Tuesday, June 22, 2010

İçten bir 'hoşçakalın'

Son zamanlarda, yani içimize düşen yangınların arttığı, acıların içinde ne düşüneceğimizi, ne diyeceğimizi şaşırdığımız, beylik laflardan öte gidemeyen tepkiler arasında kalakaldığımız bu günlerde, canım hiç de bir şey yazmak istemiyor. İçimden gelerek yazmayacaksam da, hiç yazmamam daha iyi diye düşünüyorum zaten.

Zaten epeyi bir zamandır da blog dünyasından, facebook'tan, insanların kendilerini vitrinlere koyup 'teşhir' ettikleri, nasıl görünmeyi istiyorlarsa öyle görünebildikleri bu dünyalardan da feci derecede sıkılmaya başladım. Özel hayat ne kadar çok ifşa edilirse, ne kadar yatakodası detayına girilirse o kadar çok okuyucu toplayan bloglardan, yazarının gerçeği yansıttığını anlamanın hiç bir yolu olmayan o sahtelik duygusundan tiksindim. Bir ekranın arkasına sığınıp bu dünyaların içinde zaman kaybetmek, artık rahatsız ediyor beni. Reader'ımdaki blogların hepsini bir ödevmişçesine okumaya çalışmaktan, roman / kitap okuma sevgimin, dışarıda gerçek insanlarla ve sevdiklerimle geçirdiğim çok değerli zamanın bazen orada geçirdiğim zaman yüzünden azalmasından bunaldım. Farkettim ki ben gerçek insanlarla, gerçek konuşmalarla çok daha mutlu oluyorum. Arkadaşlarımı çok seviyorum. Bana o kadar çok şey katıyorlar ki.

Bu arada çok sevdiğim ve benim için ayrı yeri olan iki üç blog var. Onları bu konunun dışında tutuyorum ve okumaya devam edeceğim. Kendilerini biliyorlardır, eminim :)

Ayrıca şu anda beni çok daha yakından ilgilendiren kendi mesleğime, makalelerime, araştırmama her zamankinden yoğun olarak odaklanmam gereken bir zamandayım. Benim için asıl önemli olan, kendi mesleğim, ve her türlü hobiden önde, en yukarıda tutmam gereken de yine o. Çünkü akademisyenlik benim hayat meşgalem, en sevdiğim ve üzerinde en çok çalışmam gereken yönü hayatımın. Kafamda öylesine çok proje var ki, 'bir koltuğa iki karpuz sığmaz' misali, ne kadar çok şeyi aynı anda yapmaya çalışırsam o kadar bocalayacağımın farkındayım. Tek bir projeye yoğunlaşmanın ne kadar daha verimli olduğunu biliyorum. İşte bu yüzden blog'umun artık zamanını tükettiğini, bir sonraki adıma geçmem için onu bırakmam gerektiğini düşünüyorum.

Blog'umda yazmaya, kendim için, halka açık bir yerde yazı yazmaya alışabilmek için başlamıştım. Bundan tam 5 sene önce, bir Ağustos gününde doğmuştu. 5 senedir bir çok konu üzerinde yazdım, çizdim. Ve kesinlikle bir kaç istisna dışında hep kendim için, düşüncelerimi kalıcı bir yerlere aktarmak için, yazmayı çok sevdiğim için yazdım. Blog'um kendi kendini tekrarlamaya başlamadan, çok sevdiğim samimiyetini kaybetmeden, güzel bir noktada durmakta, güzel olan her şey gibi bunu da tadında bırakmakta yarar var. Zoraki yazılar yazacağıma hiç yazmamak, daha iyi.

Yazı yazmayı çok seviyorum, yazısız bir hayat düşünemem. Ancak bir süre kendi içime dönmek, kendim için, mesleğim icabı yazmak, yazdıklarımı gözlerden ırak tutmak istiyorum. Eminim herkesin kendini biraz olsun çekmek istediği, sakin dönemler vardır hayatında. Ben de şimdi öyle bir dönemin içine giriyorum. Kafamda yapılacak başka işlere odaklanabildiğim, kendi çalışma tempomu kendim belirlediğim, masamın başında dünyanın geri kalanını unutarak konsantre olmak istediğim bir dönem. Anlayışla karşılayacağınızı biliyorum.

Belki gün olur, bu blog'a geri dönerim. O zamana kadar arşivim ve tüm yazılar burada kalacak, zaten artık onlar sadece benim malım değil, okuyup seven, başkalarıyla paylaşan, yorum yapan okuyucularımın, sizin malınız da oldular aynı zamanda. Bu blog benim için çok değerli, çünkü 5 yıllık hayatımın bir kaydı, bir duygu ve düşünce toplamı, bir kitap oluşturacak kadar yoğun ve çok sayıda yazıyla dolu özeti.

Şimdiye kadar okuyan, tepki veren ya da sessiz kalan, günlük hayatta beğenisini benimle paylaşan, ilgilenen, blog'umu okurken gözyaşı bile dökecek kadar duygulanan :) herkese çok, ama çok teşekkür ediyorum, içtenlikle.

Bir gün yeniden görüşünceye kadar, hoşçakalın..



Friday, June 18, 2010

Benden ona


Ve yıllar sonra, rengi solmuş fotoğraflara baktığında, saf sevgidir küçük kızın gördüğü.
Saf, safi, katıksız, yalansız sevgi, uykusuz geceler, 40 derece ateşle hastaneye koşulan geceler, anlatılan masallar, saçlarımı okşayan,
ağlarken gözlerimin yaşını silen el, beni yatıştıran ses, kucaklayan kollar, sımsıkı tutup hiç bırakmayan güven duygusu, ve hep sevgi, sevgi, daha çok sevgi..

Sendelesem, düşeyazsam, bocalasam, beni yine böyle tutar mısın?

Çok seviyorum seni baba. Bu kadar uzaktan bağırsam, beni okyanus ötesinden duyar mısın?



Monday, June 14, 2010

Akademide bir kadın olmak



Hayatta çoğu iş alanında olduğu gibi akademide de kadın olmak, erkek olmaya oranla daha zor. İçinde bulunduğum doktora programına bakıyorum da, çoğu öğrenci erkek, ve ders alırken aldığım çoğu dersteki tek kız öğrenci ben oluyordum. Kendimi, erkek-egemen bir dünyada azınlıkmış gibi hissediyor, bizim programa daha fazla kız öğrenci gelse de biraz daha eşitlensek diye dua ediyorum.

Ben, sosyal bilimlerdeyken durum böyle. Hele mühendislik bölümlerini düşünemiyorum bile. Çoğu akademisyen kadının, mühendislik bölümündeyse eğer, bir miktar dışlandığını, bu mesleklerin 'aslında erkeklere ait olması gerektiği' gibi bir dayatma yaşadıklarını biliyorum. Çoğu akademik pozisyonun, erkekleri kadınlara tercih ettiğini, bunu da kadınların hormonal değişiklikler, doğum, çocuk bakımı....vs gibi sebeplerle daha 'güvenilmez' ve 'değişken' (!) olduğuna inandıkları için yaptıklarını da.

Etrafıma şöyle bir bakıyorum: Benimle aynı sene başlamış olan çoğu erkek doktora öğrencisinin eşi, çalışmıyor. Evde oturup çocuklarına bakıyor. Erkekler sürekli kendilerini geliştirirken, alınabilecek en yüksek eğitim derecesi olan doktorayı alma hakkını kendinde görürken, eşleri, onların hayatlarını kolaylaştıran bir faktörden öteye gidemiyor maalesef. Bu haksızlık çok gücüme gidiyor. Erkek sessiz kütüphaneye gidip saatlerce kafası rahat çalışırken, kadın evde yemek, temizlik, çocuk bakımı gibi her biri ayrı zor olan bir çok işi aynı anda kotarmaya çalışıyor.

Programımızdaki erkek-kadın öğrenci dengesizliği de bence işte bu kafa yapısından kaynaklanıyor. Kadınlara yüksek eğitimi fazla görerek, onları bir 'ev hizmetçisi'ne indirgeyen kafa yapısı. Ve ne yazık ki bunu en çok Türk erkeklerinde görüyorum. Şu senaryoyu o kadar çok gördüm ki: Türkiye'den buraya doktoraya gelen bir erkek, hiç İngilizce bilmeyen 19-20 yaşında bir Türk kızıyla evleniyor. Onu da ABD'ye getirtip, 'ev hanımı' statüsüne 'yükselterek', doktorasına rahat rahat devam ediyor: eve gidince sıcak yemek buluyor, bir sene sonra çocukları oluyor, ev temiz ve düzenli hep, erkeğin içi rahat..Oysa kızcağız dilini bile bilmediği bu ülkede evin içinde hapsolmuş bir şekilde, ev işlerinden başka bir uğraşı olmaz bir halde, ailesinden, akrabalarından uzak, bir dram yaşıyor bence. Sokağa çıksa kimseyle konuşamaz, bir yerden bir yere gitmek için kocasına muhtaç, aciz bir şekilde kalakalıyor. Kimseye de belli edemiyor çektiğini. Eğer şanslıysa, ve kocası onu da kendi sosyal hayatının bir parçası haline getirirse eğer, belki kocasının arkadaşlarının eşleriyle sosyalleşme imkanı buluyor. Ama o da 'belki'..

Erkeğin yüksek eğitimi 'hakettiğini' düşünüp, kadını bu haktan mahrum eden zihniyeti protesto ediyorum. Akademide kadın sayısı artmalı, kadınlar, erkeklerle eşit haklar ve maaşlar talep etmeli. Birbirimizi desteklemeli ve birlikte başarmalıyız bunu. Yaşasın kadın akademisyenler, yaşasın meslektaşlarım.

Sunday, June 13, 2010

Okumak, daha çok okumak




Şu sıralar deliler gibi roman okuma modundayım. Yaz da geldi ve akademik yıl bitince yükümlülükler hafifledi ya, bana gün doğdu. Normalde işim için tarih kitapları ve makaleler okuyorken, kendi keyfim için ise roman okuyorum. Koltuğa uzanıp elime buz gibi bir bardak su alıp, pencereden püfür püfür esen meltemde saatler boyunca başka dünyaların içinde kaybolmaktan daha güzel ne olabilir şu hayatta?


