Friday, August 22, 2008

Kısa filmler, güzel filmler


Ne zamandır kısa film izlememiştim. Tesadüf ki Netflix listemde biriken filmlerden geçen hafta ardı ardına gelen iki film de kısa filmlerden oluşan seçkilerdi. Ve ikisi de birbirinden güzeldi. Kısa film izlemenin ne kadar güzel olduğunu unutmuşum!

Kısa filmlerden oluşan bir seçki izlemeyi şuna benzettim: Sanki kocaman bir çikolata parçasını yemek yerine, bir truffle kutusunu açıp değişik trufflelardan her birini teker teker, tadına vara vara, farklılıklarını hissederek yemek gibi. Benim gibi çikolata delisi birine de bu benzetme yakışırdı zaten! :)



'Paris, Je T'aime' 18 farklı hikayeden oluşan, hepsi de Paris'in farklı bir bölgesinde geçen bir kısa filmler bütünü. Ana teması aşk/sevgi bu filmlerin. Hepsi de birbirinden güzel olmuş, hepsi başka türlü bir aşkı anlatmış. Büyük bir şehrin değişik yerlerinde yaşayan insanların hayatlarından kesitler şeklinde hikayeler. Ve çoğu çok gerçekçi, sanki gerçek hayatta tanık olabileceğiniz, sokakta bir parçası olabileceğiniz sahneler gibi. Bu filmleri izledikten sonra Paris'e gerçekten de çok gitmek istedim. Ratatouille'i izleyince de aynı şeyi düşünmüştüm, bu filmde de Paris tüm güzelliğini gözler önüne sermiş. Ayrıca bir senedir boşladığım Fransızcama geri dönmem gerektiğini de hatırladım! Fransızca şu ana kadar öğrendiğim en güzel dil, kesinlikle!

Ama benim filmde en çok beğendiğim, en çok içime işleyen aşağıdaki kısa film oldu. (Türkiyedekilerden özür diliyorum şimdiden, ama belki internette Youtube'dan başka bir yerde de vardır. Bu kısa filmin ismi: Faubourg Saint-Denis) Aşkın doğuşu, gelişmesi ve sonuçları bu kadar güzel anlatılamazdı. İki insanın bir ilişkide hayata dair paylaştıkları bu kadar güzel bir müzikle, bu kadar şiirsel özetlenemezdi, hem de sadece 6 dakikada. İşte karşınızda: Faoubourg Saint-Denis:





İkinci izlediğim kısa filmler bütünü ise Jim Jarmusch'un Coffee and Cigarettes'iydi. Bu film de hepsi kahve ve sigara konusu etrafında dönen 11 hikayeden oluşuyor. Hepsi de inanılmaz keyifliydi. Çoğunu tanıdığımız sanatçıları, oyuncuları kendi isimleriyle, kendi karakterlerini oynarken izlemek çok eğlenceli oldu. Çoğu yerinde yüksek sesle kahkaha attık! Filmle ilgili en çok hoşuma giden şey yine detaylara çok dikkat edilmesiydi. Her sahnede mutlaka bulunan 'siyah-beyaz karelerden oluşan dama dizaynı' mesela. İnsanların kahve ve sigara ikilisine bağımlılığı. Bazen diyalogların absürdlüğü ve saçmalığı. Ya da bütün hikayelerin siyah-beyaz oluşu. Herşeyiyle gerçekten çok sevdim bu filmi!






Bu filmde de en çok sevdiğim hikaye, 'Kuzenler' adındaki hikaye oldu. İkisini de Cate Blanchett'in oynadığı birbirine tamamen zıt iki kuzenin diyaloğu. Rol yeteneği gerçekten çok başarılı, karşımızda adeta iki farklı insan görüyoruz sanki! Soldaki sarı saçlı, tipik 'preppy' dedikleri türden başarılı bir iş kadını. Sağdaki hayatta herşeyi boşvermiş, aldırmaz tavırlı, ağzı bozuk bir hippi. Birbirinden bu kadar farklı iki kadının, bazı yerlerde gerçekten de çok absürdleşen diyaloğu çok güldürdü beni. İşte karşınızda, Kuzenler:





Güzel bir haftasonu diliyorum.

