyada tanıtacak güzel filmler bekliyoruz. Dünya sinemasına, özellikle de hayranı olduğum İran sinemasına bakıp 'Bizim neyimiz eksik?' demekten kendimi alamıyorum.

Sunday, March 30, 2008

Kırtasiye çılgınlığı!!!



1 haftalık Bahar Tatili'm bugün bitiyor. Yarın yine hızlı bir tempoyla yeni derslerime başlayacağım. Tabii ki Moonshine her dönemin başlamasından önce ne yapar? Gidip deliler gibi kırtasiye alışverişi yapar.

İtiraf ediyorum, 20 senelik öğrencilik hayatımın en mutlu olduğum zamanları işte bu kırtasiye alışverişleri zamanları oldu! Zaten Office Depot'ya her gidişimde kurşunkalemler, tükenmez kalemler, boya kalemleri, yapıştırıcılar, zımbalar, ataçlar, silgiler, değişik renkte kağıt ve kartonlar, defterler, çıkartmalar, dosyalar...vs. arasında resmen kendimi kaybediyorum. Sanırım okullu olmak gibi kırtasiye alışverişi yapmaktan da hiç bir zaman bıkmayacağım.

Kırtasiye çılgınlığını en uç boyutuna taşımış bir ırk varsa o da Almanlar bence. Almanya'da kaldığım zamanlarda oradaki kırtasiyecilere girip saatlerce o rengarenk kalemlere, silgilere, kalem kutularına, defterlere, süslü, cicili bicili kalemkutularına hayranlıkla bakakalırdım. Halen kullandığım kalemkutum oradan alınmadır. (Evet, 26 yaşıma geldim ve hala kalem kutusu kullanıyorum, ve bundan utanmıyorum! :-)

Şimdi yeni kalem ve kağıtlarımı deneyeceğim. Gerçek bir kalemle, gerçek kağıt üzerine yazmanın verdiği zevki hiç bir klavye veremiyor bence.



Tuesday, March 25, 2008

Şehirler insan olsa..



Büyük şehirleri çok sevdiğim gibi, onları insanlara benzetmeyi de çok severim. Bence şehirlerin de tıpkı insanlar gibi kendine has özellikleri, sevinçleri, hırçınlıkları, yorgunlukları, acıları vardır. Yaşadığım ve gördüğüm büyük şehirlerden her biri bir insan olsaydı, neye benzerdi? Onu düşündüm ve yazmak istedim.



Chicago: Kesinlikle bir erkek olurdu Chicago. 30larının ortalarında, başarılı bir işadamı olarak hayal ediyorum bu şehri. Hani hayatı gayet düzenli, ama arada bir planlı eğlencelere de zaman bırakan, hırslı plaza insanlarından. Tam bir metropol insanı, ilk tanıştığınızda hafif soğuk gelebilen, ama kendine ve hayatına özen gösteren, her zaman bakımlı ve sağlıklı olan biri olurdu Chicago. Bütün Amerikalılar gibi siz hayatında var olduğunuz ve onun işine yarayabileceğiniz sürece ilgili, ama mesafeli birisi olurdu. Onu gerçekten tanımak için çaba göstermeniz gerekirdi. En sevdiği içecek kahve olurdu.





New York: Chicago kadar düzenli olmayan ve daha doğaçlama bir yapısı olan bu şehir ise, bence 30larında, genç, güzel ve entellektüel bir kadın olurdu. Hani şu uzun tiril tiril etekler giyip, hippi takıları takıp saçını kısacık kestiren, başka kültürler hakkında okumayı ve değişik yerler gezmeyi seven Amerikalı kadınlar gibi. Okumayı olduğu kadar eğlenmeyi, kültür ve sanatı da iyi bilirdi. En çok yeşil çay içmeyi ve bir kafede oturup en sevdiği yazarın son çıkan romanını okumayı severdi. Büyük bir olasılıkla vejeteryan olurdu.




İstanbul: Kesinlikle 40lı yaşların ortalarında, görmüş, geçirmiş, ne sevdalar görmüş, ne yürekler yakmış ama güzelliğinden hala pek bir şey kaybetmemiş bir kadın olurdu güzel İstanbul. Bir baktınız mı içiniz ısınırdı, sanki onu yıllardır tanıyormuş gibi. Size hemencecik açıverirdi yüreğini, onu tanımak için çok çaba harcamanız gerekmezdi. İçini döküverirdi size sigaradan kısılmış ve buğulanmış sesiyle, konuştuğu zaman sesi Edith Piaf gibi çıkardı. Tam bir Akdeniz kadını gibi içten, dobra ve cesur olurdu. İspanyol etekleri giyer, fütursuzca makyaj yapar, süslenir, herkesin kalbini yerinden oynatırdı. Onunla bir kez tanıştığınız zaman, bir daha hiç bir şeyin aynı olamayacağını bilirdiniz. Ve tabii ki en sevdiği içecek rakı olurdu!


Monday, March 24, 2008

Neredesin ilkbahar?



Chicago Nevruz'u lapa lapa kar yağışıyla karşıladı! Yerde neredeyse 10 santim kar birikti. Biz de gözlerimize inanamadık. Son zamanların en karlı, buzlu ve soğuk geçen kışı bizi o kadar sevdi ki hiç terketmeyecek gibi sanki. Mart ayı bitiyor olmasına rağmen, hava sıcaklığı -4lerde geziniyor hala. Sanırım bu şehirde yaşayanlar artık biraz sıcaklık, biraz güneş, biraz yeşillik ve renk görmeyi hakediyor!

Neredesin ilkbahar? Gel artık...


Monday, March 17, 2008

Koridor




Evet, belki yaptığı müzik Türkiye'nin genelinde yapılan müzikten çok farklı. Evet, belki klipleri çok değişik, metafizik öğeler kullanan gerçeküstü imgelerden oluşuyor. Evet, belki ne dış görünüşü ve giyim tarzı, ne de yaşamı açısından ortalama bir Türk'e benzemiyor. Şarkıları, şarkı sözleri, kulağa çok değişik geliyor. Onunla alay edenler, dalga geçenler, onu sevenlerden çok daha fazla. Günümüzün stereotiplerine, normlarına, bize dayatılmaya çalışan hiç bir imaja uymayan bir insan o. Ama ben yine de İlhan İrem'i çok seviyorum.

Onun 90ların başında çıkan kasetlerini dinleyişimiz geliyor aklıma, bu şarkıyı dinleyince. Üzeri turuncu renkli 'Dünden Yarına' kasetini dinleyişim geliyor aklıma.. Yıllar sonra ahşap bir masada oturup, sarı renkli masa lambasının ışığının masanın üzerini aydınlatmasını izlerken, bir koridor açılıyor geçmişime, çocukluğuma.. Neredeyse 18 sene önce, yine bir masanın başında oturmuş, aynı şarkıyı dinleyip masa lambasının sarı ışığına bakarken hatırlıyorum kendimi. Sonra kardeşimle 'arka oda'da, defalarca dinlediğimiz Koridor kaseti ve şarkılarını hatırlıyorum. Çocuk oluşumuza karşın her sözünü çok iyi anladığımız, hüzünle yüklü bakışlarla penceremizden dışarıyı izleyip dinlediğimiz şarkılarını.. Her bir sözünü ezbere bildiğimiz ve yıllar sonra duyduğumuzda, gözlerimizi dolu dolu yapan şarkılarını..

O karanlık koridora bakıyor ve şimdiki zamandan geçmişi izliyorum. İlhan İrem kadife sesiyle beni yine çocukluğuma, o mutlu günlere, zamanın saf ve sessizce durduğu, sonra yavaş yavaş, usulca aktığı çocukluğumun oyun saatlerine götürüyor. Bu ses bana huzur veriyor.

'Işık ve sevgiyle' diyor İlhan İrem bize, zamanın o tozlu ve buğulu camının arkasından, 'koridorun öteki ucu'ndan. Gerçekten de bunlar en çok ihtiyacımız olan şeyler değil mi?

Işık ve sevgiyle kal, şarkılarını ezberlediğim güzel insan..

Tuesday, March 11, 2008

Uzak - Nuri Bilge Ceylan


Karlar altında, siyah-beyaz İstanbul.. Önde tek başına duran bir karaltı, sırtına hayatın yorgunluğu binmiş, düşünceli bir adam.. Şehre büyük hayallerle dolu ışıltılı gözbebekleriyle gelen akrabası. Hayallerin ve umutların bir bir yokolması. İşsizlik sıkıntısı, tuhaf sessizlikler, hayata dair ayrıntılar. Gerçek hayatlardan, gerçek bir kesit Uzak filmi. Herkesin başına gelebilecek, gayet alelalede, sıradan, normal olayların şiirsel anlatımı. Gerçek hayat da böyle değil midir zaten? Gerçek hayatta hiç bir zaman Hollywood filmlerindeki gibi ölümsüz aşklara, büyük maceralara, azılı katillere, devasa hayatlara rastlamadım ben. İnsanların gerçek hayatları, Uzak filminde anlatıldığı gibi geçer. Sakin, sessiz, nadiren neşeli ama çoğu zaman kırık ve buruk..

Sessiz ve düşünceli bir adam, güzel İstanbul'a bakıp, yavaşça sigarasından bir nefes daha çeker. Uzakta martı sesleri, köpek havlamaları, dalga sesleri, kış rüzgarının uğultusu birbirine karışırken, yukarıda, yarı saydam bir bulut perdesinin ardında kış güneşi, hüzünle izler herşeyi..

Uzaktır herşey, sevdiği kadın, istediği iş, amaçladığı hayat.. Hepsi, elinin uzandığı yerin biraz ötesinde, göz kırpar ona. Şehrin kalabalıkları bile yabancıdır, şehir bile uzak..

Böylesine güzel, böylesine şiir gibi bir film yaptığı için Nuri Bilge Ceylan'a çok teşekkürler..

Friday, March 7, 2008

Ünzile




Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın Ünzile..