Ölmeden önce mutlaka okumayı istediğim ve hayatımda okuduğum en uzun kitap olma şerefine erişecek olan 'Atlas Shrugged'a başladım. Tam 1200 sayfa!! Bir tuğla gibi. Kucağıma koysam ağırlığından nefesim kesiliyor. Bakalım ne kadar sürede üstesinden gelebileceğim :)

Şimdiye kadar okuduğum 50-60 sayfa ise tek kelimeyle enfes...Okurken aklıma Godspeed you! Black Emperor'ın şarkıları geliyor.



Tuesday, June 8, 2010

Yağmurlu Haziran

Fotoğraf: Chicago Botanik Bahçesinde sağanak yağmur altında yalnız bir kuş


Çok şükür, Mayıs ayının korkunç temposu sona erdi. Biraz nefes alabiliyorum sonunda.

Yağmurlu, ılık bir Haziran ayı yaşıyoruz. Bugün de karanlık, ıslak bir Salı. Evimize sonunda yerleşebilmiş olmanın verdiği rahatlıkla (hala bir çok eksiğimiz olsa da) daha sakin, daha duru, berrak günler yaşıyorum. Durup nefes alıyorum, pencereden dışarı bakıyorum, hayat ve ölüm hakkında düşünüyorum, kendi içime dönüp sakince ruhumu dinliyorum. Elime kalem kağıt alıp yazıyorum, sayfalarca. Elimde kalemi hissetmeyi, kağıtta bıraktığı izi çok seviyorum. Yazmayı, günbegün artan hafızamın geniş bahçelerini buraya kaydetmeyi, bir gün gelip de geriye bakıp bunları tekrar okuyabilecek olmamın ihtimalini bile çok seviyorum.

Bol okuyup bol yazdığım, verimli bir yaz mevsimi olacak galiba bu bir kaç ay.. Kendi içime dönüp yüreğimin sesini sayfalara aktardığım, konuştuğum ve sustuğum. Beynimde dolanıp duran bir çok proje var, onları hayata geçirebilirsem çok güzel olacak. Bir de roman fikri belirdi kafamda, eğer gerçeğe dönüştürebilirsem dünyalar benim olur.

Yazmak, daha çok yazmak gerek.. Bu günleri, anları, duyguları kaydetmek gerek.

Saturday, June 5, 2010

Bugün farkettim

Ki: 'Darısı başına' lafını bir türlü sevemedim. Sizce de böyle içten içe bir nispet, bir 'sen de benim olduğum yere gelirsin inşallah bir gün' havası taşımıyor mu? Bir daha bu lafı kimseye söylemeyeceğim, karar verdim!!


Yeni bir ev yeni bir hayat

Taşındık taşınmasına, ama internetsizliğimiz maalesef 14 haziran'a kadar sürecekmiş. Bu yazıyı, sokağımızın karşısındaki Starbucks'ın kablosuz internetinden aldığım bir cılız sinyalle yayınlamaya çalışıyorum :) Şu anda pencereye yapışmış bir şekilde bu sinyali de kaybetmemeye çalışıyorum, internet bizi ne hale getirmiş a dostlar.

Yeni bir ev, yeni bir hayat, yerleşmeye çalışma çabaları.. Yeni bir mahalleyi baştan keşfetmek, yeni sokaklarda yürümek, yeni insanlar görmek.. çok heyecan verici. ABD'de herhangi bir evde en fazla 2 sene oturdum, bakalım buraya ne kadar kısmet?






Tuesday, June 1, 2010

Taşınmanın en güzel yanı



Kitaplarını yeniden düzenlemektir!

Wednesday, May 26, 2010

Gitmek - Kalmak

Bir taşınmanın arefesinde olduğumuz şu günlerde, aklıma kimbilir kaç zaman önce okuduğum ve çok sevdiğim bu yazı geldi..


Gitmek göze alabilmektir. Gitmek tehlikedir. Gitmek merak etmektir,
riski göze alabilmektir. Gitmek radikal bir değişim cesaretidir.
Gitmek kaçmak değildir. Gitmek ve kaçmak birbirine asla benzemeyen iki
harekettir. Kaçmak panik ve kararsızlık ruh durumlarında gerçeklesirken,
gitmek için
soğukkanlı ve kararlı olmak-şart olmasa bile- gereklidir.
Gidebilmek, özellikle gerektiğinde pahalı bir karardır. Gitmek için önce sabit bir
mekan gerekir. Ancak sabit bir yerde yaşayan kişi gitmek eylemine
kalkışabilir.
Çünkü gitmek, kalmayı ve durmayı bitirmek demektir. Sürekli
gidene
seyyah deriz, onun sabit bir yeri olmadığı icin o artık gitmek
eylemiyle
işini bitirmiş, gitmeyi sabit iş eylemiştir. Konakladığı yerlerdeki
otel,
hotel, pansiyon ya da kira evleri ona duraktır, sabitleşmeye başladığı ilk
an onu
afakanlar basar ve tekrar yola düzülür. Fakat gitmek, terk etmek
demek
de değildir. Çoğu zaman giden kişi, aslında daha önce duygusal olarak
çoktan
terk edilmiş olandır. Terk etmek ve gitmek kesinlikle birbiriyle
akraba olmayan iki eylemdir ve ne yazık ki, çogu kez karıştırılır. Gitmeyi,
terk etmek olarak algılayanlar aslında hep kalanlardır.

Kalmak güçtür. Kalmak, kabul etmeyi veya kalınan yeri
değiştirmeyi gerektirdiği icin güçtür. Kabullenmek, kendi karakterini
yaşayamamak tehlikesi barındırır içinde ve bu tehlike kederli bir renk katar
kalmak
eyleminin durusuna. Kalınan yeri değiştirmekse, bir terzinin bir
elbiseyi düzeltmesi kadar çileli bir iştir. Bütün terziler yeni bir kumaştan
taze bir
elbise dikmeyi tercih ederler. Kalmak, terk etmemek anlamına
gelmez.

Kalan kişi kalış eyleminin içindeki yoğun satık enerjiyle terk edebilir,
kalışının kimyasıyla da terk ettirebilir. Kalmak, terk etmekten
bağımsızdır ve gitmeyi ateşleyen güçten farklı bir kararlılık, sabırlı bir
direngenlik
gerektirir.
Peki "geri dönmek" nasıl bir şeydir? ...İlle geri dönülür mü? 
Gitmek
lineer bir yolculuksa, geri dönmek olası mı? Dönmek, yalnızca bir
yenilgi olabilir mi? Dönmek ne yöne doğru gidildiğiyle değerlendirilmek
zorunda degil midir? Bütün dönüşlerin yönü ille de geriye değildir. Dönüş de
bir gidiştir, bir yolculuktur ve bütün gidişler gibi ciddi bir karar ve
cesaret ister. Dönüş yönleri geriye olanlara gelince, onlar, hiçbir şey
değişmemiş
sanısı veren eski şehir/kasaba/köylerine dönseler de orada
artik
hiçbirşey eskisi gibi değildir. Eski hamam görünüşte aynı kalsa da
eski tas
artık değişmiştir. Hem zaten artık eski hamam da daha eskidir...
Kim daha kazançlıdır? Giden mi kalan mi? Peki geri dönen, o yenik
midir?

Geri dönüş bir yenilgiden çok, bir yeniden başlayış olabilir mi? Çok
gören
mi, çok gezen mi, yoksa çok kalan mı mutludur?
Bana sorarsanız, gitmek ve kalmak bütün karşıtlar gibi birbirini
kendi
içinde taşirlar. Her giden biraz kalmayı, her kalan da biraz gitmeyi
ister..."
                           Buket Uzuner, New York Seyir Defteri

Saturday, May 22, 2010

Almak, nereye kadar?


Modern yaşamın ve kapitalizmin bize dayattığı en büyük 'zorunluluk': Almak, satın almak.. Daha çok aldıkça kendimizi daha iyi hissedeceğimiz yanılgısına kapılmak, eşyalarımızın ve sahip olduğumuz bütün nesnelerin bizi mutlu edeceğı sanrısında kaybolmak. Biriktirmek, yığmak, toplamak, almak, daha çok almak...

Halbuki yaşamımız almak değil vermek üzerine kurulu olsa ne kadar daha huzurlu olacağız, mutlu ve keyifli kalacağız, farkında bile değiliz.. Zamanımızı, eşyalarımızı, paramızı, sahip olduğumuz bütün herşeyi, hatta en çok ihtiyacımız olduğunu düşündüklerimizi bile verebilsek kolayca, gönülden, içten..

Bir yerlere bağışlamak, fakirlere vermek için en sevmediğimiz, hiç giymediğimiz kıyafetleri, asla okumadığımız kitapları değil de, en sevdiğimiz kitabı seçebilsek mesela.. Bize en çok yakıştığını düşündüğümüz gömleği.. Özgürleştirsek kendimizi, nesnelere olan bağlarımızdan, bağımlılığımızdan kurtulsak ve her nesnenin özünde aynı ve yüzeysel olduğunu keşfetsek.. Asıl önemli olanın, güldürdüğümüz yüzler, hayatını kolaylaştırdığımız insanlar ve bu dünyada yarattığımız fark olduğunu farketsek.

'Asıl anlamlı ve zor olan, karşındakinin ihtiyacı olduğunu düşündüğün şeyi değil, senin en çok ihtiyacın olan, onsuz yaşayamayacağın şeyi verebilmektir.' demişti bir yazar. Bizim için en değerli, vazgeçilemez olduğunu düşündüğümüz ve ölesiye sahiplendiğimiz ne varsa, işte o eşyayı birisine verebildiğimiz anda, iç özgürlüğüne kavuşmuş oluyoruz. 'Bir lokma bir hırka' yaşayan dervişler gibi, bu dünyadaki bütün bağımlılıklarımızdan sıyrılıyor, kuşlar gibi hafif oluyoruz.

Bunları yazan ben de, tabii ki, mükemmel değilim ve hala bir çok eşyaya bağımlılığım var. Özellike teknolojik aletlere (iphone, ipod, Macbook) ve kitaplar.. Ama kendimi frenlemeye, bağımlılığımı törpülemeye, daha çok satın almamaya ve halihazırda sahip olduklarımın çoğunu da vermeye, bağışlamaya çalışıyorum.