Monday, August 18, 2008

Canım kardeşime


Bu bir 'hayat dersleri bütünü' değil. Bir abla olarak ahkam kesmek de istemiyorum. Senden sadece 4 sene fazla yaşamış birisi olarak 'ahkam kesmek benim neyime' bile diyorum hatta:)

Bu yazı, hayatta gördüklerim ve gözlemlediklerimden çıkardığım bir kaç küçük tavsiye, bir kaç küçük öneri sadece. Okumanı isterim tabii ki, ama kendi hayatına uygulayıp uygulamamak tamamen sana kalmış. Önerilerimin hepsinin doğru olduğunu kesinlikle iddia etmiyorum. Her insan farklıdır, ve hayatı kendi tarzında yaşar. Bunlar benim kendi kişisel görüşlerim, düşüncelerim, gözlemlerim, hepsi bu.

Yeni bir dünyaya adım attın, çok kısa süre önce. Beş sene önce ben de senin gibi yeni içine girdiğim bu dünyayı keşfetmeye çalışıyordum. Gözlerimi kocaman açmış büyük bir hızla öğrenmeye çalışıyordum her şeyi. Evinden ilk defa bu kadar uzaklaşmış, küçük bir kızdım :)

Bu yeni dünyada her türlü insanı tanıdım, tanıyorum. Hala öğrenecek o kadar çok şeyim var ki! İnsanlar beni bazen hala şaşırtmaya devam ediyor. Ama hayat insana artık bazı şeylere şaşırmaması gerektiğini de öğretiyor.

Canımın içi, kardeşim, arkadaşım:

- Kendine, kendi vücuduna, psikolojik ve fiziksel sağlığına herşeyden çok önem ver. Unutma ki sahip olduğun en 'mükemmel makine' vücudun. Ona çok iyi bak, o sana nasıl en mükemmel şekilde hizmet ediyorsa sen de ona aynı şekilde iyi davran.

- Seni rahatsız eden bir davranışını görmediğin herkese karşı eşit derecede sıcak, dürüst ve açık davran. Gülümsemeni, güleryüzünü insanlardan hiç bir zaman esirgeme. Bunun ne kadar çok kapıyı açabileceğini görünce şaşıracaksın.

- Tutamayacağın sözler verme. Sonra hem karşındakine, hem kendine karşı mahcup duruma düşersin. Birisine bir şey vaat etmeden önce iyi düşün.

- Önemli olduğunu düşündğün her şeyi yaz. Bilgisayara değil, gerçek bir kalemle, gerçek bir kağıda. Düşüncelerini, planlarını, aklında tutman gereken numaraları, ders notlarını ya da gereken herşeyi yazabileceğin küçük bir defter taşı yanında. Unutma, söz uçar, yazı kalır. Bu, her zaman geçerlidir.

- Zor ve bunaltıcı zamanların da olacak tabii ki. Ama asla hayallerinden vazgeçme. Hedeflerini hep büyük tut ve
hiç kimsenin hevesini kırmasına ya da gözünü korkutmasına izin verme. Başını dik tut, kendine güvenini hiç kaybetme. Şunu da asla unutma: Zor zamanlar, insanın en çok şeyi öğrendiği, en çabuk olgunlaştığı zamanlardır da aynı zamanda.

- Çok kızgınken, çok mutlu olduğun zaman ya da çok üzgünken bunu başkalarıyla paylaşmadan önce iyice bir düşün. Karşındaki insan beklemediğin bir tepki verebilir.

- Ayrıntılara dikkat et. Mutluluk, özen ve emek ayrıntılarda gizlidir.

- İşini, ya da sana ekmek parası getiren şey her neyse onu her şeyin üstünde tut. Hangi işi seçersen seç, onu çok sev, onda sebat et, emek ver. Yaptığın iş çok basit bile olsa ona sıkı sıkı tutun, o işte yapabileceğinin en iyisi neyse onu yap. Hayatta neyini kaybedersen kaybet, hiç kimsenin elinden alamayacağı tek şey işini yapabilme yeteneğin ve becerindir. Bu yetenek elinde olduğu sürece kendi ayakların üzerinde durabilirsin.