Ah Ünzile, ah, her dinlediğimde bu şarkıyı, içim burkuluyor. Ah Ünzile, senin yaşamın benimkinden çok farklı. Gözlerindeki o keskin acıyı, ellerindeki çatlakları, sırtındaki kamburu, o kabullenmiş suskunluğunu giderebilir mi benim gözyaşlarım? Kim verebilir hesabını kayıp çocukluğunun, genç kızlığının, kadınlığının? Kim verebilir sana o berrak, umut dolu bakışlarını geri? Kaybolmuş bir çocukluğun, nedir bedeli?

Ah Ünzile, içim acıyor.

Ünzile, kızkardeşim, annem, kızım, ablam.. Neden gözlerimizdeki bu yaşlar? Neden bunca acı? Neden hepimizin dünyası, bitiyor bir yerde, sadece kadın olduğumuz için?

Ama çaremiz yok Ünzile, varolmalıyız. Varolmalı ve yaşamalıyız, herşeye inat. Karları delip güneşe kavuşan kardelenler gibi, ışığa dönük yüzümüz, başımız dik, büyümeliyiz. Acılarımızı katık edip ekmeğimize, yürümeliyiz. Çalışmalıyız ve başarmalıyız. Bir gün, belki yollarımız kesişir Ünzile. O gün birbirimizin gözlerinin içine bakıp farklı olan yaşamlarımıza rağmen gözyaşlarımızın da, acılarımızın da, sevinçlerimizin de ortak olduğunu göreceğiz hayretle. O gün birbirimizi kucaklayacağız, ve 'Herşey daha güzel olacak' diyeceğiz belki de, birlikte.




Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.





Böylesine inanılmaz şarkı sözleri yazabilen, cesur kadın, güzel insan Aysel Gürel: Huzur içinde yat...

Monday, March 3, 2008

Canım dedem

Biliyorum, burayı okumuyorsun, ama sadece şunu söylemek istedim: Canım dedeciğim, seni çok seviyorum. Beni kucaklayıp hafif tütün kokulu göğsüne bastırmanı, saçlarımı okşamanı, hatta yemeklerden sonra hemen tüttürdüğün sigaranın kokusunu bile özledim. Canım dedem, hepimizin birlikte salondaki masaya oturup yediğimiz yemekleri, yemekten sonra okuduğun gazetenin arkasından yaptığın yorumları, anneanneme şaka yollu yaptığın sataşmaları özledim. Masanın üzerinde sabah erkenden kahvaltı edip çıkmış olduğunu gösteren ekmek kırıntılarını, terzi dükkanına girdiğimizde tezgahın arkasından gözleri parlayarak bize doğru gelmeni, bizi gururla oradakilere göstermeni, 'işte bunlar benim torunlarım' demeni özledim.

Canım dedem, ben seni çok, ama çok özledim.



Sunday, March 2, 2008

Max Weber Beyefendiye

Sehr geehrte Herr Weber

The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism adındaki değerli kitabınızda aşağıdakine benzer paragraflardan oluşan bölümler yazmışsınız. Ben de bunları okuyup anlamak zorundayım. Biz aciz okuyucularınıza hiç acımadınız mı Herr Weber? 'Belki bir gün bu yazdıklarımı okuyup anlamaya çalışanlar çıkar' diye hiç geçmedi mi aklınızdan?

"Such an historical concept, however, since it refers in its content to a phenomenon significant for its unique individuality, cannot be defined according to the formula genus proximum, differentia specifica, but it must be gradually put together out of the individual parts which are taken from historical reality to make it up. Thus the final and definitive concept cannot stand at the beginning of the investigation, but must come at the end. We must, in other words, work out in the course discussion, as its most important result, the best conceptual formulation of what we here understand by the spirit of capitalism, that is the best from the point of view which interests us here. This point of view (the one of which we shall speak later) is, further, by no means the only possible one from which the historical phenomena we are investigating can be analyzed. Other standpoints would, for this as for every historical phenomenon, yield other characteristics as the essential ones."


Max Weber, The Protestant Ethic and the Rise of Capitalism, Sayfa 48



Thursday, February 28, 2008

Ne hediye alsam?


Doğumgünleri, yeni yıl, bayramlar, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, yeni evlilikler, yeni doğumlar, yeni bir iş.. Bir yıl içinde sevdiklerimize hediye almamızı gerektiren ne denli çok olay, özel gün ve durum var değil mi? Ama eminim ki siz de hak verirsiniz ki bu dünyada en zor olan şeylerden biri bir insana hediye almaktır. Hediye alırken aklımızdan o kadar çok soru geçer ki: Acaba bu hediyeyi beğenecek mi? Acaba harcadığım para yeterli mi? (Eğer giysi ya da ayakkabıysa) acaba üzerine olacak mı? Acaba bu hediye ona layık mı? Acaba başka bir şey mi alsaydım? ...vs.vs. Bu sorular bitmez. Bir de üstüne üstlük hediye aldığımız kişi bize ne kadar yakınsa, hediye almakta o denli zorlanırız. O 'mükemmel hediye'yi bulmak için bazen saatler, günler harcarız.

Bence hediye alma konusunda insanların kafasında olan çoğu önyargı yanlış. Mesela, bir hediye ne kadar pahalı olursa o kadar beğenilir yargısı kesinlikle yanlış. İnsanları mutlu etmek için çok büyük paralar harcamaya gerek yok. Çok içten ve ince düşünülmüş hediyelerle sevdiklerimizi mutlu edebiliriz. Ben de bugün blog'umda böyle hediyeler neler olabilir, bir kaç öneride bulunmak istedim. Bu hediye fikirlerinin oluşumunda en sevdiğim blog'lardan biri olan Zen Habits'ten ilham aldım.

Bence hediye almakta diğer bir püf noktası da insanların gerçekten kullanabilecekleri hediyeler alabilmek. Yani biblo, peluş hayvan, vazo.. vs gibi beylik ve pek de bir işe yaramayan hediyeler yerine işlevsel şeyler almak. İşte hem çok fazla para harcamanız gerekmeyen, hem de insanları gerçekten mutlu edebilecek bir kaç hediye fikri:


1- Güzel, ciltli bir defter ve yanında bir kaç tane değişik renklerde tükenmez kalem. O insana ilham vermiş ve belki de yazacağı ilk hikayeye ya da şiire zemin hazırlamış olursunuz!

2- Kendi yaptığınız bir kart, üzerine sevdiğiniz bir şiiri, ya da o insanla olan güzel bir anınızı yazabilir, yanına da birlikte çekilmiş bir fotoğrafınızı yapıştırabilirsiniz. İnanın ki çok para harcanarak alınan bütün hediyelerden daha makbule geçen, insanların yüreğini daha çok ısıtan bir hediye olur.

3- Bir paket gurme çikolata, yanında bir kavanoz kahve. Hiç kimse bu kombinasyona hayır diyemez! :-)

4- Güzel kokan, kocaman bir mum. Elektrik icat oldu ama hepimizin arada sırada mum ışığında oturup güzel bir şarkı dinlemeye ihtiyacımız var!

5- Eğer kitap okumayı çok seven biriyse en sevdiği yazarın son çıkan kitabı. Ama tabii bu hediyeyi alırken alacağınız insanın o kitabı zaten almamış olmasına dikkat etmek gerekiyor.

6- Bir buket taze çiçek. Yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun şimdiye kadar çiçek aldığında yüzünü buruşturan, ya da çiçekleri beğenmeyen hiç kimseye rastlamadım.

7- İyi bir markadan çay paketi ve yanında zarif bir çay fincanı. Çay içmeyen ya da sevmeyen insan da çok az bence, özellikle Türkiye'de.

8- Kış mevsimi için, eğer örgü örebiliyorsanız kendi ördüğünüz bir atkı-bere takımı. İnsanlara kendi ellerinizle yaptığınız bir hediye vermek kadar anlamlı ve ince düşünceli bir davranış yoktur herhalde.

9- Eğer resim yapabiliyorsanız kendi yaptığınız bir resim. Özgün sanat eserlerini herkes takdir eder. Ayrıca gerçekten emek vererek ortaya çıkardığınız bir hediye vermiş olursunuz, ki bunun da anlamı sevdikleriniz için çok büyüktür.

10- Hediyeyi aldığınız kişiyle çekilmiş en güzel fotoğrafınızı tab ettirin, bir çerçevenin içine koyun ve bu şekilde hediye edin. Sadece fotoğraf çerçevesi almaktan çok daha düşünceli bir davranış olacaktır.

11- Bir CDye en sevdiğiniz ya da size o insanı hatırlatan 9-10 şarkıyı koyup hediye edebilirsiniz. Müzik insanların yaşamını güzelleştirir, ruhunu besler.

12- Güzel bir akşam yemeği pişirip, doğumgünü olan arkadaşınızı yemeğe davet edebilirsiniz. Hem güzel yemekler yemiş, hem de başbaşa ve ev ortamında, sıcak bir akşam geçirmiş olursunuz.

13- Eğer yeni evli ya da evlilik yıldönümünü kutlayan bir çifte ne alacağınızı düşünüyorsanız, olayın kutlaması esnasında bir el kamerasıyla sevdiklerinin ve akrabalarının her birinin 20-30 saniye süren mutluluk dilekleri/tebriklerini kaydedebilirsiniz. Bütün bu dilekleri içeren bir video kasedi gerçekten eşsiz bir anı ve hediye olur. Yapması belki biraz zahmetli olabilir, ancak emin olabilirsiniz ki o çift size hep minnettar kalacaktır.

14- Eğer bir bebek için hediye alıyorsanız bence kesinlikle işlevsel hediyeler almaktan kaçınmayın. İki paket bebek bezi, bebek battaniyesi ya da emzik/biberon almak kulağa çok garip gibi gelse de emin olun bebeğin anne-babası için hiç kullanmayacakları bir ev eşyasından çok daha değerlidir.

15- Küçük çocuklar için bilgisayar oyunu ya da tabanca gibi şiddete ve pasifliğe yönelten hediyeler değil, yaratıcılıklarını geliştirecek bir kutu boya ve bir resim defteri, bir yap-boz seti ya da bir boyama kitabı hem pahalı olmayan, hem de çok daha uygun hediyelerdir.