Hemen bugün etrafınıza bakın: Sahip olduklarınız, vazgeçilmez mi? Hemen bugün, bir şey satın almak yerine, bir bağış yapın. Birilerini sevindirin. Satın alacağınız o lüks çantanın parasını, bir vakfa bağışlayın. Ondan sonra da kendinize sorun: Ölüm döşeğinizde geriye baktığınızda, 'o çantayı keşke almış olsaydım' diye sorar mısınız kendinize? Yoksa güldürdüğünüz bir kaç kimsesiz çocuğun gülümsemesi mi olur aklınızda?

Haydi hep birlikte soralım kendimize: Almak, nereye kadar?



Los Abrazos Rotos


'Kırık Kucaklaşmalar', Pedro Almodovar'ın son filmi, aynı zamanda tipik diyebileceğim bir Almodovar filmi. Yine saplantılı aşklar, kazalar, anneler ve oğulları, (diğer filmlerindeki kadar olmasa da) eşcinsellik, ayrıca film çekme ve yönetmenlik müessesesine güzel bir saygı duruşu.. Klasik bir Almodovar filminden beklenen her şey mevcut bu filmde. Eğer yönetmeni seviyorsanız bu filmini de seveceksiniz.

Arka planda Madrid ve İspanya, yine büyüleyici. Dekorlar, ev içi mekanları, odalar, renkler tam Almodovar'a yakışır şekilde enfes, eğlenceli. Geçmiş ve gelecek arasında gidip gelmeler, filmi canlı tutuyor.

Genç ve kırılgan Lena'yı oynayan Penelope Cruz ise sanırım artık oyunculuk kariyerinde olgunluk dönemine erişmiş bulunmakta. Yıllandıkça güzelleşen şaraplar gibi, bir Akdeniz kadını olduğunu kanıtlamak istercesine olgunlaşan güzelliği ve oyunculuğuyla göz alıyor. Hatta film, Penelope Cruz'un karakteri üzerine kurulmuş desek yalan olmaz bence.

Bence Cruz, yıllar geçtikten sonra bile keyifle izleyeceğimiz o nadir oyuncular arasında yer alacak. Buraya yazıyorum :)

Thursday, May 20, 2010

İçimi en çok ne acıtır?


İçimi en çok, ekmek parası peşinde alın teri döken, masum, gayretli, yüreği kocaman insanların apansız ölümü acıtır..

Bir de bebek ve çocukların..

Yakar içimi, kavurur.

Monday, May 17, 2010

Bir konferansın ardından



Daha önce bahsettiğim gibi, bu sene bölümümüzün her yıl düzenlediği, bu alanda en prestijli olaylardan biri kabul edilen 'Middle East History and Theory Conference' (Orta Doğu Tarihi ve Teorisi) konferansını düzenleyen 2 kişiden biri bendim. Bu sene konferansımızın 25. senesi olduğu için, bütün sene boyunca herşeyin mükemmel olması ve bunun uzun süre unutulmayacak bir konferans olması için uğraştık. Dünyanın her yerinden öğrencilerle, hocalarla, akademisyenlerle yazıştık, makalelerini okuyup seçtik, düzenledik, onlara kalacak yerler bulduk, panellerin programlarını hazırladık, programı internet sitesinde sürekli güncelledik, programları ve posterleri hem tasarlayıp hem basarak kampüsün her yerine astık, sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği dahil olmak üzere iki günün bütün ayrıntılarını 'catering'cilerle ayarladık, odaların kiralanması için formlar doldurduk, masa örtüleri kiraladık. ...vesaire... .vesaire.. ve daha onlarca farklı detay..

Kısacası bu konferansın her detayıyla biz ilgilendik, odaların hazırlanmasından tutun da akşam her şeyin toplanmasına kadar.

Geçtiğimiz hafta ve haftasonu boyunca sürekli koşturdum, gecede 5 saat kadar ancak uyuyabildim, gündüz oradan oraya koşarak her şeyin mükemmel olduğundan emin olmam gerekti. Bize yardım etmek için gönüllü olan arkadaşlarımızı koordine ettim, her şeyin düzgün gidiyor olduğundan emin olmak için çıkan krizlere son dakika çözümleri buldum, insanların kaprisleriyle uğraştım, ABD'nin ve dünyanın başka ülkelerinden (Türkiye dahil) sunum için gelen öğrenci ve profesörlere bizim üniversitemizde kendilerini evlerinde gibi hissetmeleri için elimden geleni yaptım.

Çok şükür her şey o kadar yolunda ve mükemmel işledi ki, iki günün sonunda herkes sürekli ne kadar memnun olduğunu belirtti bize. Hem öğrenciler, hem profesörler çok mutluydular. Kendi üniversitemdeki hocalarımın yüzündeki gülümseme, sürekli ne kadar iyi bir iş çıkarttığımızı söylemeleri, ve herşeyden önemlisi bunun 'gördükleri en başarılı MEHAT Konferansı' olduğunu sürekli tekrarlamaları, benim için bütün o yorgunluklara değerdi.

Dünyanın alanında en yetkin ve başarılı, yaşını başını aşmış profesörleri mutluluktan gelip size sarılıyor ve hiç bu kadar başarılı bir 'öğrenci konferansı' görmediklerini söylüyorlarsa, konferans sonunda onlarca insan teşekkür etmek için sizi alkışlıyorsa, ertesi gün bile teşekkür e-mailleri yağıyorsa, gerçekten çektiğiniz bütün uykusuzluklara ve yorgunluklara değiyor.

Bu seneden öğrendiğim ise, gerçekten düzenli ve organize bir şekilde çalışırsanız ve her şeyi son ana ve şansa bırakmayıp, azimle uğraşırsanız , bütün zorlukların aşılacağı oldu. 'Takım çalışması'nın ne kadar önemli olduğunu da öğrendim. Bize yardım eden gönüllülerimiz olmasa, bu işin altından kalkamazdık. Bu başarı benim başarım değil, hepimizin başarısı..'Ben' değil de 'biz' diyebildiğiniz anda, takım ruhunu yakaladınız demektir.
Bu kadar yoğun bir süreç boyunca benimle birlikte organize eden arkadaşlarımla birbirime bir tek kırıcı söz söylemedik, bir kez bile tartışmadık. Büyük bir uyum içinde, çok stres yapmadan, sakince çalıştık.

Dün gece uzun zamandır ilk defa deliksiz bir uyku çektim. Bedenim çok bitkin olmasına rağmen içimde işimi hakkıyla yapabilmiş olmanın gurur ve mutluluğu, yüzümde kocaman bir gülümseme vardı..


Monday, May 10, 2010

İki dil bir bavul


Uzun zamandır bu kadar içten ve güzel, böylesine içimi ısıtan bir film izlememiştim. Bir Kürt köyündeki ilkokula atanan genç öğretmen Emre Aydın'ın öyküsü. Emre tek kelime Kürtçe bilmiyor, çocuklar da tek kelime Türkçe.. Türkçe'yi bir 'yabancı dil' olarak öğreniyorlar, aralarda öğretmenlerinin sabrını zorluyorlar :)

Filmin asıl yıldızı çocuklar. Kürt çocuklarının hallerine, tavırlarına öldüm ve bittim. Bu kadar mı tatlı olunur. Bu kadar mı saf, naif olunur. Hele Zülküf adındaki çocuk, dünya tatlısı. Çocukluğun güzelliğini hatırladım yeniden sayelerinde. Okul günlerini, tebeşir kokusunu, kurşun kalemle yazmayı, 'karne günü'nü.

Kardeşim bir gün bana 'Çocukluk ne kadar güzel bir şey. Çocuklar ne kadar güzeller. Keşke dünyada herkes çocuk olsaydı.' demişti. Bu filmi izleyip ona hak vermemek mümkün değil.

Filmin bazı yerlerinde bariz bir şekilde Nuri Bilge Ceylan havası sezdim. Özellikle 'Kasaba' filmine, atmosfer olarak çok benziyordu bu film. Gerçekçiliğiyle biz 'Batı Türkiye'lilere, bildiğimizden başka bir 'ülke' gösteriyor. Bizi apartman daireli, bilgisayarlı, sıcak su ve elektriğin elimizin altında olduğu, modern yaşamlarımızdan 1 buçuk saatliğine de olsa çekip, o farklı dünyaya, farklı ülkeye, farklı gerçekliğe götürüyor. Biraz olsun düşünmemizi sağlıyor, o insanların nasıl yaşadığını, nasıl hikayeleri olduğunu..

İki dil bir bavul, işte tam da bu yüzden, takdir edilesi, bir belgesel gerçekçiliğinde, çok ama çok başarılı bir film. Ne bir propaganda kaygısı var, ne de kafamıza vura vura çıkarmak istediği bir ders. Sadece olanı gösteriyor bize, var olanı. Bu yüzden de tam kıvamında, doğal, saf, enfes.

Saturday, May 8, 2010

Canımın canı


Candan can çıkar, beslenir, büyür, kendi ayaklarının üzerinde durur, kocaman kız olur.

Can, okyanuslar ötesine gider.

Can, canını arar, özler, en çok da neyi özler bilir misin? Onun mis gibi kokusunu. Cennet gibi, huzur veren, misler gibi anne kokusunu.

Senin varlığın, benim varlığımın sebebi.. Canımın canısın. Kokun burnuma geliyor bazen, çok, çok özlüyorum, burnumun direği sızlıyor.
Ama şunu da çok iyi biliyorum ki, uzağımda olman, aramızdaki anne-kız ilişkisinin öyle küçük bir parçası ki.. O kadar çok şeyi paylaşıyoruz ki seninle, uzaklıklar anlamsız kalıyor annem.. Aşıyoruz biz mesafeleri, okyanusları, dağları, tepeleri..

Geceyarısı sana yazdığım bir
mektupla, sabah yaptığımız uzun bir telefon konuşmasında, bir blog yazısında aşıyoruz. Bilgisayarımın ekranında beliren güzel yüzünü gördüğümde, kokunu duyar gibi olduğumda, uzansam sana dokunuverecekmiş gibi hissettiğimde aşıyoruz.

Aslında binlerce kilometre değil, bir nefes alma, bir nabız atışı uzaklığımdasın annem.