- Ne kadar meşgul olursan ol, zamanının birazını tutkuyla yaptığın bir şeye ayır. Bu bir gitar çalmak olabilir, ya da resim yapmak, yazı yazmak, fotoğraf çekmek, şarkı söylemek, kitap okumak, göl kenarında koşmak... Gereksiz ve zaman öldüren uğraşlar yerine zamanını daha akıllıca kullanarak sevdiğin şeylere de zaman ayırabilirsin.

- Küçük ve önemsiz sıkıntılara gereğinden fazla zaman ayırıp önem verme. İnsanların tek tek davranışları yerine durumun bütününe odaklan. Seni yaralayan, olumsuz ve negatif enerji saçan, kıskanç insanlarla görüşmeyi mümkün olduğunca en aza indirge. Sana değer katan, seni olduğun gibi seven, senin mutluluğunla mutlu olan insanlarla çok daha fazla vakit harcamaya çalış ve onlara çok değer ver, çünkü böyle insanlar çok nadir bulunur.


Eminim ki bütün bu tavsiyelerime rağmen mutlaka hatalar yapacak, ve bunlardan çok şey öğreneceksin. İnsan olmanın en güzel yanı da bu değil mi zaten? Hatalarımız olmasaydı doğruyu nasıl görürdük? Ben sana ne kadar tavsiye versem de bir doğruyu öğrenmenin en etkili yolu, kendi hatalarına bakıp onlardan ders almaktır. Bir bebek, düşmeden nasıl öğrenebilir yürümeyi?

Tabii ki herşeyi hata yaparak öğrenmek zorunda değilsin. Gözlem yeteneğin ve algıların sayesinde bir çok şeyi başkalarının davranışlarından ve hayatlarından da öğrenebilirsin. İnsan hayatı bütün hataları ve sonuçlarını yaşayarak öğrenecek kadar uzun değil. Dikkatli ol, gözlem yap ve 'O insanın yerinde ben de olabilirdim' diye düşünmeyi unutma.


Umarım böyle uzun uzun nasihatlerle başını şişirmemişimdir! Biliyorsun bazen mesleksel deformasyondan dolayı öğretmenliğimin tuttuğu oluyor :)

Şunu unutma ki bu yeni maceranda hayatı ve insanları yeniden keşfederken hep arkandayım, ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa yanındayım. Seni çok seviyorum canım kardeşim.




Ablan


Thursday, August 14, 2008

No Country for Old Men (2007)


'But now I have come to believe that the whole world is an enigma, a harmless enigma that is made terrible by our own mad attempt to interpret it as though it had an underlying truth. '

Umberto Eco


Bir rüya gördüm.

2 saat kadar sürdü.
Rüyamda, dünyanın çok da bir anlamı yoktu.
Hayatımız boyunca biz o anlamı arıyor, işaretler bekliyor, bir yerlere doğru ilerlemekte olduğumuzu sanıyorduk.
Yaşamımızın bir önemi olması, bir fark yaratması için o kadar çok çaba harcıyorduk ki, çok basit bir gerçeği unutuyorduk:
Belki de herşey göründüğü gibiydi.
Altında gizli bir anlam, gizli bir plan, gizli bir amaç yoktu.
Psikopat bir katilin buz gibi gözlerine bakarken anlıyordu bunu insan belki.
Belki de bir anlamı olmamasına rağmen insanların öldüğünü, acı çektiğini farkettiği zaman.
Öldürmesi için hiç bir sebep yokken insan öldürenleri gördüğü zaman.

Belki de hiç bir bağlantı yoktu olaylar arasında.
Herşey sadece vardı, öyle olagelmişti, öyle de gidecekti.
Geçmişe bakıp, yaptığı şeylerin bir anlamı olmadığını acıyla hissettiğinde anlıyordu bunu yaşlı bir adam.
Adalet getirmek için uğraştığı dünyada hiç bir şeyin değişmediğinde görüyordu.