16- Eğer bir aile büyüğüne/yaşlıya hediye alıyorsanız güzel bir yün şal, ya da yumuşak bir çift terlik anneanne ve dedeler için her zaman çok kullanışlıdır.

17- Bir başka güzel ve düşünceli hediye fikri de (eğer aynı evde yaşıyorsanız) anne, baba ya da kardeşinizin doğumgününde ya da anneler/babalar gününde onlardan önce uyanıp, bir tepside güzel bir kahvaltı hazırlamak ve yanlarına götürmek. Güne kızarmış ekmek ve kahve kokusuyla başlamayı kim istemez?

18- Evde bir tepsi çikolatalı kurabiye pişirip kurabiyeleri güzel, boş bir cam kavanoza doldurup kavanozun üzerine bir parça renkli kurdele bağlarsanız hem çok güzel görünen, hem de çok 'tatlı' bir hediye vermiş olursunuz!

19- Güzel kokulu bir kaç tane renkli sabun da bir kurdeleyle bağlanıp çok şık bir pakete dönüştürülebilir! Yine her zaman kullanılacağı garanti olan ve işlevsel bir hediye.

20- Sanırım bütün hediyeler arasında en kişisel ve kalıcı olanıysa o kişiye içten ve yürekten bir mektup yazıp postalamak. Kelimeler çoğu zaman bütün pahalı hediyelerden daha değerli oluyor.


Bunlar sadece şimdi aklıma gelen ve hiçbiri çok para harcamayı gerektirmeyen bir kaç hediye fikri. Eminim siz de biraz hayalgücü, biraz yaratıcılıkla çok güzel hediyeler bulabilir, sevdiklerinizi mutlu edebilirsiniz! Unutmayın ki önemli olan hatırlamak! :-)

Sabah

Uzun uzun esneyip gerindi. Perdeyi ardına dek açtı. Gün ışığı gözlerini yaktığından, sıkı sıkı yumdu gözlerini. İçeriye gitti, mutfakta el yordamıyla çaydanlığı bulup su kaynattı. Banyoya gidip lavaboda yüzüne soğuk su çarptı. Mutfağa döndü, bir fincan çıkarıp, sıcak suyla doldurdu. Toz kahveyi ve şekeri suyla karıştırdı. Tekrar pencereye dönüp bu kez camı da sonuna kadar açtı. Mutfaktan gelen mis gibi kahve kokusuyla kendine geldi. Kahvesini eline alıp tekrar pencereye gitti. Serin rüzgarda sallanan ağaçları izledi. Kahvesinden iki yudum aldı. Pencerenin kenarındaki koltuğa oturdu. Kahveyi yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Başını ellerinin arasına koydu. Derin nefesler aldı. Bir...İki...Üç...

Kalktı, hafifçe ürperdi, camı kapattı, ama pencereden bakmaya devam etti. Gözü daldı, bakışlarını bir kaç dakika boyunca dışarıda ağaç dalının üzerinde titreyen taze yeşil yapraklardan ayıramadı.

Sonra derin bir nefes daha aldı. Ve sağ eli, kırmızı telefonun ahizesine uzandı.

Tam o sırada telefon çalmaya başladı.

Monday, February 25, 2008

Bana bir hikaye anlat


Bana öyle bir hikaye anlat ki, kendi hikayemi unutayım..
Yüreğim, kendi hikayemle dolu.
Bize öyle bir hikaye anlat ki
Acılarımızı unutalım
Kendimizi unutalım
Ve uzak yerlere gidelim..



Cezayirli şarkıcı Souad Massi'nin kadife gibi sesinden, bir masal gibi güzel şarkı..

İyi haftalar..



Saturday, February 23, 2008

Eski fotoğraflara bakmak..




İnsanı geçmişiyle yüzleştiriyor eski fotoğraflara bakmak.. Biraz acı, biraz tatlı bir lezzet yerleşiyor dilimizin ucuna, yüreğimizin üstüne. Zamanın nasıl akıp geçtiği bir daha vuruluyor yüzümüze. Fotoğraflarda bize gülümseyen yüzler, acaba şimdi ne yapıyorlar? Hayatımızda bir zamanlar çok büyük önemi olan insanlar, belki de şimdi dünyanın öbür ucunda. Ya da bazıları belki yaşamıyor bile artık. Şu çeyrek asırlık ömrümde bile, benim bile içinde artık yaşamayan insanların yüzlerini taşıyan fotoğraflarım var artık albümlerimde. Çok acı gibi gelse de, insan bunun hayatın bir parçası olduğunu kabullenmek zorunda belki de bir yaştan sonra. Eskiden bize hiç dokunamayan acılar, ölümler, zorluklar, artık hayatımızın normal bir parçası haline geliyor. Çok uzun süre yadırgama lüksüne sahip olamıyoruz artık, hiç bir acıyı.. Büyümek, belki de bu demek. Acıları kabullenebilmek, onlarla birlikte yaşayabilmek. Ne kadar büyük bir acıyla karşılaşırsak karşılaşalım, nefes almayı sürdürmek, yaşamaya bir şekilde devam etmek.

Fotoğraf çekmeyi belki de bu yüzden bu kadar seviyorum. Dönüp de geriye baktığımda anıları fotoğraflar sayesinde en elle tutulur, en berrak şekilde tekrar yaşayabildiğim için. Sadece mutlulukları değil, acıları, hüzünleri, yalnızlıkları ve insana ait bütün duyguları fotoğraf karesinin içine yerleştirebildiğim için. Yaşamımdan bir anı zamanın sonsuzca akan ırmağından bir damla gibi ayırıp, koruyabildiğim, saklayabildiğim için.



Tuesday, February 19, 2008

Sağlıklı içecek önerileri


Her gün yediklerimize dikkat ediyoruz belki ama ya içtiklerimiz? Çoğu araştırmaya göre Amerika'da obezitenin baş sorumlularından biri, hatta belki de en önemli sorumlusu aşırı şeker yüklü gazlı içecekler ve meyve suları. Her gün garip gazlar, kimyasallar ve şeker dolu tonlarca sıvı tüketiliyor bu ülkede.

Küçüklüğümden beri, kendimi bildim bileli bizim eve misafirlerin geleceği zamanlar dışında kola ya da herhangi bir şekerli gazoz girmemiştir. Olur da misafir gelecek diye alınırsa, birazı açılır ve koca şişenin geri kalanı büyük bir olasılıkla 10 gün sonra lavabodan aşağı dökülür. Bu yüzden sağlıklı içecek alışkanlıklarını büyürken zaten kazanmışım, onu farkettim. Bence anne-babalar çocuklarının içtikleri konusunda çok dikkatli ve seçici davranmalı. Küçük yaşta bol şekerli içeceklere alışan çocuklar büyüdüklerinde bu alışkanlıktan vazgeçemiyor ve obeziteye doğru giden yola çoktan girmiş olabiliyorlar maalesef.

Kendi tecrübelerimden ve beslenme konusundaki araştırmalarımdan vardığım sonuç şu: Sağlıklı içecekler sıkıcı ya da tatsız olmak zorunda değil. Peki bizi bombardımana tutan içecek çeşitliliği karşısında biz ne yapabiliriz? Kendimize ve vücudumuza çok daha iyi bakabilmemiz için işte bir kaç sağlıklı içecek önerisi:

- Herşeyin başında tabii ki su geliyor. Buzlu ya da oda sıcaklığında, hatta sıcak su bile içilebilir, ancak günde en azından 5-6 bardak su içmek şart. (Gerisi çorba, meyve, sebze ve diğer yiyeceklerden alınabiliyor)

- Maden suyu / soda. Eğer sadece maden suyu size çok yavan geliyorsa içine bir dilim taze limon atın, çok daha güzel ve değişik bir tadı oluyor.

- Şekersiz siyah çay / yeşil çay. Eğer kafeinden vazgeçemiyorsanız kahve yerine bu seçeneklere yönelmenizi öneririm. Sıcak ya da buzlu olarak tüketebilirsiniz.

- Mutlaka meyve suyu içmek ya da meyve tadı almak istiyorsanız büyük bir bardağın beşte biri kadarına vişne suyu ya da herhangi bir meyve suyu koyup geri kalanını soda ile doldurun. Hem alacağınız kaloriler büyük ölçüde azalmış olacak, hem de kendinizi yine Fanta, meyve suyu ya da benzeri bir içecek içiyormuş gibi hissedeceksiniz.

- Ayran. Hem kalsiyum açısından zengin, hem de sindiriminize yararlı bu içecek aynı zamanda susuzluğu da çok başarılı bir şekilde kesiyor. Piyasada hazır satılanlar fazla tuzlu olduğundan, kendi yoğurdunuzla, evde yapmanızı öneririm.

- Süt. Yine kalsiyum açısından çok zengin olan bu içecek aynı zamanda protein de içeriyor ve doygunluk hissi sağlıyor. Yalnız en azından yarım yağlı olanlardan almanızı öneririm.

- Evde taze sıkılmış portakal suyu ve nar suyu karışımı. Meyveleri sıktıktan sonra en geç yarım saat içinde içerseniz hem vitamin ve antioksidanlardan en iyi şekilde faydalanmış, hem de bu mucizevi karışımı en lezzetli halindeyken tüketmiş olursunuz.

- Her çeşit bitki çayı. Şeker katmadığınızda kalorisi sıfır olduğu gibi, hem günlük sıvı alımınıza katkıda bulunmuş, hem de bu bitkilerin iyileştirici özelliklerinden faydalanmış olursunuz. Benim en sevdiğim ve en yararlı olduğunu düşündüğüm bitki ve meyve çayları: Nane, kekik, papatya, ıhlamur, kuşburnu, elma (tarçınlı).


Unutmayalım ki vücudumuzun yüzde 60'ı sudan oluşuyor. Susuzluğa çözüm buz gibi bir bardak kola, enerji verdiği iddia edilen garip kafeinli içecekler, ya da şeker yüklü meyve suları değildir. Susuzluğa en iyi çözüm sudur.