Aslında birlikteyiz. Aynı anda atıyor yüreğimiz, aynı ışıltılar dolaşıyor gözlerimizde, aynı nefesi çekiyoruz içimize.

Seni çok, çok seviyorum. Anneler Günü'n kutlu olsun.

Friday, May 7, 2010

En sevdiğiniz yer neresi?



Sizin de var mı, yaşadığınız şehirde, en sevdiğiniz nokta? Hani böyle dertlerinizden bunaldığınızda gidip kafanızı dinleyebileceğiniz, huzuru bulabileceğiniz bir yer.. Yüreğinizi temizleyen, keyif dolu, mutlu bir yer. Varlığının bile sizi sakinleştirmeye yettiği, uzun süre gitme fırsatı bulamasanız da orada olduğunu hatırladığınızda dahi yüzünüze kocaman bir gülümseme yerleştiren bir yer.



Benim için İstanbul'da o nokta, Sabancı Öğretmenevi'nin olduğu Beykoz kıyısıdır. Boğazın iki yakası o noktada birbirlerini kucaklayacakmış gibi yakınlaşır. Karşıda Aşiyan, yeşil tepenin ortasında tuğla kırmızısı rengiyle parlar. Sağ tarafta köprü, birbirine yakınlaşan Avrupa ve Anadolu yakalarını bağlayıverir birbirine.

Babamın öğretmen olmasından dolayı hem çocukluğumda, hem gençliğimde, onlarca Pazar gününü orada geçirmişizdir. Kahvaltıdan sonra gazeteler, çay, kahve, sohbetler, dondurma, çocuk parkında oyunlar, kıyı şeridi boyunca yürüyüşlerle, keyifle uzatılan Pazar günleri..Bazen sadece annem, babam ve kardeşimle, bazen kuzenlerimle, dayılarımla, amcamlarla, halamlar, teyzemle.. Kocaman, mutlu ve çoluk çocuk dolu ailelerimiz arasında büyüdük orada biz.. Gülüşlerimize Boğaz'ın serinliğini kattık, bakışlarımıza İstanbul güneşini, tenimize Boğaz kokusu sindi.

Ne zaman gitsem, yine Boğaz'ın güzelliği karşısında büyülenir, mutlu çocukluk günlerime, sapsarı güneşli, rengarenk balonlu, huzur dolu anılarıma geri dönerim.



Sizin hayatın acımasız gerçeklerinden kaçış yeriniz, huzur dolduğunuz o yer neresi?

Monday, May 3, 2010

Evler, haneler

Fotoğraf: Safranbolu evleri


'Ev' kavramı beni büyülemiştir hep.. İnsanların kendisine nereyi mesken seçtiği, nasıl bir 'hane'de yaşadığı, kendini nasıl 'evinde' hissettiği... Tek tek duran müstakil evler de ilginç gelir bana, kocaman bir apartmanın içinde her biri kendine ayrılmış bir 'hücre'de hep birlikte yaşayan insanlar da..

Geceleri sokakta yürürken, her birinde ayrı renkte bir ışık yanan pencerelere bakar, o evlerin içindeki yaşamları düşünürüm.. Her birinin ayrı bir hikayesi vardır.. Neler yaşanıyordur o evlerde, kimbilir? Kaç kişiler? O sırada yemek mi yiyorlar acaba, yoksa televizyon mu izliyorlar? Mutlulukları nasıldır, hüzünleri, kavgaları? Sessizlik mi hakim o evlerde, gürültü mü? Nasıldır bakışları o anda, duruşları? Öğrenebilmek ve o insanların hayatları üzerine yazılar yazabilmek isterim.. O evlerdeki her biri benzersiz, eşsiz olan yaşamları hep merak ederim.

Kendime ev olarak seçtiğim yeri terkettiğimde, 'benden sonra acaba bu evde kimler yaşayacak?' diye düşünürüm. O apartmanın önünden geçersem eğer, eski pencereme bakar ve o evde şimdi kimlerin yaşadığını hayal etmeye çalışırım. Acaba o evde benden bir parça kalmış mıdır? Acaba yaşadığımız bütün evlerden, orada bir parçamızı bırakarak mı ayrılırız? Hayatımızın geçmiş ve bir daha geri gelmeyecek olan, benzersiz bir dönemini o evde geçirmişizdir. Kokumuz sinmiştir duvarlara, gülüşlerimiz, gözyaşlarımız, anılarımız.. İçinde yüzlerce yemek yemiş, geceler boyu uyumuş, oturmuş, konuşmuş, yürümüşüzdür. O ev, acaba bir daha aynı ev olabilir mi? Yoksa içinde yaşayan herkesten bir parça alarak büyüyen canlı bir organizma gibi, evler de biz insanlar gibi olgunlaşır mı?


Evler, gerçekten de büyülü yerler.

Wednesday, April 28, 2010

Süt - Semih Kaplanoğlu



Semih Kaplanoğlu'nun sade, minimalist tarzıyla Yumurta filmiyle tanışıp, çok sevmiştim. Süt de yine aynı çevrede ve arkaplanda geçen, 'Yusuf Üçlemesi'nin ikinci filmi. Bu filmde Yusuf'un annesi henüz hayatta ve önceki filmden biraz daha geride bir zamana gidiyoruz. (Aslında yönetmen, bu konuda biraz esnek bırakmış ve filmi her türlü detayıyla yine şimdiki zamanda çekerek bir devamlılık hissi yaratmış gibi) Yani hem eskiye dönüş, hem şimdiki zamanda kalış gibi. Eski bir anıyı şimdi hatırlar gibi ya da.

Yusuf'un annesiyle olan sade yaşamı, yine durağan ve sade bir şekilde aktarılmış izleyiciye. Ama ben bu filmde, 'Yumurta' filmini bir arada tutan o yoğun duyguyu pek bulamadım. Daha kopuk kopuk gibiydi sanki sahneler birbirinden, geçişler ve çekimler biraz daha spontan olmuştu. 'Yumurta'da içimi ısıtan, beni gülümseten detaylar vardı (Belki Saadet Işıl Aksoy ve Nejat İşler'in başarılı oyunculuklarının da etkisi vardır bunda). Bu filmi daha dışarıdan izledim sanki, filmin içine çok giremedim ve karakterlerle özdeşleşemedim. Bu belki filmin bir 'ara film' ya da 'geçiş filmi' olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Malum, üçlemelerde ilk ve son film her zaman daha çok hatırlanır. (Godfather hariç! :)

Yine de Yusuf Üçlemesi'nin üçüncü filmi olan ve Altın Ayı ödülünü kazanan 'Bal'dan çok umutluyum ve çok merak ediyorum onu da.




Sunday, April 25, 2010

Mutluluk, insanın yaptığı işe aşık olmasıdır

Yağmurlu ve sisli bir Chicago Pazarı.. Dışarıda Nisan bulutları, serin bir esinti, sokakta su birikintileri.

Evde, sarı lambamın ışığının altında, elimde bir bardak çay, öğrencilerin ödevlerini okuyup not veriyorum. Huzur dolu ve sakinim.

Bundan 20 sene öncesini hatırlıyorum. Pazar sabahlarını, babamın öğrenci ödevlerini okuduğu, annemin önce evi temizleyip, sonra bizi banyoya sokup sonra ütü yaptığı Pazar öğleden sonralarını.. Zaman, anlamını yitiriyor. Sanki sürekli devam eden bir gün içinde, zamansız bir mekandayım.

20 sene sonra başka bir kıtada, başka bir ülkede, bambaşka bir şehirdeki evimde, yine bir Pazar öğleden sonrasında, zaman ve hayat üzerine düşünmek güzel. Yaptığım işin içinde kaybolmak güzel.. Her anlamda babamın kızı olduğumu bilmek ve bununla gurur duymak güzel..


Friday, April 23, 2010

Neden Apple kullanıyorum?



Bana bu soru özellikle Türkiye'de çok soruluyor. Cevabı da çok basit aslında. Apple markasına zincirlerle bağlı değilim. Yalnızca Apple'ın bilgisayarlarının fiyat / performans oranından inanılmaz memnunum. (Ipad için bir şey söyleyemiyorum çünkü daha yeni çıktı ve hiç denemedim)

Neden?

- Çünkü şimdi kullandığım Macbook'umu 2006'da almış olmama ve 4 yıldır kullanmama rağmen hala tam kapasite çalışıyor. (Ondan önce sadece 1 buçuk yıl kullandığım Toshiba dizüstü bilgisayarım bana kafayı yedirtmek üzereydi, o kadar çok sorun çıkardı ki en sonunda neredeyse pencereden aşağı fırlatacaktım sinirden)

- Bilgisayarım 4 yılda bir çok ülke gezdi, pili bir kere değişti, gece pencere pervazında dururken üzerine kedi zıpladığı için (!) 1 metreden yere çakıldı. yan tarafından minicik plastik bir parça kopmasından başka hiç bir sorun çıkarmadı, bana mısın demedi.

(Bilgisayarının pencere pervazında ne işi vardı diye sormayın lütfen! :)

- Bu arada Apple'ın en büyük dahilik ürünü olduğunu düşündüğüm Magsafe (mıknatıslı adaptör) sayesinde bilgisayarım onlarca kez evde ve kütüphanede masanın üstünden aşağıya uçmaktan kurtuldu. (Bilmeyenler için kısaca şöyle açıklayayım: Güç kablosunun bilgisayara bağlandığı yer bir mıknatıs. Kazara kablonun üzerine basarsanız eğer, kablo bilgisayarı kendiyle çekip düşürmeden, kendi kendine pıt diye yuvasından çıkıveriyor) Benim gibi sakar bir insan için hayat kurtaran bir buluş!

- Bu 4 yıl içinde bilgisayarım neredeyse hiç donmadı, hata ekranı vermedi, hiç bir değerli dosyamı kaybetmeme sebep olmadı.

- Bilgisayarımın piline Mısır'a gittiğimde oranın değişken elektrik sisteminde bir haller olunca ABD'ye döndükten sonra Apple'ı aradım. (AppleCare sigortası almıştım önceden) Bir gün öğleden sonra müşteri hizmetlerini arayıp derdimi anlattım, ertesi sabah yepyeni pil kutunun içinde kapıma geldi! Nasıl bu kadar hızlı hareket edebildiklerine şaştım ve hayran kaldım doğrusu.