Ağzında buruk bir tat, uzun yıllar boyunca sarfettiği çabaları, emeklerini.. Hepsini acıyla yutkunduktan sonra fırlatıp atıveriyordu tarihin tozlu, sarı, silik sayfalarının arasına..

Bir rüya gördüm.

Her şey, ama her şey anlamsızdı.

Ve sonra uyandım.

Saturday, August 9, 2008

Elveda Mahmud Derviş


.....................
Uzanmış suyun karşısına
Küçük ayrıntılar arasında geziniyorum
Derken dağılmaya başlıyorlar
Akşamla birlikte
Yitiyorum
Uzaklardan gelen
Çıngırak seslerinin içinde.
Kanayan yerlerimden
Anlıyorum yaşadığımı.

Ayak bastığım her yol
Kaçınıyor benden
Kaçıyor
Gönül verdiğim her kent
Ceketimi fırlatıyor bana.

Şiirlere sığınıyorum
Düşlere
Anlıyorum çok geçmeden
Düşlerime kadar girmiş bıçaklar.
Bir mum yakıyorum
Kapanmayan yaramdan.
Bu gece
Bütün çakıl taşları soluyor.

...................


Mahmud Derviş, 'Ahmed Zaatar'*


* Beyrut'ta bir Filistin kampı olan Tel Zaatar Lübnan iç savaşı sırasında
iki ay kuşatma altında kalmıştı.
Filistinliler güç koşullar altında kuşatmaya
karşı direnmişlerdi. Arapça'da "kekik dağı" anlamına gelen
Tel Zaatar
Filistin direnişinin bir sembolü haline geldi. Hayali bir kahraman olan
Ahmed Zaatar sürekli
yerinden edilen ve sürgünde yaşayan Filistinlilerin
binlerce adsız kahramanını temsil etmektedir.




Monday, August 4, 2008

Elveda Aleksandr Soljenitsin


Henüz önüme gelen herşeyi, ama herşeyi sular seller gibi yutarak okuduğum ergenlik yıllarımdı.. Çok iyi hatırlıyorum, kütüphanemizin üst raflarında duran 'Kanser Koğuşu'nu keşfedip ilk kez okuduğum sıcak yaz gününü.. Zaman, yaz günlerine özgü o sarı, akışkan yavaşlıkta ilerlerken, saatlerce bu kitaba kilitlenip kaldığımı. O zamanlar, 'Bir insan nasıl bu kadar güzel yazabilir, nasıl bu kadar başarılı psikolojik çözümlemeler yapabilir?' diye sormuştum kendi kendime. Nasıl unuturum Kostoglotov'u, Vera Kornilyevna'yı, Zoya'yı, Doktor Dontsova'yı ve onları o kitabı okuduğum bir kaç gün içinde ne kadar iyi ve yakından tanıdığımı.

Büyük yazarların ölümüne, diğer herkesin ölümünden fazla üzülüyorum sanırım.. Çünkü bu karanlık dünyayı aydınlatan meşaleler gibi onlar. Yazdıklarıyla dünyayı çok daha güzel bir yer haline getiren, pırıl pırıl yanan meşaleler. Aslında ölmedi Soljenitsin. Yarattığı karakterlerin her biriyle, kitaplarında yaşıyor. Dünya üstünde herhangi biri bir kitabını eline alıp okuduğu her anda, yeniden yaşam buluyor.

O zaman belki de 'elveda' demek yanlış.. 'Güzel kitaplarında tekrar görüşmek üzere' diyorum..
Görüşmek üzere, büyük yazar.


Sunday, July 27, 2008

Ülkemde neler oluyor?



Binlerce kilometre uzaktan, okyanuslar ötesinden gittikçe artan bir endişe ve huzursuzlukla izliyorum ülkemde olan bitenleri.
İçimde bir sıkıntı..
Ölenler, yaralananlar, patlamalar, çatışmalar..