Kendinize iyi bakın, sağlıkla kalın! :-)

Thursday, February 14, 2008

Şubat 14


Aşkın diğer yüzü'nü ne güzel anlatmış yine o. Sevgi hep var olsa da, can, canan'a kavuşamaz her zaman. Sevgili olsa da olmasa da, sevgi içinizde baki kalsın. 'Sevgi günü'nüz kutlu olsun.



'Akıl, aşk ve can!
Bu üçü üçgendir.
Her derde çare,
Her yaraya merhemdir.'

Mevlana Celaleddin-i Rumi

Wednesday, February 13, 2008

Arada sırada



Bir mum yakıyorum masamın üzerinde, güzel kokular saçan. Mumun ışığı titriyor nereden geldiği belli olmayan bir meltemle.
Penceremden dışarıya, yağan karlara, dünyaya bakıyorum.
Güzel bir müzik açıyor, ruhumu dinlendiriyorum.
Kasede mercimek çorbası ısıtıp içine ekmek parçaları atıyor, yiyorum.
Sessizliği dinliyorum.
Dışarıda yanıp sönen ışıklara bakıyorum.
Akşam çöktüğünde, dışarıdaki karanlık evin içine sızarken sobayı yakıyorum, sıcak turuncu ışığına dalıyor gözlerim.
Uzaktan bir tren sesi işitiliyor.
Kış mevsiminin kucağında, pencerenin dışındaki rüzgarın uğultusu ürpertiyor içimi.
Tekrar camdan dışarı bakıyorum. Uyuyan dünyayı izliyorum.
Saat geceyarısını geçiyor.
Çayımdan bir yudum daha alıyorum.
Yazıyorum.

Wednesday, February 6, 2008

Doğuyu ve Batıyı resimlemek


Geçtiğimiz hafta üniversitemin kampüsündeki Oriental Institute'ta Mart'ın 16sına kadar açık kalacak olan bir sergiyi gezdik. Serginin ismi 'Avrupalı haritacılar ve Osmanlı Dünyası: 1500-1750'. Bu yıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul'un Avrupalılar tarafından çizilmiş haritaları ve resimlerini inceledik. Haritalar o kadar güzel, detaylı ve ince işlenmişti ki hayran kaldık.

Daha o zamandan insanların bu denli başarılı, bu denli gerçekçi haritalar çizebilmiş olması inanılmaz. Henüz dünyayı yukarıdan görme ya da uydu görüntüleri alma fırsatı yokken, bu haritacılar kendi dünyalarını tamamen tahmin ve gözleme dayanarak gerçeğe en yakın haliyle çizmişler. Bizim için şu anda çok doğal olan ve bize çok normal gelen bu haritaların her biri, o zaman için birer devrim niteliğindeymiş. Düşünsenize, insanlar o ana kadar sadece ismini duydukları bir çok yeri, yanyana ilk defa harita üzerinde görme fırsatı bulmuşlar. Yerlerin birbirlerine olan uzaklıkları, konumları ilk defa görselleştirilmiş. Doğu ve Batı'nin birbirlerine olan yakınlıkları da ilk defa gözler önüne serilmiş.

Her biri birer sanat eseri güzelliğindeki haritaları incelerken çok büyük keyif aldık. Gerçekten nefes kesici bir sergiydi. İnsanın İstanbul'da yıllarca oturmuş olduğu semtin ismini bundan 300-400 yıl önce çizilmiş bir haritada da görmesi kadar şaşırtıcı ve heyecan verici bir şey olamaz!

Oriental Institute'a ulaşım kolay ve giriş bedava.
Chicago civarındaysanız bu sergi kapanmadan mutlaka gezin derim.



Sunday, February 3, 2008

Yazıyorum, öyleyse varım



Hayatta beni en çok mutlu eden ve heyecanlandıran durumlardan birini özetliyor bu resim. Güzel, boş bir defter, güzel bir kalem, aydınlık bir masa ve kafamda bir dolu düşünce..

Bazen, oturup yazasım yokken bile kendimi zorlayıp bir şeyler yazarım. Sadece beynimdeki karmakarışık düşünceleri bir düzene sokabilmek için, sesli düşünebilmek, kendimi rahatlatabilmek için. Arada duraklar, suyumdan bir yudum daha alır, yavaş ve rahat bir tempoda, sanki örgü örermiş gibi yavaş yavaş yazarım. Kontrol bendedir ve kendime güvenerek yazarım.

Bazense, öylesine otururken gelir, yazı bulur beni. Bir anda çarpar bana, allak bullak olurum. Ellerim klavyeye yaklaşır ve aceleci, telaşlı hareketlerle yazmaya başlarım. Bana vuran yazı öylesine büyük bir hızla dökülür ki parmaklarımdan, yazma hızıma kendim de şaşarım. Hiç bir düzeltme yapmadan, geriye dönüp yazdıklarımı okumadan, adeta kusar gibi yazarım. Böyle zamanlarda ben yazıyı yazıyormuşum gibi değil de, sanki yazı kendini yazdırmak için beni kendine aracı seçmiş gibi gelir.

Genelde, ikinci türden olan yazılarım çok daha vurucu, çok daha derin, ve insan ruhuna çok daha yakından bakabilen yazılar olurlar. Daha rahat bir şekilde yazdıklarım ise günlük hayata dair sıradan gözlemler, açıklamalar, başkalarına yardımcı olabilecek tavsiyeler şeklinde ortaya çıkar.

Ne yazarsam yazayım, yazmanın kendisi beni çok mutlu ediyor. Günlük hayatta bir şeyi yaşarken, birisiyle konuşurken aklımda birden yeni bir yazıya dair fikirlerin oluşmasını, o yazıyı nasıl yazacağımı hayal etmeyi çok seviyorum. Yazı yazmadığım bir hayat düşünemiyorum.


Friday, February 1, 2008

Balkanlar ve Doğu Avrupa

Geçen dönem '20. yüzyılda Balkanlar ve Doğu Avrupa' adında çok öğretici bir ders aldım. Bu dersi aldıktan sonra Balkanlar ve Doğu Avrupa'nın bize ne kadar yakın, ama aslında bizim ne kadar az bildiğimiz bir coğrafya olduğunu farkettim. Osmanlı'nın ise anayurdu, en güçlü olduğu yer, ve kalbiydi Balkanlar. Tarihin her döneminde acılara, savaşlara, soykırımlara, vahşete sahne olsa da çok ilgi çekici, değişik bir bölge. Kendine özgü bir karakteri olan, insanları ve kültürleri farklı farklı, bize çok yakın ama aynı zamanda da çok uzakmış gibi gelen bir bölge.

Balkanların kültürünü, tarihini, insanını anlamak için bence en iyi yol, oranın yazarları tarafından yazılmış, onları anlatan romanlar okumak. Biz de bu derste her hafta bir roman okuduk. Okuduğumuz romanlar bence Balkanlar'ın tarih ve edebiyatını merak edenlere çok güzel bir rehber oluşturabilir. O yüzden burada da paylaşayım dedim.

Balkanlar/Doğu Avrupa okuma listesi:


1- Drina Köprüsü / İvo Andriç


2- Derviş ve Ölüm / Mesa Selimovic


3- Boris Davidovich'e bir mezar / Danilo Kis


4- Kırılmış Nisan - İsmail Kadare


5- Üçüncü evlilik / Kostas Taktsis


6- Zorunlu mutluluk / Norman Manea

Thursday, January 24, 2008

2000li yıllarda 'Gençliğe Hitabe'



'Keşke aramıza tekrar dönse', 'O'nu çok özlüyoruz!' diye her gün ismi anılan, her zor günümüzde hatırasına başvurduğumuz, mezarında bir türlü rahat bırakamadığımız liderimiz Mustafa Kemal Atatürk, bugün gerçekten tekrar yaşama geri dönse ve şimdiki durumumuzu görse bence şöyle düşünür ve konuşurdu:


Ey Türk Gençliği, bunca uzun yıldan sonra sana şöyle bir baktığımda durumunu pek iyi görmüyorum.

Çalışmaktan ve çabalamaktan mümkün olduğunca kaçınır olmuşsun. En kolay yoldan 'köşeyi dönmek' hayatının tek amacı haline gelmiş.

Okumayı, düşünmeyi, tartışmayı unutmuşsun. Değil kitap, gazete bile okumaz olmuşsun.

Sanata, sanatçıya, yazara, düşünüre, hakettiği değeri veremez olmuşsun. Mankenlerin, futbolcuların, mankenden bozma şarkıcıların hayatlarını ve paparazzi programlarını yakından takip eder olduğun halde üç tane Türk yazarının ismini sayamaz olmuşsun.

Düşünmeden, soru sormadan, körü körüne inanmaya razı olmuşsun.

İnandığın hangi ideolojiyse, onun karşısında olan herkesi yargısız infaz etmeye hazır duruma gelmişsin.

Aşırı milliyetçi olup kafatasçı, aşırı dinci olup yobaz ve şeriatçı, aşırı solcu olup 'türkü bar devrimcisi' olmuşsun.

İnandığın ideolojilerin hiçbirinde sembollerden ya da dış görünüşten öteye gidememişsin.

Marka giyinmek, gösteriş yapmak uğruna koyun sürüsünün bir parçası olmuşsun.

En büyük 'hobi'n, elinde hiç vazgeçmediğin sigaran, kafelerde, barlarda zaman öldürmek, 'tabure üstünde memleket kurtarmak' olmuş. 'Söz'den 'eylem'e hiç bir zaman geçemez olmuşsun.

Hayatın, 'özentilik' ve dış görünüşünün önemi üzerine kurulmuş. Olmadığın biri gibi olmaya çalışmak, kendini başka biri gibi göstermeye çabalamak için yırtınır olmuşsun.

Kendi tarihinden, kendi kültüründen, kendi edebiyatından utanır olmuşsun. Bunları aşağılamayı, küçümsemeyi bir üstünlük belirtisi sayıyorsun.