- Mac OSX Tiger işletim sisteminden inanılmaz memnun kaldım. Bu haftasonu Snow Leopard sistemine geçiyorum. O daha da mükemmel. Bilgisayarın açılması yaklaşık 5-10 saniye, kapanması 3 saniye kadar sürüyor.

- Mac işletim sistemlerinde virüs sorunu yok. Antivirüs programlarıyla uğraşmanıza gerek kalmıyor.

- Benim en çok kullandığım program Microsoft Office ve Firefox. İkisinin de Mac sürümleri var ve sorunsuz çalışıyor.

- Macbook'un minimalist, sade ve şık tasarımına hayranım. Beyaz en sevdiğim renklerden biridir (tabii renk sayılmaz ama neyse:)

- Netbook'lardan nefret ediyorum, dünyanın en kullanışsız makineleri bence. Çok yavaşlar, klavyeleri fazla küçük, CD ve DVD okuyucuları yok ve ekranları bit kadar. Macbook'um onlar kadar hafif olmasa da yine de epeyi küçük ve hafif, her yere taşınabiliyor. En çok kütüphane ve okul arasında gidip geliyorum. Bir de okulda ders vermeye gittiğim zaman makaleleri yazıcıda basıp boşuna kağıt israfı yapmak yerine bilgisayarımı yanımda götürüp oradan bakıyorum makalelere.

- Apple'ın kampanyası sayesinde Macbook'umu aldığım zaman yanında aldığım Ipod bedavaya geldi. (Açıklamak gerekirse: ABD'de 'rebate' dedikleri bir sistem sayesinde parasını ödemiş olduğunuz bir ürünün fiyatının bir kısmını ya da tamamını daha sonra geri alabiliyorsunuz. Bir nevi 'gecikmeli indirim' gibi yani.)

Apple bana bilgisayarla birlikte satın aldığım Ipod için 200 dolarlık bir çek göndermiş. Bu çeki ben ya kaybetmişim, ya da bana ulaşmamış. Yani bir şekilde bozdurmamışım çeki. Aradan da aylar geçmiş, o kadar meşgulüm ki aklımdan tamamen çıkmış bu olay.

Apple'dan bir gün bana ne deseler beğenirsiniz? Beni telefondan arayan Apple temsilcisi: 'Moonie Hanım, bizden 200 dolarlık çekiniz vardı, hala bozdurmamışsınız. İstiyorsanız tekrar gönderelim postayla?' diyerek beni dumurlara gark etti. 'Tabii, çok sevinirim' diye cevap verdim. Çeki bana (böyle bir mecburiyetleri olmadığı halde) tekrar gönderdiler, ben de bankaya gidip bozdurarak 200 dolarıma kavuştum!

Söyleyin bana şimdi, hangi şirket yapar bunu? :)

Thursday, April 22, 2010

Yaşamaya dair - III



Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmek için...


Nazım Hikmet Ran
Şubat 1948






Dünya Günü'müz kutlu olsun!!!!

Monday, April 19, 2010

Sertab gibi


Tarih 3 Nisan. Yer Chicago. Sertab ve Demir, akşam büyük bir konser verecekler Chicago'daki Türklere. Türk Amerikan Kültürel Derneği (TACA)nın organize ettiği bu konseri, ne zamandır sabırsızlıkla bekliyorduk biz.

O gün geldi çattı, Bart'ım organize edenler arasında yer aldığı için ben de konserden çok önce oraya gidip çalışacak olan gönüllüler arasındayım. Konserin olacağı Copernicus'a varıyoruz, saat 4 civarı.. Konser akşam 8de başlayacak ama o zamana kadar olacak bütün hazırlıklardan ve bilet işlemlerinden biz sorumluyuz.

Ben kapıdaki bilet masasında yer alacağım. Henüz vakit çok erken olduğu için tabii bilet almak isteyenlerin hiç biri yok ortada. Ne yapsam diye düşünürken içeriden Sertab'ın sesi geliyor birden. Karanlık, kocaman salona giriyorum.

Salonda konserin provası ve 'sound check' (ses denemeleri) yapılıyor. Benden başka hiç kimse yok. Sahnede Sertab ve Demir. Günlük kıyafetleri içinde şarkı söylüyorlar.

Kalbim güm güm atıyor. Öyle ya ben Sertab'ın şarkılarıyla 'büyüdüm'. En çok da 'Lal' ve 'Sertab Gibi' albümlerini, evde kasetten, okula giderken walkman'imde defalarca dinledim. O şarkılarla uyudum, uyandım, içim titredi, sarsıldım....

En ön sıralardan birine gidip usulca yerleşiyorum. Aman Tanrım! Koca salonda benden başka kimse yok. Ve ben tek başıma oturmuş, iki metre ötemde şarkı söyleyen Sertab'ı izliyorum. Mutluluk dedikleri bu olmalı. Tek kişilik bir konser!!!

Bir kaç şarkı söyledikten sonra en ama en çok sevdiğim, yüreğimde apayrı bir yeri olan 'Lal'in ilk notaları duyuluyor usuldan.. Piyanist ilk bir kaç notaya basınca, içimde bir yer titriyor.

Zaman duruyor o anda.. Mekan genişliyor.. Sertab'ın sesi, bir pınardan çağlayan berrak bir su gibi.. Geniş mekanı dolduran, binlerce küçük kelebek gibi.. Yüreğimi yıkayıp ferahlatan, içime işleyen bir büyü gibi. Sertab, 'Lal'i söylüyor.

O anda bu şarkıyı dinlediğim çocukluk ve ilkgençlik günlerime dönüyorum. İlk defa 17 yaşında gittiğim Almanya'da, memleketimin ve ailemin hasretiyle titrerken, soğuk bir trende dinlediğim güne.. Ağlamıştım usul usul.. Kimse farketmeden silivermiştim gözyaşlarımı, ceketimin yeniyle.

Şimdi yine doluyor gözlerim.. Müziğin güzelliğine, zamansız ve mekansızlığına, evrenselliğine, beni çocukluğuma ve geçmişime böylesine çabucak götürebilmesine ağlıyorum.. Ağlıyorum ve Sertab'la birlikte fısıldayarak söylüyorum:

Bir bulut olsam, yüklenip yağsam
Dökülsem damla damla toprağına
Bir deli nehir, bir asi rüzgar
Olup kavuşsam üzüm bağlarına

Bir çiğ tanesi, bülbülün çilesi
Annemin sesiyle güne uyansam
Radyoda yanık içli bir keman
Ağlasa nihavend acem aşiran

Bir turna olsam, yollara vursam
Uçabilsem kendi semalarıma
Bir seher vakti sılaya varsam
Selam versem ah sıradağlarına

Komsunun kızı, çoban yıldızı
Yaz bahçeleri, yeşil, mor, kırmızı
Ah şişede lâl, hem de ay hilal
Bir daha da görmedim ben öyle yazı...


Konser provası bitince Sertab, elini gözüne koyup spot ışıklarının ötesinde kimin oturduğunu anlamaya çalışıyor.. Beni görünce gülümseyip, 'Sen bütün konseri izledin, farkında mısın?' diyor.. Kafamı sallayıp 'evet' anlamında, bir yürek dolusu gülümsüyorum ben de.. O anda akşamki konseri izlemesem bile umrumda değil.. O anda çok güzel bir rüyadan yeni uyanmış gibi sarhoş ve mutluyum.

İyi ki var müzik, ve iyi ki varsın Sertab..



Wednesday, April 14, 2010

İki masal

Alice in Wonderland - Tim Burton


Alis Harikalar Diyarı'nda, ilk defa ortaokulda İngilizce dersinde okuduğum ve aşık olduğum bir kitap. Fantasik edebiyatın çıkış noktası diyebiliriz herhalde onun için! Lewis Carroll'ın hayalgücüne nasıl hayran kaldığımı ve kitaptaki çoğu sahnenin gözümde inanılmaz bir gerçekçilikle canlandığını hatırlıyorum. Kitapta en çok sevdiğim sahne, Deli Şapkacı ile Mart tavşanı'nın çay sofrası sahnesiydi.

En çok sevdiğim karakter ise Cheshire kedisiydi (hala da öyle) Düşünsenize, gülümseyen, gülümsedikçe kaybolan, havada asılı bir gülümsemesi kalan bir kedi!

Tim Burton'ın filmi, bizi biraz olsun çocukluğumuzun o enfes hayal dünyasına götürmeyi başarıyor. Cheshire kedisi yine inanılmaz! Johnny Depp de zaten hafif çatlak rolleri çok iyi kotarıyor, bunu sabıkasından biliyoruz (Edward Scissorhands, Willy Wonka, Jack Sparrow....vb) Ama bu iki karakter dışında film, genel olarak bilgisayar efektlerinden oluştuğu için eski Tim Burton filmlerinin tadını kesinlikle alamadım bu filmden. Hani o insanın hayalgücünü genişleten, dahice yazılmış replikleriyle güldüren klasik Burton karakterleri yoktu bu filmde. (Nightmare before Christmas'taki Oogie Boogie man gibi, ya da Big Fishteki Cadı gibi)


Filmin sonunda da bir ders verme, bir olanları açıklama ihtiyacı... Tim Burton'a Hollywood bulaşmış sanki biraz..Yoksa bana mı öyle geldi?


Ponyo - Hayao Miyazaki




Bu kısa boylu, güler yüzlü Japon adamın filmleri beni nasıl bu kadar mutlu ediyor, birisi bana söyleyebiilir mi acaba? :)

Kendimi hüzünlü / yorgun / bıkkın hissettiğim zamanlarda Miyazaki filmi izlemek, damardan mutluluk enjekte etmek gibi kendime.. Ne kadar içten, şirin, güzel filmler yapıyor bu adam..


Küçük kırmızı bir balık iken bir kız çocuğu olma hayali kuran Ponyo'nun öyküsü bu güzel masal.. Deniz ve denizaltı yaşamına bu filminde büyük bir ağırlık vermiş Miyazaki. Denizin içindeki yaşayan bütün canlıları o kadar renkli ve güzel betimlemiş ki, hayran kalmamak elde değil.. Ve tabii ki yine çevreci mesajlar vermeyi, insanoğlunun doğayı nasıl katlettiğini bize hatırlatmayı da unutmamış Miyazaki usta.