'Ne zaman akıllanacağız acaba?' diye düşünüyorum kendi kendime.
Biz, yani insan ırkı.
Acaba akıllanacak mıyız?
Anlayabilecek miyiz, dünya üzerinde birbirini ihtiyaç dışı sebeplerden öldüren tek canlılar olduğumuzu?
Buna bir 'dur' demenin gerektiğini..
Masum insanlar, çocuklar, bebekler, siviller ölürken aslında birbirimize en büyük zararı kendimizin verdiğini.

İnsanın insana yaptığını yapıyor mu başka bir canlı, diğer bir canlıya?

1999 yapımı muhteşem 'The Matrix' filminde bir bilgisayar programı olan Ajan Smith, Morpheus'a tiksintiyle bakarak şu sözleri söylemişti yüzüne, tükürür gibi:

'Siz, insanlar, bu gezegenin hastalığısınız.'

Gerçekten öyle mi acaba? Bu gezegenin kanseri miyiz biz? Böyle olduğuna inanmak istemesem de her gün televizyonda, gazetede, radyoda gördüklerim, duyduklarım bu tezi doğruluyor. Birbirimizi öldürmekten, vahşetten, ölümden ve yıkımdan vazgeçemiyoruz bir türlü.

Bugün çok karamsarım.

Ülkemden çok uzakta, elimden hiç bir şey gelmeden, boğazımda bir yumruyla izliyorum olanları.

'Hepimiz için her şey daha iyi olacak' demek istiyor, diyemiyorum..


Friday, July 25, 2008

Millenium Park konserleri




Chicago'nun en çok sevdiğim özelliği kışın ne kadar soğuk ve donuksa yazın da bir o kadar canlı ve eğlenceli olması. Yazın Chicago'da neredeyse her gün bir etkinlik oluyor ve çoğu da bedava. Millenium Park'taki Jay Pritzker Pavilllion'da yer alan konserler de biz Chicago'lulara bahşedilen bir nimet gibi adeta. Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı
böylesine güzel bir sahne ve ses sistemiyle, böylesine güzel bir şehir arka plandayken (ve hiç para vermeden) canlı müzik dinleyebilmek gerçekten çok büyük bir lütuf. Bu yaz da geçen yaz gibi bu nimetlerden bol bol yararlanmaya çalışıyoruz elimizden geldiğince.

Bu yaz ilk gittiğimiz konser Beethoven'ın en sevdiğim senfonisi olan 7. senfoniydi. Gerçekten muhteşemdi. Bizim de dahil olduğumuz Millenium Park'ta bu zamana kadar gördüğüm en büyük kalabalık, derin bir huşu içinde Beethoven'ın ilahi müziğini dinledik.

18. yüzyılın müziği, 21. yüzyılın metal ve cam harikası gökdelenlerinde yankılanırken, 'Müzik böyle bir şey işte' diye düşündüm. Orada bulunan binlerce insanı bir araya getiriyor bu ilahi müzik, ve bu insanlardan herbirini aynı notaların harmonisinde mutlu ediyor. Evrenselliği ve ölümsüzlüğü yakalamanın en güzel yollarından biri belki de müzik.. İnsanın şimdiye kadar yarattığı en mükemmel dil, en keyif verici sesler bütünü. Çünkü bir Çinli de, bir Norveçli de, bir Rus da, bir Amerikalı da, bir Türk de o müziği dinleyince aynı şeyleri hissedebiliyor.

Dün akşam ise Chicago'nun zengin caz kültürünü yansıtan konserler bütününden biri olan
'Made in Chicago: 50 Years of Bossa Nova Featuring Paulhino Garcia's Orquestra Brazzilli' konserine gittik. Ben sadece bir caz konseri olacağını düşünürken öğrendim ki Bossa Nova adında özel bir caz türünün tarihini anlatan bir konsermiş bu. Caz ve sambayı birbirine katıp eklektik bir karışım oluşturan bu sıcak müzik, Brezilya'nın dünyaya bir armağanıymış. Konserde Bossa Nova'nın kurucularının çoğunun besteleri çalındı: Antonio Carlos Jobim, Stan Getz ve Joao Gilberto gibi.