Türkçe'ni unutmuş ve başka dillerin istilası altında ezilmiş, bozulmuş garip bir 'Türkilizce' konuşur olmuşsun.

'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' sözü hayatının düsturu olmuş. İnandığın bir şey uğruna savaşmaktan, çabalamaktan, zorluklara göğüs germekten, haksızlıklara karşı durmaktan korkar olmuşsun.

Hepsinden kötüsü, 'Atatürkçülük'ten anladığın tek şey, benim fotoğraflarım ve sözlerimi ezberleyip çoğaltmak olmuş. Senin laikliğin, 'Facebook'ta içinde Atatürk geçen bütün gruplara katılıp insanlara ne kadar 'Atatürkçü' ve 'laik' olduğunu göstermeye çalışmaktan ibaret olmuş.

Ey Türk Gençliği, maalesef damarlarındaki 'asil kan'ın sen hiç farkına varamamışsın!

Sana yazık olmuş.

Monday, January 21, 2008

Bir hayat felsefesi olarak minimalizm


Minimalizm, 'azla yetinmek' ya da 'mümkün olan en az sayıda eşyayı kullanarak yaşamak' olarak nitelenebilir. Kısacası hayatınızda sizi yoran ve gereksizce yer kaplayan her şeyden kurtulmak. Hem çok özgürleştirici, hem de çok huzur verici bir yaşam tarzı bana göre. Evimin ya da odamın içinde mümkün olan en sade şekilde yaşamak çok güzel. Evin içinde 'ıvır-zıvır' diye tabir edilen o gereksiz eşya yığını arttıkça paniğe kapılıyor ve hemen 'çöpe atma seansları' yapıyor, gereksiz gördüğüm her şeyden kurtuluyorum. Bu seanslar iki haftada bir kesinlikle yapılıyor mesela. Anladım ki eğer bunu yapmazsam biriken herşey iyice zıvanadan çıkıyor. Entropi kurallarına uygun olarak gitgide artan bir hızla kaotik bir dağınıklık oluşup evin her tarafını kaplıyor!

Günlük hayatta evimize getirdiğimiz ve dikkat etmezsek birikebilecek o kadar çok şey var ki: Eski fişler, dergiler, gazeteler, torba ve poşetler, promosyonla verilen kalem, kağıt..vs ıvır-zıvır, eski takvimler, bozuk paralar, makyaj malzemeleri, anahtarlıklar, teksir kağıtları, eski CDler, kullanılmayan kablolar, kullanılmayan şarj aletleri, kullanılmış zarflar, kartvizitler, ambalaj kağıtları, kağıt ağırlıkları, ilaç kutuları, plastik çatal-bıçaklar, broşürler, kullanma kılavuzları, kırtasiye malzemeleri, not kağıtları, hatta kullanılmayan uzaktan kumandalar, piller, fotoğraf negatifleri, kartpostallar, kitap ayraçları, CD kutuları...vesaire, vesaire. Bu liste daha çok uzatılabilir. Eminim sizin de evinizde ortalıkta dolanan bu ve bunun gibi eşyalardan oluşan bir ıvır-zıvır yığını vardır.

Tavsiyem, iki haftada ya da ayda bir evinizdeki herşeyi bir elden geçirmek. Çok da vaktinizi almayacak bu işlem sayesinde evinizde aslında göründüğünden ne kadar daha çok boş yer olabildiğine siz de şaşıracaksınız! Gerçekten insanı inanılmaz ölçüde rahatlatan bir şey, gereksiz olan herşeyden kurtulmak. Şahsen ben çöpe atmaya başladığımda resmen rahatladığımı ve hafiflediğimi hissediyorum:-) Bu işlemi yapmak için gereken tek şey, tüketim toplumunun üzerinize empoze ettiği 'satın al, daha çok satın al ve daha çok şeye sahip ol' dürtüsünden kurtulmak. Ne kadar çok eşyaya sahip olursanız, özgürlüğünüz o kadar kısıtlanıyor. Ünlü 'Fight Club' filminde de söylendiği üzere, bir süreden sonra sahip olduğunuz şeyler, size sahip olmaya başlıyor.

Fazlalıklardan kurtulma işlemi esnasında yardımcı olabileceğini düşündüğüm bir kaç husus var. Mesela ben bir şeyi atmak ya da saklamak arasında karar vermeye çalışırken (giysi ve ayakkabılar da buna dahil) kendime şu soruları soruyorum:

1- Bunu geçtiğimiz 1 sene içinde hiç kullandım mı? (Cevap evetse sakla, hayırsa, ikinci soruya geç)

2- Bu eşyanın benim için çok özel bir anısı var mı? Bana hediye edilmiş bir şey mi? (Cevap evetse sakla, hayırsa üçüncü soruya geç)

3- Bu eşya ileride bana lazım olur mu? (Burada gerçekçi düşünüp gerçekten lazım olabilecek şeyleri seçebilmek sizin sağduyunuza kalmış) (Cevap evetse sakla, hayırsa dördüncü soruya geç)

3- Bu eşyayı satabilir ya da bağışlayabilir miyim? Herhangi bir maddi değeri var mı? (Cevap evetse 'satılacaklar' ya da 'bağışlanacaklar' kutusuna koy, hayırsa çöpe at)

İşte bu dört basit soruyla bile evinizdeki ıvır-zıvır yığının boyutunu en azından dörtte birine indirebileceğinize eminim. Temiz ve sade bir odanın güzelliği karşısında yaptığınız işten gurur duyacaksınız!

Hayatınızı sadeleştirmeyle ve gereksiz her şeyden kurtulmayla ilgili rehber niteliğinde bir kaç güzel yazı:

How to declutter - Zen Habits
Declutter, declutter, declutter! - Positivity Blog
Simplify your life - Zen Habits
A manifesto on simple living - Unclutterer.com

Unutmadan, şunu da itiraf edeyim: Benim gibi bir minimalistin bile bu kuralların tamamen dışında tuttuğu bir kategori var: Kitaplar. Kitaplarımdan hiçbirini atmaya, satmaya ve hatta bağışlamaya bile kıyamıyorum. Ama herkesin zayıf bir noktası vardır zaten, değil mi? ;-)


Monday, January 14, 2008

Commodore 64ten günümüze!


Şu teknolojinin gelişme ve ilerleme hızına şaşırmamak elde değil.. Sadece 20 yıl gibi kısa bir sürede, teknoloji büyük bir sıçrama yaptı. Ondan önceki yüzyıllara ve bin yıllara bakılacak olursa, çok kısa sürede korkunç bir ivmelenme bu..

Sadece bir fikir vermesi açısından sormak istedim: Commodore 64ü hatırlayanınız var mı? Ah oyunların bir kasetten yüklenmesi için uzun uzun beklediğimiz o günler!
Okulda hiç BASIC bilgisayar dilini öğrenmiş miydiniz? 10 GOTO 20 yazıp enter'a basıp RUN yaptınız mı hiç? Peki 80 ve 90lar arası çok ünlü olan ve çocuklu her eve giren Game Watch'lardan edinmiş miydiniz siz de? Çok iyi hatırlıyorum bizde futbol oyunu oynanan yeşil bir versiyonu vardı. Oyuncunun gideceği yerler ve pozisyonları zaten 3-4 taneydi ve önceden belirlenmişti. Ekranda görünüyordu. Ama çok basit bir oyun olmasına rağmen inanılmaz zevkliydi oynaması. Acaba oyunlar ve elektronik oyuncaklar çoğaldıkça, karmaşıklaştıkça ve geliştikçe çocuklar hayalgüçlerini mi yitiriyor? O basit oyunlar bizi şimdiki karmaşık ve gerçekçi oyunlardan çok daha mutlu ederdi.

Peki en son ne zaman floppy disk kullandığınızı hatırlıyor musunuz? Ben şahsen hatırlayamıyorum. Okul ödevlerimizi yazıp içine kaydetmek için koyduğumuzda gelen 'tıkır tıkır' sesini en son ne zaman duydum acaba? Floppy de teknolojinin hızına yetişemeyerek yokolup gitti.

İnternete bağlanırken modem'in çıkardığı o cızırtılı sesleri bile unuttuk uzun zamandır.. Artık herkesin DSL kablosu ya da kablosuz interneti var. Bu sesi duymak beni çok gerilere, 98-99 yıllarına götürüyor.. Nasıl da heyecanla beklerdik modem bir an önce bağlansın da ICQda online olalım diye..Sahi ICQ kullanan kaldı mı peki acaba? Hala yüksek bir vapur düdüğü duyduğumda aklıma yeşil yapraklı, dönen o çiçek gelir, açılış ekranındaki :) Mesaj geldiğinde gelen 'uh-oh!' sesi, birisi internete girdiğinde gelen kapıya tıklama sesi.. Nostalji oldum. Zaman gerçekten ne kadar çabuk geçiyor.

Kimbilir bundan 15 yıl sonra çocuklarımız şimdi kullandığımız teknolojilere bakıp ilkelliklerine nasıl da gülecekler.. Bizim şimdi 20 yıl öncesine dönüp yaptığımız gibi. Dünya korkutucu bir hızla gelişiyor ve değişiyor.. Umarım bu değişme insanlığın iyiliği için olur hep.

Blog'umun görünümü değişti!!


Yeni bir yıl, yenilikler ve güzellikler derken içimden 3 yıldır aynı kalan blog'umun genel görüntüsünü değiştirmek geldi. Çok mutluyum, sanki yeni bir eve taşınmış gibi!

Artık rengarenk de yazabiliyorum :)

Friday, January 11, 2008

Hareket, daha çok hareket!!!