Çok keyifli ve huzurlu bir akşam geçirmek isteyen herkese tavsiye ederim.

İyi ki bize böyle masallar anlatan birileri var.. Gerçek hayatın karmaşasından ve yorgunluğundan 2 saatliğine de olsa kaçabilmek ne kadar güzel.




Saturday, April 10, 2010

Bilmem nerede, ne zaman

Büyük randevu........Bilsem,nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası, bilsem, hangi ağaçta?

Necip Fazıl Kısakürek


Sürekli unutmaya, unutturmaya çalışsak da oradasın, ölüm meleği. Ne zaman geleceğini bilmiyorum, ne zaman gözlerinin içine bakacağımı. Tesadüfi yaşıyoruz aslında, bir pamuk ipliğine bağlı hayatımız, ve biz farkında bile değiliz bunun.. Kendimizi bu dünyaya bağlı sanıyoruz. Uğraşlarımızdan, mal ve mülkümüzden, sevdiklerimizden ve bizi sevenlerden sıkı sıkıya bağlandık sanıyoruz bu aleme.

Oysa bu beden bir mabet, içinde bir can saklı. O canı ödünç aldık Tanrı'dan, zamanı gelince geri vereceğiz. Ödeyeceğiz borcumuzu. 'Vücud-u şehrimde misafirim' demişti Ömer Faruk Tekbilek, 'Manhem' şarkısında. Ne kadar doğru. Misafiriz kendi bedenimizde, bu geçici kabukta.


'Ten fanidir can ölmez, ölenler geri gelmez.
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil...'

Yunus Emre


Fani bedenim iflas edince, canımı teslim almaya ne zaman geleceksin bilmiyorum.

Geldiğinde gözlerinin içine bakacağım, melek.
Ve bir bir anlatacağım sana.
Masmavi gökyüzünün parlayışını, uçsuz bucaksız sabahlarda.
Tenin tene değmesinin mutluluğunu, insanın içini titreten aşkı,
Aniden bastıran akşamlarda, kesif bir duman gibi çöken hüznü,
Gülen gözlerin ışıltısını, gözyaşlarının yakan tuzunu anlatacağım.
Kırılan kalplerin şarkılarını, buz kesmiş ruhların ağıtlarını
İnsanın içini yakan özlemi, tek başına yanan mumun alevini
O alevde gizli yalnızlıkları, korkuları, sancıları
Korkuyla büyüyen gözbebeklerini
Güm güm atan binlerce, milyonlarca yüreği
Gecenin kara dantelini, gündüzün beyaz örtüsünü
Esen meltemi, köpüklü dalgaları
Her gün yeniden doğan güneşi,
Uçsuz bucaksız çöllerde dolanan kum tanelerini
Rüzgarı, bitmek bilmeyen hikayesini, sesini
Sesimi, nefesimi, hikayemi..



Sonra susacağım.
Gözlerimin içine bakıp, gülümseyeceksin.
Sımsıkı tutup elimden, çekip beni, götüreceksin.


Wednesday, April 7, 2010

İstanbul Modern






İstanbul'a her gittiğimde mutlaka uğradığım, hem yeri ve manzarası, hem de iç mekanının ferahlığı ve modernliği ile çok sevdiğim bir müze, Karaköy'deki İstanbul Modern. Daha önceki İstanbul ziyaretleri yazılarımda da bahsetmiştim orada görme fırsatını bulduğum sergilerden. Her gittiğimde beni çok mutlu eden, bambaşka dünyalara götüren bir yer. Hiç bir zaman çok kalabalık olmadığı için de sanat eserlerini, resim ve fotoğrafları rahat rahat izleyip incelemek için çok ideal bir mekan.

Bu sefer de annem ve babamı alıp bir Pazar günü güzel bir Pazar kahvaltısından sonra uçurdum İstanbul Modern'e. Yine tenha, yine sessiz ve sakindi. Çok güzel bir gün geçirdik orada, önce klasik Türk resminin ustalarının eserlerini hayranlıkla inceledik, Türkiye'nin yakın tarihini siyah-beyaz fotoğraflar ve piyano müziği eşliğinde anlatan bir video instalasyonu izledik.



Bedri Rahmi ustanın resimlerine tekrar hayranlıkla baktım, Anadolu'yu bir kilim gibi bütün renkleri ve desenleriyle nasıl işlediğine, o enfes resimlerinde..




Nuri İyem'in hüzün gözlü kadınlarının gözlerinin içine baktık. Sanatın insanın ruhunun derinliklerine dokunan o eşsiz güzelliğiyle büyülendik.



Daha sonra da benim müzeye asıl gitmek isteme nedenim olan,
Türkiye, Rusya ve Yunanistan'dan fotoğrafçıların yapıtlarından oluşan 'İçimizdeki Zaman' adındaki fotoğraf sergisini gezdik. Sergideki fotoğrafların her birine hayran kaldım, 'Ben ne zaman böyle fotoğraf çekebileceğim acaba?' diye de düşünmedim değil :)

Bu güzel sergiyi 16 Mayıs'a kadar gezebilirsiniz. Eğer İstanbul'daysanız kaçırmayın derim.




İstanbul Modern'in çok sevdiğim 'zincirli merdiven'i.




Ve son olarak, müze'nin en sevdiğim yeri olan kütüphanesinin, havaya asılı kitaplarla kaplı tavanı!



Saturday, April 3, 2010

Bulutların üzerinde sinema



Bilenler bilir, uzun uçak yolculuklarında (hele de tek başınaysanız) zaman geçmek bilmez. Hele de İstanbul-Chicago arası gibi aktarmasız, tek seferde 12 saat aynı koltukta oturmak zorunda olduğunuz bir uçuşta, sizi eğlendirecek/zaman geçirtecek bir şeyler olmazsa gerçekten çok sıkılırsınız. Gece uçuşunda uyuyabilsem de gündüz uçuşlarında 15-20 dk.dan fazla uyuyamadığım için zaman da geçmek bilmez zaten.

Allah'tan THYnin uçaklarında artık tam önünüzdeki ekrandan istediğiniz filmi, CD albümünü, TV programını, radyoyu ya da oyunu seçebiliyor ve onlarla zaman geçirebiliyorsunuz. THY sürekli bizi beslediği için (Amerikan uçaklarındaki gibi sizi aç bırakmıyorlar, her iki-üç saatte bir mutlaka yiyecek bir şeyler geliyor, yaşasın yurdumun havayolu şirketi!) ya yemek yiyor, ya bir şeyler okuyor ya da bir şeyler izliyor oluyorum.

Bu sefer de uçakta izlediğim filmi paylaşmak istedim.


Where the Wild Things Are (Spike Jonze):


Maurice Sendak'ın aynı isimli çocuk kitabından uyarlanan bu film gerçekten çok değişik. (Bu arada kitap dediğime bakmayın, çocuk kitabı olduğu için bir kaç cümleden oluşuyor sadece, kitabın orijinalinin youtube'da okunduğu kısa bir video var, izlemek isterseniz şurada) Karanlık, çocuksu ve naif, hüzünlü.. Müzikleri de ayrı güzel, hatta soundtrackini satın almayı bile düşündüm.

Sanki çocukluğun o loş koridorlarında yeniden dolaşmak gibi, çocukluğa geri dönmek gibi bu film. 1.5-2 saatliğine de olsa kendimi gerçekten Max'in yaşında bir çocuk gibi hissettim, onunla birlikte 'vahşi şeylerin yaşadığı' o adaya gittim, onunla birlikte dostluklar kurdum, hüzünlendim, çocukluğun o sınırsız hayalgücünün büyüsünü hissettim. Çocukluğumun bir daha asla geri gelmeyecek olduğunu bildiğim için belki de, film buruk bir tat bıraktı içimde. Max'in asla bir daha o adaya geri dönemeyecek olması gibi, ben de içimde çocukluğu kaybetmenin acısını hissettim.


Not: Şu videoda da aynı kitabı ABD başkanı Barack Obama'nın sesinden dinleyebilirsiniz :)





Sunday, March 28, 2010

Bir şehri çok sevmek


Soludum havasını güzel İstanbul'un, sokaklarında saatlerce yürüdüm. En çok da ilkgençliğimin geçtiği Kadıköy ve Moda sokaklarında, sahaflarında, dükkanlarında... Kulaklarımda Beirut'tan St Apollonia, yürüdüm, zamanın nasıl geçtiğini düşündüm, düşündüm... Eski evimize baktım, eski mahallemize, değişen ve değişmeyen herşeyi izledim. İnsanları izledim, insanlarla yürüdüm, sokaklarda insan sellerinin içinde kendimi kaybedip yeniden buldum.. Vapura, otobüse, tramvaya, taksiye, dolmuşa bindim. Şehrin nabzını hissettim, tadlarına ve kokularına doydum, şehri derin bir nefes gibi içime çektim.

Bütün sinir uçlarımı teyakkuzda tutan bir farkındalıkla hissediyorum ve seviyorum İstanbul'u. Belki de nadiren gördüğümden, bu kadar farkındayım güzelliğinin.. Bu şehirde sürekli yaşasam güzelliğine alışıp, kayıtsız da kalabilirdim belki. Çok güzel bir kadınla evli olan bir adam için bile her gün görmekten o güzelliğin sıradanlaşması gibi.. Belki de sürekli içinde olsaydım, güzelliğini bu denli farketmezdim bu şehr-i şehrin..

Bir kaç gün sonra veda edeceğim bu güzel şehre.. Her zaman olduğu gibi doyamadan, güzelliklerinin tadı damağımda.. Tekrar görüşmek üzere, güzel İstanbul..

Thursday, March 18, 2010

İstanbul günleri



İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük

Yarısı balık yarısı kuş

İstanbul deyince aklıma bir masal gelir

Bir varmış, bir yokmuş..


Bedri Rahmi Eyüboğlu



Güzel yemekler yiyorum bugünlerde, güzel insanlar görüyorum.
Sevdiklerimin gözlerinin içine bakıyorum, sarılıyorum onlara, öpüyorum, kokluyorum, yüzlerine ve ellerine dokunuyorum, gerçekliklerinden emin olmak istercesine. Birlikte geçiremediğimiz onca zamanı telafi etmek istercesine.