Yeni müzik türleri keşfetmeyi ve müzik anlayışımı genişletmeyi çok seviyorum gerçekten.
Bossa Nova'yı da gerçekten sevdim, bundan sonra daha da çok dinlemeye çalışacağım. Çok sıcak ve güneyden geldiği her halinden belli olan bir müzik. Sanırım bu müziğin bir kokusu olsaydı muz, hindistan cevizi ve vanilya karışımı gibi kokardı :)

İlgilenenler için güzel bir Bossa Nova şarkısı da gelsin. Joao Gilberto ve Stan Getz'den bir klasik: The Girl from Ipanema.

The Girl from Ipanema - João Gilberto/Stan Getz


Bol güneşli, müzikli, hindistan cevizli günler :)


Wednesday, July 23, 2008

Bugünlerde



Ders vermeye gidiyorum. Keyifle yürüyorum okula.
Öğrencilerimle çok eğlenceli sohbetler yapıyoruz. Sevimli Türkçeleri sayesinde ders kahkahalarla geçiyor.
Yemekler yapıyorum, arada yulaflı kurabiyeler, havuçlu kekler pişiriyorum fırında.
Kitap okuyorum.
Evimizi temizliyoruz arada.
Yazı yazıyorum.
Güzel filmler izliyoruz. Türk kahvesi yapıyoruz bazen.
Albümlerimize bakıyoruz. Güzel müzikler dinliyoruz.


Elimde ince belli bir çay bardağı, Radiohead - In Rainbows dinliyorum şimdi de. Huzurluyum.


Monday, July 21, 2008

Güzel bir macera


Geçtiğimiz haftasonu ilk kez ata bindim!

Çok küçükken, sadece bir kez bir kaç dakikalığına binmeyi saymazsak bugüne kadar hiç denememiştim bunu. Yerden o kadar yükselerek sürekli hareket eden, canlı bir varlığın sırtında durmak pek de kolay gelmiyordu gözüme.

Wisconsin Dells'de yer alan Red Ridge Ranch adındaki bir at çiftliğine gittik. Atlarımızla Jess adındaki rehberimiz eşliğinde bir saatlik bir gezi yaptık. Benimki kocaman ve kahverengi, güzel gözlü 'Mister' adında bir attı. Önce ona elimle küçük kahverengi küplerden oluşan yiyeceklerini (treat) yedirdim. O kadar güzel, kibar ve asil hayvanlar ki atlar, hemen yakınlık kuruyorsunuz. Eğer avucunuzun ortasına koyarsanız yiyeceği, ve avucunuzu düz bir şekilde açıp ağzına yaklaştırırsanız, kibarca diliyle ya da dudaklarıyla alıp yiyor. Size minnettar kalıyor ve sizi tanıyor da aynı zamanda.

Daha sonra ahşap bir platformun yardımıyla atlarımıza bindik. Orada çalışanlar bize atın koşumlarını nasıl tutmamız gerektiğini, ne tarafa çekersek duracağını ya da döneceğini gösterdiler. Eğer iki topuğunuzla yandan vurursanız hızlanıyor, gemini sertçe çekerseniz duruyor. Gerçekten çok uslu ve eğitimliydi atlarımız. Sadece bazen otların yanından geçerken yemeye yelteniyorlardı (özellikle benimki!). Rehberimizin dediğine göre yemelerine izin vermemeli ve başlarını geri çekmeliydik. Atım o kadar kibar ve tatlıydı ki ne yandan topuklarımla vurmaya, ne de gemini çok sert çekmeye gönlüm elvermedi :)

Bir on dakika sonra atımı yöneltmeye, kontrol etmeye alışıp bu gezinin keyfini çıkarmaya başladım. Ata binmek gerçekten de çok keyifli bir şeymiş! Hiç arabaya ya da bisiklete binmeye benzemiyor. Çünkü bindiğiniz şey bir canlı, ve doğanın kucağındasınız. Bu yüzden böyle hareket etmek çok daha doğal ve güzel geliyor. Türkler olarak Orta Asya'dan beri kanımızda olan bir şey üstelik ata binmek!