Kaç zamandır kendime verdiğim bir sözü tutmaya başlıyorum. Yarından tezi yok, haftaiçi en az 3 gün burada olmaya and içtim. Zaten kış mevsimi sebebiyle kısacık günler, güneş ışığı azlığı ve derslerin yoğunluğundan dolayı içim daralmaya başlamıştı. Zamanımın çoğunu ya kütüphanede oturarak okuma yapmayla ya da evde oturarak okuma yapmayla geçirdiğimden dolayıdır ki vücudum resmen 'hareket, daha çok hareket! diye yalvarmaya başladı. Resmen spor yapma ihtiyacı hissediyorum. Eğer hareket etmezsem ve böyle oturarak kışı geçirirsem afakanlar basacağı ve tam bir lapacı olacağım gibi bir his var içimde. Dışarıda yürümeyi tercih ederdim aslında ve spor salonlarındaki makineleri de hiç sevmiyorum. Ama bu dondurucu soğuklarda ve Hyde Park gibi tekinsiz bir yerde sokakta spor yapamayacağım için şu anda en iyi alternatif orası.

Ratner'da rutinim her zamanki gibi şöyle:

20 dakika ısınmak için tempolu yürüyüş
30 dakika ellyptical (eliptik makine)de kardiyo egzersizi. (Egzersizin hız ve yoğunluğu 10 dakikalık aralıklarla yoğun-az yoğun olmak üzere değiştirilecek)
5 dakika cool-down (vücudun soğuması/kalp atış hızının normale geri dönmesi)

Haftada en az 3 defaya oturtabilirsem bu programı, kendimi gerçekten çok mutlu ve sağlıklı hissedeceğimden şüphem yok. Motive olmak için programın nasıl gittiğini arada blog'uma da yazayım, bakalım nasıl olacak!

Çok heyecanlıyım, bir an önce yarın gelsin ve başlayayım istiyorum :-)




Monday, January 7, 2008

All About Eve / Eve hakkında herşey (1950)


Tam tahmin ettiğim gibi bir 'kadın filmi'ydi. Tam tahmin ettiğim gibi, çok güzeldi. Resmen tadı damağımda kaldı. Hem Almodovar'ın çok çok sevdiğim 'Todo sobre mi madre' (Annem hakkında herşey) filmini çok daha iyi anladım, hem de izlemek istedim onu da bir daha.

Kadınlar arası o ezeli ve ebedi rekabet, bu kadar güzel anlatılabilirdi. Şov dünyasının parlak yıldızlarının yaşamlarının arkasında ne entrikalar döndüğü, herkesin birbirinin kuyusunu kazmak için elinden geleni yaptığı.. Film yıldızlarının ödül törenlerinde 'teşekkür ettiği' insanları aslında oraya gelmek için sırtından kaç kez bıçaklamış olduğu.. İnanılmaz eğlenceli ve zekice yazılmış diyaloglar, sivri bir mizah anlayışı ve Bette Davis'in tek kelimeyle mükemmel oyunculuğu.. 2 saati geçmesine rağmen hiç sıkmayan, tam tersi nefesimi tutarak izlediğim çok güzel bir film.

Bette Davis'in kadın olmaya, kadın olmanın ne kadar zor olduğuna dair bu unutulmaz sözlerine ve eleştirisine hak vermemek mümkün mü?

'Çok ilginç bir şeydir, bir kadının kariyeri, merdivende daha hızlı yukarıya çıkabilmek için üzerinden aşağıya attığı şeyler. Tekrar bir kadın olmaya geri döndüğünüzde onlara tekrar ihtiyacınız olacağınızı unutursunuz. Bütün kadınların ortak noktası olan tek kariyer budur: Kadın olmak. Başka kaç tane kariyer elde etmiş olsak ya da istesek bile, eninde sonunda bunun için uğraşmak zorunda kalırız. Ve herşeyin sonunda, yemekten önce gözlerinizi kaldırıp baktığınızda ya da yatakta sağ tarafınıza döndüğünüzde yanınızda kocanız yoksa eğer, diğer herşeyin hiç bir önemi yoktur. O olmadan siz bir kadın olamazsınız. Belki bir Fransız taşra ofisine ya da gazete kesikleriyle dolu bir deftere sahip birisi olursunuz, ama bir kadın değil. Perde yavaş yavaş kapanır, son.'



Sunday, January 6, 2008

Siyah-beyaz


'Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca...'



Behçet Necatigil


(Hindistanda sabahın erken saatinde gül satan bu fakir genci çeken ve bu inanılmaz güzellikteki fotoğrafını blog'umda kullanmama izin veren arkadaşım Nate'e çok teşekkürler..)


Wednesday, January 2, 2008

Ararım, ararım seni her yerde..


Şimdi bu yazıya başlarken mutlaka itiraf etmem gereken bir şey var: Hiç bir zaman gelinliğinin nasıl olacağını hayal eden, küçüklükten beri bunun planını yapan, kendi kendine kreasyonlar yaratan kızlardan olmadım, olamadım. Kendini gelinlik içinde hayal ederken gözleri parlayan, hülyalı hayallere dalan kızlardan da olamadım hiç. Modayla alakam pantolon üzerine kazak ya da tişörtten öteye gitmediği için bir gün gelinlik giysem nasıl olur acaba diye de hiç düşünmemiştim açıkçası. Hatta ve hatta, evlenmek üzere olan arkadaşlarımın ya da akrabalarımın uzun uzun gelinlik sohbetlerine girmeleriyle, onlarca dergi alıp karıştırmalarıyla, gelinlikten başka bir şey konuşamaz olmalarıyla da inceden inceye hep alay ettim! 'Başka konuşacak konu mu yok yahu?' diye düşünüp gözlerimi devirdim, ortamdan mümkün olduğunca çabuk uzaklaştım :)

Ama neymiş, insanın başına gelince başka oluyormuş ve insan işte o zaman nasıl zor bi seçimle karşı karşıya kaldığını anlıyormuş. İnsan konu kendi gelinliği olunca kılı kırk yarabiliyor, bir türlü seçim yapamaz ve bir şeyi beğenemez hale gelebiliyormuş. Her genç kız aslında hayatı boyunca giyeceği en şık elbisenin mükemmel olmasını istermiş. Bu konuda kılı kırk yarar, dergilerden internete, arkadaşlardan anneye, akrabalara kadar herkese danışma gereği duyabilirmiş.

Öyle bir gelinlik olsun ki giyince 'Tamam, işte bu' diyebileyim. Hem içinde kendimi rahat hissedeyim, hem de kişiliğimi yansıtsın, bana uygun olsun. Kabarık pasta katmanları ya da salon perdeleri gibi abartılı bir eteği olmasın. Ama beni sıkıp üzerime de yapışmasın. Hem sade, hem zarif olsun, ama çok fazla sade olup alelade bir elbiseye de benzemesin, gelinlik olduğu belli olsun. İşlemeleri zevkli olsun, abartı olmasın. Yürürken üzerimdeki ağırlığı 30 kilo olmasın, kuyruğu bir koridor boyunca uzanmasın. Artık straples gelinlik görmekten bayılmak üzereyim, mümkünse straples olmasın. Değişik olsun ama değişik olmak adına saçmasapan bir tasarımı olmasın.

Bu kadar zor mu bulmak istediğimi?
Umarım şehrin bir yerinde bir yerde, bir dükkanda, bir askıda beni bekliyordur 'o'. Arıyorum onu her yerde.. :)

Tuesday, January 1, 2008

2008'in ilk günü


Chicago'da 2008 karlı ve bembeyaz bir gün ile karşıladı bizi.. Zaten Aralık ayının başından beri bu sene kar yağışı bol bir kış geçiriyoruz. Ağaç dallarında pırıltılı karlar, sokaklarda üzerinde yürüdükçe 'kırç kırç' diye ses çıkaran yeni yağmış toz gibi kar tabakası, havada küçük beyaz melekler gibi uçuşan kar taneleri.. Hepsine bakarken yüzümde kocaman bir gülümseme. Evet ben bir kış çocuğuyum ve kar yağışını çok seviyorum!

Umarım yeni yılın ilk sabahında bizi karşılayan bu kar, kendisi gibi bembeyaz, temiz, pak, mutlu ve huzur dolu bir yıl geçeceğinin habercisidir. İnsanların daha da iyi şeyler yapabileceğine, dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceklerine olan inancım sonsuz.

2008 hepimize işlerimizde kolaylık, hayatımıza mutluluk ve sağlık, soframıza bereket, yüzlerimize gülümsemeler getirir inşallah.

Sevgiyle kalın.


Saturday, December 29, 2007

Amerikaya neden geldim?


Bana en çok sorulan sorulardan biri bu. 'Amerikaya neden gittin/geldin?' Tek bir cevabı yok aslında. Buraya ilk kez gelişim üzerinden 4 buçuk sene geçti, ve zaman gerçekten çok çabuk geçti. Ancak çok şükür ki hiç bir zaman verdiğim hiç bir karardan pişman olmadım ve şimdiye kadar 'keşke öyle değil de böyle yapsaymışım' demedim. Allah pişman etmesin hiçbirimizi.

21 yaşında bir Türk kızı tek başına, tanıdığı ya da akrabası olan hiç kimsenin olmadığı bir ülkeye, üstelik de dünyanın öbür tarafında olan bir ülkeye, iki tane bavulla ve kafasında bir dolu düş, umut ve heyecanla, nasıl kalkıp gider? Neden gider? Bunu açıklamaya çalışacağım bu yazımda.

Amerika'ya, buranın bir rüyalar ülkesi olduğunu düşünerek gelmedim. A.B.D'nin fırsatların gökten yağmur gibi aktığı, 'taşı toprağı altın' bir yer olduğunu hiç bir zaman düşünmedim. Buraya gelmeden de, geldikten sonra da beklentilerimi hiç bir zaman gerçeküstü boyutlara taşımadım. Bu yüzden çok şükür, hiç hayalkırıklığına da uğramadım. Burada da her ülkede olduğu gibi eşitsizlik, fakirlik, cehalet, önyargı ve hoşgörüsüzlük olduğunu, Amerika'nın pembe bir gül bahçesi olmadığını biliyordum. Özellikle 2003 Mart'ında Irak savaşı başladıktan sonra A.B.D'nin dünya çapındaki ününün hiç de iyi olmadığını da.. Benim buraya geldiğim zamansa (Eylül 2003) herhalde A.B.D karşıtlığının en hızlı tırmanmaya başladığı zamanlardan biriydi. Amerikalıların da başka ülkelerin vatandaşlarına, özellikle Ortadoğululara bakışının çok sıcak olmadığını da biliyordum.