Bir süre kendi içime dönmek, kendimle ve sevdiklerimle başbaşa kalmak istiyorum. İstanbul'u doyasıya solumak, güzelliğini ve güneşli günlerini içimde saklamak istiyorum.


Monday, March 15, 2010

Yollara düşmek


Türkiyedekiler yarın sabah bu satırları okurken ben Atlantik Okyanusunun üzerinde bir yerlerde uçuyor olacağım. Bir dahaki yazımı ise başka bir kıtadan yazıyor olacağım.

Dersaadet semalarında uçak inişe geçmişken size el sallarım a dostlar! :)


Kalın sağlıcakla..




Thursday, March 11, 2010

Serçelerin Şarkısı



İranlı yönetmen Majid Majidi'yi, ilk olarak Cennetin Çocukları ile tanıyıp, çok sevmiştim. Serçelerin Şarkısı (Avaze Gonjeshk-ha) da en az onun kadar naif, içten, sıcacık bir film.

Bir devekuşu çiftliğinde çalışan Kerim, çiftlikten bir devekuşu kazara kaçınca işinden atılır. Aksi gibi tam da paraya ihtiyacı olan bir zamanda. Çünkü işitme kaybı olan kızı kulağına taktığı işitme cihazını başka çocuklarla oynarken bir su deposuna düşürdüğü için cihaz bozulmuştur. Kızının yeniden duyabilmesi için babasının Tahran'a gidip cihazın yenisini alması gerekmektedir. Tahran ve köyü arasında motorsikletle gidip gelmeye başlayan Kerim'in hayatı bir anda değişir. Kerim'in hayatını izlerken İran'da şehir ve kırsal alan farklarına ve her ikisinin gerçekliklerine de tanık oluyoruz bu sayede. Ayrıca İran'da İbrahim Tatlıses'in çok popüler olduğuna tanık oldum bu filmde, çoğu yerde minibüs veya arabada onun şarkıları çalındı kulağıma! Benim için hoş bir sürpriz oldu :)

Kızı Haniye'nin işitme cihazını düşürdüğü su deposu çamurlu, pis, bakımsızlığa terkedilmiş bir depodur. Bütün film boyunca çocuklar orayı bir balık havuzu yapma tasarısıyla depoyu temizlemeye koyulurlar. Bu onların en büyük hayali ve projesi olur.

Filmin iki gerçekliği var: Bir yanda çocukların dünyası, bir yanda yetişkinlerin. Çocuklar o kadar sevimli ve doğallar ki, rol yapıyor olduklarına inanamıyor insan. Çocuklar ve yetişkinlerin dünyasının kesiştiği noktalarda, büyülü bir mutluluk kaplıyor içimizi.

İran sinemasını bu yüzden çok seviyorum. Hiç bir Hollywood filminde bulunamayacak bir içtenlikle, film, uzanıp yüreğime dokunuyor. İçimde bir yerlerde yüreğimin bir telini titretiyor.


Tuesday, March 9, 2010

Mızmız mız 2

Doktoranın ikinci kısmı, yani 'tez yazma süreci'nin en zor yanı:

Bu süreçte resmi olarak gitmeniz gereken bir ders ya da iş, bir patronunuz yoktur. İşte tam da bu yüzden danışmanınız, anneniz, babanız ve eşiniz dışında hiç kimse sizin projenizin aciliyetini anlayamaz ve ciddiye de almaz. Hemen yarına yetiştirmeniz gereken bir şey olmadığı için, arkadaşlarınız bir yere gidemediğiniz ya da onlarla sosyal aktivitelere katılmadığınız zaman size darılır ve/ya küser. Onlara göre, sizin 'işiniz gücünüz yok'tur. Ya da sizin işiniz 'çok kolay'dır ve çok fazla boş zamanınız vardır (!)

Halbuki doktoranızın mümkünse 10 sene sürmemesi ve mümkün olduğu kadar kısa sürede bitmesi için mütemadiyen bir şeyler okumanız ve yazmanız gerekmektedir. Bir şey okumadığınız ve yazmadığınız her an size vicdan azabı ve suçluluk duygusu olarak geri döner.

Buradan bütün doktora yapan arkadaşlarıma sesleniyorum: Bu insanlar bizi ne zaman ciddiye alacak? Mesai saatlerimizin bile bir sınırının olmadığı bu 'iş'te ne zamana kadar görünmez kalacağız? Hafife alınacağız?


Monday, March 8, 2010

Hurt Locker


İnanamıyorum.
Böylesine vasat bir filmin 7 oskar almış olduğuna inanamıyorum.

Oscar törenini oturup izlemedim. Zaten zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Makalem üzerinde çalışırken arada internetten kimin kazandığına baktım sadece. Sonuçlar - yine hayalkırıklığı.

Filmi geçen hafta seyrettim. Konusu gereği gerilim dolu ve heyecanlı olması gerekirken gayet sıkıcı ve uzun gelen bir film. Birbirinden kopuk sahnelerle dolu, öyle ki sahneler arası geçişler bazen gerçekten anlamsız geliyor. Bazı sahneler gereksiz yere uzatılarak seyirciyi bunaltırken, bazı sahneler de hiç açıklama yapılmadan çok çabuk bitirilmiş. Öyle aman aman bir oyunculuk yok kesinlikle.

Film tam anlamıyla bir Amerikan savaş propagandası. Adeta 'Biz niye burada Irak'tayız, bakın görün işte' der gibi.. Hep Amerikan askerlerinin gözünden anlatılmış ve filmdeki bütün Iraklılar hep kenardan köşeden olayları izleyen, sinsi bakışlı, 'potansiyel terörist' ya da intihar bombacısı tipler. ABD askerlerinin aşağılamak için 'Hacı' takma adıyla seslendiği insancıklar. (Bunun bir örneğini de Vietnamlılara 'gook' ismini taktıklarında görmüştük) Bunların dışında DVD satan bir çocuk ve yaşlı bir profesör var sadece sivil halktan. Onlarla olan ilişki de o kadar yüzeysel ve saçma ki.. Iraklı mazbut bir profesör, evine silahla dalan izbandut gibi bir Amerikan askerine neden 'Evime hoşgeldiniz. Evimde CIA'i görmek ne güzel. Buyurun oturun bir kahve ikram edeyim' der ki ???!!!??

Ait olmadıkları bir ülkeyi işgal etmişken sürekli heavy metal dinleyip sonra gidip evleri basan, sivil ölümlerine sebep olan, bu işten para kazanan ve yüksek teknoloji silahlarla donatılmış Amerikan askerlerine nasıl sempati duymam beklenebilir?

Kısacası Hurt Locker, A.B.D sürekli farklı ülkeleri manasızca işgal ettikten sonra Hollywood'un o savaşlardan nasıl nemalandığına, o savaşlar üzerinden duygu sömürüsü yapan filmlerle dünyayı uyuttuğuna çok güzel bir örnek.

Bu da bize şunu gösteriyor: Hollywood'da savaş propagandası çok satar. Akademi, Amerikan milliyetçiliği ve kültürel üstünlüğünü yansıtan filmleri ödüle boğarken, James Cameron'ın Avatar'ı gibi görsel olarak şahane ve aynı zamanda çevreci, savaş ve işgal karşıtı bir filmiyse tamamen gözardı eder. Bir nevi, 'körler sağırlar birbirini ağırlar' durumu yani!

Oscar'ların tek iyi yanı o ödülü çoktan haketmiş Jeff Bridges'a verilen ödül, Christoph Waltz'ın enfes Inglorious Basterds performansına verilen ödül ve animasyon dalında Up'a verilen ödüllerdi. Canım Meryl Streep'ime o Oskar'ı bir türlü veremedin ya Akademi, gözümde çok düştün!! Geçen sene bir balon gibi şişirilmiş Slumdog Millionaire'i ödüllere boğduğunda anlamalıydım zaten, kriterlerinin benimkilerle hiç uyuşmadığını.

Oskar'lar benim için bitmiştir. Bir daha da gelmem! :)



Saturday, March 6, 2010

Bir blog insanın hayatını nasıl kurtarır?



Hayatını, en büyük tutkusuna, sinemaya adamış bir insan. Sinema eleştirmenliğini saygın bir meslek olarak ilk defa geçerli kılanlardan biri. Chicago'da yıllar boyunca Gene Siskel ile birlikte 'Siskel-Ebert şovu' adındaki televizyon programlarında geniş kitlelere seslenmiş, hayatı boyunca binlerce film izleyip hepsi hakkında çok başarılı yazılar yazmış, 40 yılı aşkın meslek hayatında. Mesleğinin duayenlerinden Roger Ebert. Dolu dolu geçen hayatı boyunca o kadar çok şey paylaşmış ki, izleyenleri ve okuyucularıyla.

1999 yılında, en yakın arkadaşı ve birlikte programı sunduğu Gene Siskel, beyin tümöründen dolayı hayatını kaybediyor. Ebert yıkılsa da, şov devam etmek zorunda. Tek başına programını sürdürüyor yıllar boyunca. (Şu anda Chicago'da Gene Siskel adına yapılmış bir sinema var: Gene Siskel Film Center. Genelde sanat filmleri ve yabancı sinema örnekleri gösteriliyor. Hatta burada bir kaç Türk filmi de gösterilmişti.)

2002 yılında tiroid kanseri teşhisi konulan Roger Ebert, kanserle olan savaşını sonunda kazanıyor. Kazanıyor kazanmasına ama, geçirdiği onlarca ameliyattan ve bir çok ameliyat komplikasyonundan sonra çenesinin çok büyük bir kısmı alınıyor ve ses tellerini kaybediyor. Hayatı boyunca televizyonda ve radyoda, onlarca değişik sahnede konuşmaya alışmış, kendini ifade etmeyi meslek seçmiş bir insan için bunun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edebiliyor musunuz? 2010'daki hali bu:




Doktorlar 'bir kez daha ameliyat edersek sesine kavuşma olasılığın var' diyorlar. Kesinlikle kabul etmiyor. Geçirdiği ameliyatlardan öylesine gına gelmiş ki artık, kesinlikle tekrar bıçak altına yatmak istemiyor. O ana kadar geçirdiği ameliyatlar onu eskisinden de kötü durumda bırakmış çünkü.