Güzel bir derenin ve ova gibi bir yerin yanından, ormanın içindeki patikalardan geçtik. Bu bölgede kısa süre önce çok yağmur yağmış olduğundan bazı patikalar çamurluydu. Ama atlarımız hiç mırın kırın etmeden oraların da en kuru yerlerinden bizi geçirdiler. At yokuş yukarı çıkarken hafif öne, yokuş aşağı inerken hafif arkaya yatmak gerekiyormuş. Bir saat boyunca böyle gittik. Bu arada en önde, rehberin hemen arkasında olduğumdan onunla bol bol konuşma imkanı da buldum. Jess 19 yaşındaymış ve kendini bildi bileli atlarla uğraşıyormuş. Bundan çok mutlu olduğunu da söyledi. 'İlk defa ata ne zaman bindin?' soruma '6 aylıkken' cevabını verdi Jess! Küçüklüğünden beri biniyor ve çok seviyormuş atları.

Jess'le konuşurken anladım ki özellikle hareket bilgisi gerektiren herşeyi çok küçükken ya da çocukken öğrenmek gerekiyor. Sonradan çok daha zor oluyor öğrenmemiz. Mesela kayak yapmak, ata binmek, buz pateniyle kaymak, yüzmek, rollerblade yapmak, bisiklete binmek...vb gibi aktiviteleri bir çocuk ne kadar erken öğrenirse o kadar hızlı ve güzel öğreniyor. Sonradan da rahat ediyor. Bir kez öğrendiniz mi bir daha unutmuyorsunuz çünkü bu becerileri. Bu yüzden kendime söz verdim, bir gün çocuğum olursa ona küçükken bu gibi aktiviteleri öğrenme fırsatı sunacağım.


Ata binmek gerçekten de çok keyifliydi, çok mutlu etti hepimizi. Umarım ileride tekrar yapabilme ve becerilerimi ilerletme fırsatını bulurum!

Wednesday, July 16, 2008

Mutlu bir gelin olmanın sırları!


Hayatımın en önemli günlerinden biri 2 hafta önceydi. Bu güne gelene kadar her gelin gibi tabii ki benim de kafamda olası sorunlar konusunda bazı endişeler vardı. Ama o gün gelip çattığında herşey çok şükür hiç sorunsuz, pürüzsüz, mükemmel bir şekilde geçti. Allah'a çok şükür, hayatımın bu önemli gününü çok mutlu geçirdim. Ve bir gelin olmaktan öğrendiklerimi bu yolun henüz başında olanlarla paylaşmak istedim!


Mutlu bir gelin olmak istiyorsanız eğer:

1- Toplumun size bir gelin olarak empoze ettiği her türlü imajı, görünümü, davranışı yok sayın. Bu başkalarının değil, sizin gününüz. Nasıl görünmeniz gerektiğine de sadece siz karar vermelisiniz.

2- Bir gelin olmayı ancak 50li yaşlara yakışacak devasa ve abartı topuzlarla ve ille de straples elbiselerle özdeşleştirmeyin. İsterseniz bunları da giyebilirsiniz tabii ama herkes öyle giydiği için değil, gerçekten siz öyle istediğiniz için giyin. Normların dışına çıkabilmeli, kendi stilinizi yaratabilmeli, canınız istediği gibi giyinebilmelisiniz.

3- Gelinlikte 'bu senenin modası' diye bir şey yoktur, olmamalıdır. İçinde kendinizi en rahat hissettiğiniz ve vücut tipinize en çok yakışan gelinlik, en doğru gelinliktir. Sadece o senenin modası diye sonradan pişman olacağınız bir şeyi (hem de üstüne binlerce dolar para vererek) satın almayın. Gelinlik fotoğraflarınıza siz ve bütün akrabalarınız dahil onlarca, belki yüzlerce kişi yıllarca bakacak, bunu da unutmayın.

4- Düğün gününüz kusursuz, pembe bir peri masalı, ya da hayatınızda en güzel görünmek zorunda olduğunuz gün değil, ona bu misyonu yüklemeyin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Sadece sizin için çok mutluluk verici bir olayın gerçekleştiği, (aynı zamanda epeyi de yorulacağınız:) güzel bir gün olduğunu düşünün yeter.