Bütün bunlara rağmen 12 Eylül 2003 günü canım aileme, arkadaşlarıma, evime, sokağıma, güzel İstanbul şehrine 'Allahaısmarladık!' deyip Lufthansa'nın uçağına bindim. Beni yepyeni bir ülkeye götüren şey neydi? Bu denli alıştığım her şeyden beni koparabilecek kadar güçlü olan şey neydi?

Her şeyin başında içimdeki öğrenme isteği geliyordu. Dünyanın benim ülkemin sınırları dışında olan bir yerini de iyice öğrenmek ve orada yaşamak, farklı kültürlerden insanlar tanımak, hayata bakış açımı genişletmek istiyordum. Yeni diller öğrenmek, yeni dersler almak, yeni öğretmenlerle tanışmak, yeni mutfaklar tatmak, yeni yerler görmek istiyordum. Biliyordum ki A.B.D.'de öğrenim göreceğim üniversite dünyanın en iyi eğitim kurumlarından biriydi, ve orada kendi ülkeme ve kendi tarihime bir kez de dışarıdan bakma şansını elde edebilecektim. Hatta ülkemin A.B.D gibi dünya politikasında egemen bir role sahip bir ülkede kendi ülkemin imajını değiştirme ve iyileştirme hakkına bile sahiptim. Önümde kendimi geliştirmek ve ülkeme faydalı olmak için çok büyük bir potansiyel vardı. Bunu en iyi şekilde kullanmalıydım.

Tabii bunda aslında biraz da 20li yaşların başında içimizde olan o heyecan ve cesaret duygularının, dünyayı keşfetme arzusunun katkısı vardı.. Bir insan bence eğer 20li yaşların ortasına dek o büyük adımı atmazsa, o körü körüne olan cesaret kayboluyor ve o adım maalesef bir daha hiç atılamıyor. Bu büyük adım başka bir ülkeye gitmek demek değil tabii ki. Herkesin gelişimi farklı oluyor.

Bu adımı atarken önümde kolay bir yol olmadığını biliyordum, çok zor bir uyum sürecinden geçeceğimi, yeni ortamıma ve tanıştığım insanlara alışmak için çaba sarfetmem gerektiğini, 'büyürken' ve kendi ayaklarımın üzerinde ilk defa dururken hiç bir şeyin bana altın bir tepsi içinde sunulmayacağını.. Ama kendime, ailemin yetiştirdiği bu Türk kızına inancım tamdı. Ayaklarımı yere sağlam basıyordum. Sanki attığım her adımda sağ omzumun arkasında annem, sol omzumun arkasında babam vardı ve beni destekliyorlardı. Düşecek gibi olursam beni tutacaklarına olan güvenim tamdı. Bu destek olmadan bu cesareti bulmam imkansız olurdu. Onlara gerçekten çok şey borçluyum.

Ve şimdi, 4 buçuk sene sonra, şu anda hala A.B.D'deyim. Eğitimimi bitirmek için bu ülkede şu anda bulunmam gerekiyor, geleceğin ne getireceği bilinmez. Şurası kesin ki nereye gidersem gideyim, aldığım eğitimin insanlığa ve özellikle de ülkeme bir yarar getirmesi için çalışacağım.

Buraya geldiğimden beri çok şey öğrendim, hayata bakış açım inanılmaz ölçüde değişti ve gelişti, kendimi geliştirdim ve mükemmel insanlarla tanıştım. Zorluklarla tabii ki karşılaştım, ama her olaydan yeni bir şey öğrenmeye ve bir ders çıkarmaya çalıştım. Bu sayede hayatı çok daha iyi tanıdım. Bazen, kendimizi tanımamız için harekete geçmek, alışkanlıklarımızdan biraz olsun uzaklaşmak, kendimize bir de dışarıdan bakmak gerekir. Ben sanırım, çok şükür, burada bunu başardım.

Thursday, December 27, 2007

Yeni yıl dilekleri


Yeni bir yılın geliyor olduğu düşüncesi neden bu kadar heyecanlandırıyor insanları? Belki de yeni başlangıçlara olan özlemimizden.. Ya da bir şeylerin değişmesini çok istediğimizden.. Yazdığımız tarihin bir rakamının değişecek olması, bizi sanki yaşamımızda ve dünyada çok şey değişecek gibi bir yanılgıya düşürebiliyor. Halbuki biliyoruz ki 2007 ve ondan önceki bütün yıllarda olan her şey 2008de de olacak: İnsana dair bütün mutluluklar, sevinçler, hüzünler, acılar yaşanacak, barışlardan daha çok savaş yaşanacak, doğumlar ve ölümler olacak, kısacası hayat aynı şimdi olduğu gibi devam edecek..

Amerikalıların yeni yıl yaklaştığında hep yaptıkları bir liste var: New Years' Resolutions yani yeni yıla dair dilekler ve istekler listesi. Aslında bir bakıma hayatındaki bazı şeyleri değiştirmek için kendi kendine söz verme vaadi. Bunun için de tabii yeni bir yılın başlaması iyi bir bahane oluyor. İnsanlar sanki kendilerini bomboş bir sayfaya başlıyormuş gibi hissediyor.

Bu yeni yıl hayatımda büyük ve güzel bir değişikliği de beraberinde geçirecek ve inşallah yılın ortasından itibaren kendi yuvamı, kendi ailemi kuracağım. Bu çok heyecan verici ve aynı zamanda da yoğun süreç içinde tahmin ediyorum ki zaman çok çabuk geçecek, ve 2008'in nasıl geçtiğini anlayamayacağız bile.

Yeni yıl için kendi kendime ne konuda sözler verebilirim, nasıl bir liste yapabilirim diye düşündüm. Ve bu maddeleri sıraladım:

1- Hayatımda olan, çok sevdiğim ve ne zamana kadar benimle birlikte olacağını bilemediğim insanları (özellikle yaşlıları) şimdikinden bile çok daha fazla aramalı, sormalıyım, imkanım varsa ziyaret etmeliyim. Onlara sevildiklerini hissettirmeliyim.

2- Çok daha fazla su içip çok daha az abur cubur yemeliyim. Sahip olduğum en değerli varlık olan vücuduma daha iyi davranmalıyım. Vücut hareketimi arttırmalı, spor yapmamak için bahaneler bulmaya çalışmamalıyım.

3- Çok daha erken yatıp daha erken kalkmaya çalışmalıyım, çünkü ben sabah kendini en iyi ve zinde hisseden insanlardanım. Bu üretken zamanı uyuyarak geçirmemeliyim.

4- Beni seven, arayan ve merak eden insanları kesinlikle ihmal etmemeliyim.

5- Daha çok fotoğraf çekmeli, daha da çok yer gezmeli ve yeni insanlarla tanışmalıyım. 20li yaşların ikinci yarısına girdiğim bu zamanları iyi kullanmalıyım. Gençken ve sağlıklıyken elimden geldiğince gezmeli, çok yer görmeliyim :)

6- Geçmiş ve gelecekle ilgili herhangi bir konuyu kafama kesinlikle takmamalı, üzerinde çok durmamalı ve gereksiz zaman harcamamalıyım. Yaşadığım an şimdiki an, ve önemli olan da bugündür, bunu hiç unutmamalıyım.

7- Herşeyden önemlisi sabretmeyi ve hoşgörüyü herşeyin üstünde tutmalı, gülümsemeye devam etmeli, kendime olan inancımı hiç ama hiç yitirmemeliyim. Bu dünyaya iyi şeyler yapmak için geldiğime ve yaptıklarımın, yaşadıklarımın mutlaka birilerinin yaşamını olumlu yönde değiştireceğine bütün kalbimle inanmalıyım. Asla vazgeçmemeliyim.


Herkese iyi yıllar!

Moonie

Wednesday, December 19, 2007

Türkçem, benim ses bayrağım




Yurtdışında yaşayan bir Türk'ün anadilini koruması.. Ne kadar önemli sizce? Bence gerçekten çok önemli. Kendi tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Amerika'da yaşadığım zaman dahilinde gerçekten çok ilginç örnekler gördüm bu konuda. Buraya geleli henüz 5-6 ay olmuş olan bazı Türklerin hemen Türkçe konuşurken bir 'aksan' kazanmasından, kendi dilini unutuvermesinden, cümlelerinin 5 kelimesinden 3ünü İngilizce söylemesinden tutun da, 'siz Türkler nasıl diyor?' modunda kendini unutarak asimile olmaya çok meraklı insanlara kadar her türden insanla tanıştım, konuştum. İnsanların 'özentilik' yolunda kendine, kendi özüne ve kimliğine ne kadar yabancılaşabildiğine, körü körüne yabancı hayranlığının insanı ne kadar komik durumlara sokabildiğine tanık oldum.

Bu konuda gördüğüm en uç örnek, bir arkadaşımın Türkiye'de çalışan ve orada iyi bir üniversitede profesör olan arkadaşı bir hanımdı. Burada doktora yapıp Türkiye'ye kesin dönüş yapmış ve orada bir kaç yıldır çalışıyormuş. Ben kendim Amerika'da 4 yıldır yaşıyor olmama rağmen içine İngilizce katmamaya gayret ettiğim bir Türkçeyle sorular sorduğumda, bana hep İngilizce cevap veriyordu. Önce bunu çok garipsedim, bir süreden sonra 'acaba farkında değil mi yaptığının?' diyerek onun İngilizce söylediklerine Türkçe cevap vermeye devam ettim, bir süreden sonra da bu iki dilli diyalogdan sıkılıp konuşmayı kısa kestim.