Şimdi Roger Ebert, önündeki bilgisayara yazdığı kelimeleri sese çeviren bir program (text-to-speech) sayesinde konuşabiliyor sadece ve çevresiyle bu şekilde iletişim kuruyor. Önceleri İngiliz aksanlı jenerik bir bilgisayar/robot sesi olan bu ses, şimdi Roger Ebert'ın kendi sesine çok daha fazla benziyor. Çünkü bu yeni programı yazanlar, Ebert'ın yıllar boyu televizyon programlarında söylediği yüzlerce değişik sözcüğü banttan tarayıp bularak ve bir araya getirerek, ona kendi sesinden oluşan bir ses yaratmışlar. İnanılır gibi değil.

Roger Ebert şu anda normal insanlar gibi yemek de yiyemiyor. Bir tüpten besleniyor ve çoğunlukla oturur poziyonda dinlenmek zorunda.

Geçirdiği hastalığa ve bütün bu başına gelenlere rağmen Roger Ebert inanılmaz derecede hayata bağlı, ve söylediğine göre eskisinden çok daha fazla yazıyor. Bütün dünyaya açık olan internet blog'unda hala çok yoğun olarak yazılarına devam ediyor. Hala film izleyip film eleştirileri yazıyor, hem de eskisinden de büyük bir mutluluk ve şevkle. Dünyanın her köşesinden okuyucuları var ve yazıları binlerce yorum alıyor. Blog'u onu hayata geri döndürmenin ötesinde, hayata sımsıkı bağlamış durumda şu anda.

Gerçek hayatta gerçek sesini kaybetmiş, hastalığın pençesine düşmüş ve zayıflamış bir insanın, internet ve blog'u sayesinde sesini tekrar bulması, hayata bağlanmakla kalmayıp sesini ve kendi hikayesini bütün dünyaya duyurabilmesi nasıl büyük bir mucize, farkında mısınız?

Bir blog, bir insanın hayatını işte böyle kurtardı.




Roger Ebert'ın geçtiğimiz ay yaptığı Esquire dergisi röportajı burada. (Bu haldeki bir insanın Esquire gibi bir dergiye tam sayfa portre fotoğrafı vermesi nasıl müthiş bir kendiyle barışıklık ve cesarettir? İnanamıyorum gerçekten)

Roger Ebert'ın blog'unda hastalık ve ölümle ilgili yazdığı, gözyaşları içinde okuduğum 'Go Gently into that Good night' yazısı burada. (Ünlü şair Dylan Thomas'ın bu şiirini bilenler başlığı hemen tanıyacaklardır). O kadar güzel bir yazı ki etkilenmemek elde değil.

Sinemayla ilgili yazıları ve röportajlarından bir seçkiden oluşan 'Awake in the Dark' (Karanlıkta Uyanık olmak) kitabı. En kısa zamanda alıp okumak istiyorum. Roger Ebert'ın sinemayla ilgili bir çok kitabı var.

Geçtiğimiz haftalarda Oprah Winfrey'in programında
eşiyle birlikte.




Roger Ebert şimdi çok sevdiği eşi Chaz'le birlikte Chicago'da şehir merkezindeki evinde yaşıyor. Çok sevdiği kitaplarının tam ortasında.


Thursday, March 4, 2010

Büyük bir şehirde yaşamanın en güzel yanı


Fotoğraf:Bizim kütüphanenin 5. kat penceresinden Chicago silüeti



Haftaiçi bir akşam saat gece 11'e gelmişken, bütün gün bilgisayarın başında oturmaktan sıkıldığınız ve ikiniz birden 'of, yeter' dediğiniz anda ani bir kararla çıkıp arabaya atlayıp bir yerlerde 24 saat açık Meksika kafesi bulup peynirli 'enchilada' (bir tür dürüm) yedikten sonra hemen yanıbaşındaki Green Mill'de 1 saat boyunca canlı olarak caz dinleyebilmektir.


Daha önce de söylediğim gibi ben kesinlikle bir şehir kızıyım. Ne mutlu bana ki A.B.D gibi tutucu Hristiyan bir ülkede ne idüğü belirsiz bunaltıcı bir kasaba yerine böyle büyük, güzel ve kozmopolit bir şehirde yaşıyorum. Gidip Arap ve İran marketlerinden Türk çayı ve her türlü Türk gıda maddesi alabiliyorum! Gecenin bir yarısında gidip canlı müzik dinleyebiliyor, farklı kültürlerle sarmalanabiliyorum.

Sunday, February 28, 2010

Orhan Pamuk'u anlamak

'Gene sustular. Dönüp denize, iskeleye baktılar. Sandallardan inen yolcular acele etmiyor, bacaklarını iki yana açıp küçük adımlar atarak tabanlarının altındaki toprağı hissediyorlardı. Pırıl pırıl kış güneşi de onları ağır ağır yıkıyordu. Kimsenin, hiç bir şeyin acelesi yoktu. Bütün doğa da, insanlar da tadını çıkararak yaşıyorlar, taşkınlık etmeden, kendilerine verilen şeyin değerini öyle fazla düşünmeden, hafif hafif zamanı akıtarak ölümü bekliyorlardı.'

Orhan Pamuk - Cevdet Bey ve Oğulları



Orhan Pamuk, Nobel ödülünü hak etti mi, hak etmedi mi?

Dünya üzerinde, yazarının Nobel ödülünü sorgulayan tek ülkeyiz herhalde. Kendi yazarını sahiplenmek şöyle dursun, dışlayarak böylesine tehdit etmenin başka örneği varsa da ben bilmiyorum.

Henüz ilk romanında, 1974 yılında yukarıdaki gibi bir paragrafı yazabilen Pamuk, benim gözümde Nobel ödülünü sonuna kadar haketmiştir. Kitaplarıyla hayatımda derin izler bırakmış, yaşamımın akışını değiştirmiştir. Bana yaşamı sorgulatmış, düşündürtmüş ve beni derin hüzünlere garketmiştir. Bana göre, en başarılı Türk yazarlarından biridir.

Benim gözümde, kazandığı Nobel ona eşsiz anlatım gücü, muhteşem birikimi ve altyapısı sebebiyle verilmiştir.

Bunun tersini düşünenlere genelde ilk sorduğum soru 'Orhan Pamuk'un herhangi bir kitabını okudun mu?' olur. Aslında bu soru, biraz retoriktir de, cevabını beklediğim çok söylenemez, çünkü genelde böyle düşünenlerin %95i değil Pamuk'un bir romanını, yazdığı bir paragrafı dahi okumamıştır. Ucuz şovenizmlere, faşist ve ırkçı bir milliyetçiliğe sırtını yaslamış, ağzından salyalar saçarak küfreden, edebiyattan bihaber kesimden bahsediyorum.

Beklediğim 'hayır' cevabını alır almaz önce bir gülümserim. Çünkü benim gözümde bir yazarın kitaplarının o ülke halkı tarafından ne kadar okunuyor olduğu çok da bir şey ifade etmez. Özellikle de o ülke Türkiye gibi edebiyatın ve kitap okumanın en geri plana atıldığı, insanların çoğunun dev şirket tekellerindeki medyanın rezil gazetelerinden, polemik ve komplo teorisi dolu ucuz ve basit 'Migros romanları'ndan ya da cinsellik merkezli kadın dergilerinden başka pek bir şey okumadığı, yaşamlarını yoz bir televizyon ve dizi kültürü üzerine kuran bir ülke ise.

Benim gözümde bir yazarın uzun cümleler kurması, anlatımında nadir bulunan kelimeler ve yapılar kullanması, ve kitaplarının bu sebeple az okunuyor olması, o yazarın kötü yazdığının bir göstergesi değildir. Aksine, toplumun henüz o kitapları sindirebilecek seviyeye gelememiş olduğunun göstergesidir. Bunun en iyi örneği ise kendi ülkesinde bu kadar dışlanan Pamuk'un kitaplarının uluslararası 'bestseller'lar olması ve çeviri oldukları halde onlarca farklı ülkede binlerce insan tarafından sevilerek okunuyor olmasıdır. Ne büyük bir ironidir ki, anadilinde yazdığı halde o dilde kendisini okuyan insan sayısı çok büyük bir olasılıkla başka ülkelerdeki okuyucu sayısından çok daha azdır.

Orhan Pamuk'u tam anlamıyla anlayabilmek için, kitaplarındaki referansları yakalayabilmek için hem Doğu hem Batı edebiyatını sindirmiş olmak, belli bir altyapıya sahip olmak gerekir. Bu durum, özellikle ilk kitapları ve benim yazarın şaheseri saydığım 'Kara Kitap'ında geçerli. Tabii ki özellikle son yıllara doğru yazarın, popülerleştikçe daha çok okunabilmek ve kitlelere daha çok ulaşabilmek için ticari kaygısı yüksek, bol reklamlı, turuncu ve pembe kapaklı romanlara doğru kaydığını görmemek mümkün değil. Aynı Elif Şafak'ın yaptığı gibi. Ancak Orhan Pamuk'un ticari kaygıyla da olsa yazdığı romanlar vasatın o kadar üzerinde ki, Türk Edebiyatı'na yaptığı katkıyı görmezden gelmek benim gözümde büyük bir aymazlık. 2000'lere gelinceye kadar önümüze sunduğu 'Cevdet Bey ve Oğulları', 'Kara Kitap' ve 'Yeni Hayat' gibi şaheserlerle bence Pamuk zaten edebiyatta takdir edilmeyi, emeği ve alınteri için alkışlanmayı çoktan haketmiş bir yazardı.




Doğu'yu da Batı'yı da böylesine iyi sindirip bizim arada kalmışlığımızı, Doğu'nun hüznünü, kendine ait siyah-beyaz renklerini, dünyanın en güzel şehri olan İstanbul'u, Türkiye Cumhuriyeti yakın tarihini, anları, hayatları, ölümü, aşkı, mutluluğu ve mutsuzluğu böylesine iyi anlatabildiğin için Orhan Pamuk, sen, bu Nobel'i sonuna kadar hakediyorsun. Seni ölümle tehdit eden, boş bakışlı, beyin yerine omurilikten hareket eden kesime bakıp moralini bozma sakın. Onlar sadece gerçek başarıyı yok sayıp, ucuzluk ve basitlikleri alkışlamayı bilirler.