Bir insanın dilini tamamen bozulmamış tutmasının imkansız olduğunu biliyorum, özellikle kendi hayatımdaki örneklerden: İnsan eğer eğitim hayatının büyük bir kısmını eğitim dili İngilizce olan okullarda geçirirse, üniversiteyi tamamen Amerikan sistemi üzerine oturtulmuş bir kurumda okursa, ve bütün bunların üzerine İngilizce'nin ana dil olduğu yabancı bir ülkede 4-5 senedir yaşıyorsa, ana diline yabancılaşması işten bile değil. Hatta bütün bu koşullar altında ana dilini yüreğinde ve hafızasında tutabilmek için çok büyük bir çaba sarfetmesi dahi gerekebilir. Eğer etrafında bu dili konuşabileceği insanlar yoksa, özellikle uzun bir süreden sonra anadilinde bozulmalar meydana gelebilir. Bunlar gayet normal.

Ancak benim anlamadığım şey, kısa sürede ve bilerek, isteyerek anadilini unutmak, bozmak. Türkçesini bildiği kelimeler varken 'havalı' görünüyor sanısıyla İngilizcelerini kullanmak. Kendi anadilinden utanmak, kimliğini reddetmek. Yurtdışında yaşıyor olmak dilimizi unutmak için geçerli bir bahane değil. Yurtdışında olsak bile mükemmel bir Türkçeyle konuşabilir, biraz çaba sarfederek anadilimizi aklımızın en üstlerinde tutabiliriz. Türkçe kitaplar okuyarak, haberleri Türkçe takip ederek, Türkçe günlük ya da internet günlüğü yazarak, Türkçe konuşarak dilimizi aklımızda taze tutmak çok kolay.

Annesi babası Türk olan, ancak hayatı boyunca yurtdışında yaşamış bir arkadaşım var. Gayet güzel ve anlaşılır bir Türkçeyle konuşuyor. Sadece bu bile doğru eğitim ve bilinçli bir yaklaşımın ne güzel sonuçlar verebileceğinin bir kanıtı değil mi?

Kimliğinizden, benliğinizden, özünüzden bu kadar çabuk vazgeçmeyin. Türkçe'miz eriyip gitmesin, yabancı sözcüklerin istilası altında yokolmasın. Anadilimiz, bizim kendimizi nasıl ifade ettiğimizi belirler, bizi biz yapar. Bunu unutmayın.


"Unutmuşum ana demesini bile,
öykünmüşüm türküsünü ellerin

Ağzıma bir kara düşmüş bağışla beni
Türkçem, benim ses bayrağım."

Fazıl Hüsnü Dağlarca


Hayatınızın en güzel günü?




Yaşamda ilerledikçe anlıyor insan. Zorluklarla karşılaştıkça, hastalıklarla, ve hoş olmasa da ölüm gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldıkça. Mutlulukları ertelememize izin verecek kadar uzun değil hayatımız.. Ne geçmişi anarak oyalanmak, ne de gelecekteki bir güne umut bağlamak mutlu edebilir bizi.. Hayatımızın en güzel günü bugün, en mutlu anı bu an.. O anda ne yapıyorsak yapabileceğimiz en iyi şeyi yaptığımıza inanmamız gerekiyor. Ve içinde bulunduğumuz ana hakettiği değeri vermeyi öğrenmemiz..

Bir bardak sıcak çay mı içiyorsunuz? O an, en mutlu anınız. Evin içinde toz mu almaya başladınız? Ya da bir kitabı okumaya başladınız.. Ya da çocuğunuzu okuldan almaya gittiniz.. Sabah ofisinize / işyerinize girdiniz.. Akşam yorgun argın yemek yapmaya başladınız.. Yani dünyanın en rutin, en sıradan işlerini yapıyor olsanız da o an, sizin en mutlu anınız. O anın tadını çıkarmak gerekiyor, yaşadığınız an kaçıp bir daha dönmemek üzere gitmeden önce. 4 ay sonra çıkacağınız tatilin düşüncesi değil, o an elinizde tuttuğunuz güzel bir kalemle yazı yazabilmek mutlu etmeli sizi.. Pazartesi sabahı, Cumartesi günü neler yapacağınızın düşünceleriyle kendinizi oyalamak yerine, pencereyi açıp derin bir nefes almak yetmeli sizi keyiflendirmeye..

Hayatınızın en güzel günü? Bugün. Geçmiş artık yok, gelecek henüz gelmedi. Sadece şimdi ve bu an var. Bugün kendinizi mutlu hissetmeniz için çok fazla sebep var. Mutlu olmayı ertelemeyin.

Moonshine'dan herkese iyi bayramlar! :)

Saturday, December 15, 2007

Elephant Man (Fil Adam) - 1980

İnsanın yüreğinin içinde bir daha kapanmamak üzere açılan bir yara gibi David Lynch'in yönettiği 'Fil adam' filmi.. Gerçek bir hikaye üzerine kurulmuş olan ve siyah-beyaz çekilmiş olan bu film, vücudu doğuştan gelen çok ender bir hastalık yüzünden tamamen deforme olmuş bir adamın, John Merrick'in hikayesini anlatıyor. Film beni çok etkiledi. Hem inanılmaz derecede vurucu olması yüzünden, hem de insan kalbinin, insan ruhunun ne kadar kara olabileceğini gösterebildiği için.. Film içinize işliyor ve içinizi sızlatıyor. İnsanların 'kendinden olmayan' ve 'farklı olan'lara karşı ne denli acımasız olabileceğini, onları ne denli acıtabileceklerini ve dışlayabileceklerini anlatıyor. 'Dış görünüş'ün aslında ne kadar anlamsız ve önemsiz olduğunu, ama buna rağmen insan ırkının yüzde 99unun dış görünüşe herşeyden çok önem verdiğini anlatıyor.. Ve insanların anlamlandıramadıkları şeylerden korktuklarını..Bunda Anthony Hopkins'in ve John Hurt'un muhteşem oyunculuklarının çok büyük etkisi var. Anthony Hopkins'in neden yaşayan en büyük oyunculardan biri olduğunu bu filmi izleyince anladım. 27 yıl öncesinden bile belliymiş gözlerindeki o ışık..

Gözlerimi dolu dolu yapan, beni ağlatabilen çok az film vardır, beni tanıyanlar bilir bunu.. Ve 'Fil Adam' da bunlardan biri oldu.. Özellikle Samuel Barber'ın o muhteşem 'Adagio for Strings'iyle biterken..

"The wind flows...the sea flows...the cloud fleets...the heart beats. Nothing ever dies. No, nothing ever dies..."




Wednesday, December 12, 2007

Yaşamın Kıyısında ve düşündürdükleri


Bu güzel filmin posterindeki fotoğrafa dikkatli bakın.. Bu fotoğraf, benim hem anneanne, hem dede tarafından kökenim olan Trabzon ilinin Sürmene ilçesinde, Çamburnu beldesinde çekildi.. Fatih Akın, kendisi de Sürmene kökenli olduğu için bu resim gibi güzel yeri son filmine katmaya karar vermiş. Zaten Çamburnu'nda çevreyi koruma etkinlikleri de olmuştu kendisinin geçtiğimiz sene.

Güzel Çamburnu'na ben de gitmiş ve orada dedemin yaptırdığı evde 2 hafta kadar kalmıştım. Hayatımın en huzur verici 15 günüydü belki de.. Kan çekiyor herhalde, gerçekten çok özlüyor ve tekrar gitmek istiyorum en kısa süre içinde.. Özellikle de bu filmi gördükten sonra Karadeniz'e olan özlemim bir kat daha arttı.

Film benim için de çok büyük bir önem taşıyan inanılmaz güzellikte bir şarkıyla açılıyor, ve bitiyor: Rahmetli Kazım Koyuncu'nun 'Ben Seni Sevduğumi' adlı hüzünlü türküsü. Hem bu türküyü çok ama çok sevdiğimden ve geçtiğimiz yıl bir konserimizde kendim de söylemiş olduğumdan, hem de Fatih Akın'ın şimdiye kadar kötü bir filmini izlememiş olduğum için, bu filmi de çok seveceğimi hemen anladım.. Ve hemen filmle çok kişisel bir bağ kurdum..

Film yaşamı ve ölümü, Türkiye'de ya da yurtdışında (özellikle Almanya'da) yaşamaktan doğan o 'diğer taraf, öteki taraf' duygusunu, insanların yaşadıkları acıları ve birbirlerine nasıl bağlandıklarını çok güzel anlatıyor. Filmin genel teması ölüm ama bence bizi karamsar duygularla bırakmak istememiş Fatih Akın.. Ve filmin bitişi de, başlangıcı kadar mükemmel olmuş.. Türk Sineması'nın kısa bir sürede ne kadar büyük bir mesafe katettiğinin kanıtı bence bu film..

İnsanın köklerine inmesi, nereden geldiğini bilmesi, geçmişine değer vermesi çok güzel. Bizi biz yapan atalarımız, anneanne ve dedelerimiz ve onların yaşadıkları değil mi zaten? Büyük bir çınar ağacını yaşatan, toprağın derinliklerine yayılmış kökleri değil midir?

Nereden geldiğimizi bilmek, kendimizi tanımamız için çok önemli. Geçmişini silmeye, yoketmeye çalışan, reddedenlere hep acımayla karışık bir duyguyla bakmışımdır. Sonunda hep bocalarlar ve geçmişle yüzyüze kalmaya mecbur olurlar çünkü. İnsanın kim olduğunu bilmesi için geçmişini hatırlaması, hatırlatması gereklidir bence. İnsan kendi tarihine, kültürüne, geçmişine, yaşanan acılara, savaşlara ve mutluluklara hakettiği değeri vermeli. Çünkü onlar olmadan biz de 'kimliksiz' ve 'adsız' sayılırız. Kökü nerede belli olmayan bir ayrıkotu gibi savrulmaya mahkum kalırız.

Tuesday, December 4, 2007

Bugün benim doğumgünüm




Beni dünyaya getirdiğin için teşekkürler anne!!

Bu şarkıyı her duyduğumda çok mutlu oluyorum nedense, blog'uma da koymak istedim:)

Güneş her akşam batıp hergün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Neden korkulur hayatta söyleyin bana

Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım
Elbette daldan dala konup sonra uçacağım
Elbette bazen hızla dönüp bazen duracağım
Elbette bazen söyleyip bazen susacağım..