5- En önemli tavsiyelerden biri: STRES YAPMAYIN. ENDİŞELENMEYİN. Herşey yolunda gidecek, merak etmeyin. Sadece kendini değil, etrafındakileri de bu mutlu gününde huzursuz eden, paylayan, sürekli azarlayan gelinler var. BU HATAYA DÜŞMEYİN. Kendi kişisel tecrübelerimden biliyorum ki siz ne kadar rahat ve stressiz olursanız herşey de o kadar yolunda gidiyor. Etrafınıza pozitif bir enerji saçarsanız aynı enerji huzur ve mutluluk olarak size geri dönüyor.

6- Mümkünse düğün gününden önce herkesin o günkü görevinin ne olduğunun üzerinden son bir kez daha geçin. İnsanlardan bir şey rica etmeye çekinmeyin. Sizin bu mutlu gününüzde emin olun seve seve yardım edeceklerdir, ellerinden geleni yapacaklardır. Her şeyi kendi başınıza yapmaya çalışmayın. Hem kendinizi, hem çevrenizdekileri mutsuz edersiniz.

7- Eğer gelin arabanız olacaksa şoförlüğünü sakın aileden birine ya da yakın bir akrabanıza, hele hele de çok genç sürücülere kesinlikle vermeyin! Gelin arabasını kullanmak çok büyük soğukkanlılık, sürücülükte tecrübe, ani durumlara karşı doğru karar verebilme yeteneği ve sağlam sinirler gerektirir. Eşimin o gün aldığı en doğru kararlardan biri, bu işi profesyonel şoförlük yapan birisine vermesi oldu. Bu işin parasından çekinmeyin, sonradan pişman olmaktansa önceden böylece önleminizi alın. İnanın bana o gün en doğru yere harcadığınız para o olacak.

8- Herşeyden önemlisi, bütün diğer tavsiyelerin en üstünde yer alması gereken tavsiye ise: GÜLÜMSEYİN. Bugün sizin çok mutlu bir gününüz, ve mutluluğunuzu dışarı yansıtmanın en güzel yolu bu. Unutmayın ki bir gelini en çok güzelleştiren şey ne makyajı, ne saçı, ne takılarıdır. Bir gelin en çok gülümseyince güzelleşir. (Aslında herkes için böyle değil midir bu?) Dünyanın en güzel, en pahalı gelinliğini giymiş, en şahane takılarını takmış bir gelin bile eğer somurtuyorsa güzel değildir. Stres dolu olsanız bile bir an için derin bir nefes alıp kendinizi rahat bırakın ve gülümseyin. Hemen on kat daha iyi hissettiğinizi göreceksiniz!

Gülümseyin ve bu güzel günün tadını çıkarın. Mutlu olun, hep mutlu kalın. Ne demişler, herşey başladığı gibi gider! :)


Ratatouille (2007)


Yine Pixar yapımı bir film, yine hayalkırıklığına uğramadım. İnsanın içini ısıtan, bol kahkaha attıran, çok şirin bir film. 'Fast food' kültürüne çok güzel bir eleştiri olmuş aynı zamanda. Film, yemek pişirme kültürü, güzel bir yemek pişirmenin ve lezzetli bir şeyler yaratmanın (ve yemenin!) verdiği zevk ve mutluluk üzerine kurulmuş. Animatörler aslında kulağa çok itici gelebilecek bir konuyu (mutfakta yemek pişiren bir fare!) çok ama çok sevimli bir hale getirmişler.

Filmi izleyince şu ana dek çok da fazla merak etmediğim ve fazla abartıldığını düşündüğüm Paris'e gitmek istedim ben de. Amerika gibi evde yemek pişirme kültürü yönünden kıt bir ülkede güzel, özenle hazırlanmış ve lezzetli yemeklere hasret kalıyor insan. Ayrıca filmi izledikten sonra mutfağa girip, güzel yemekler pişirmek ve insanlara sunmak istiyorsunuz. Gerek filmin etkisiyle, gerekse sağlıklı olması sebebiyle biz de uzun zamandır sadece ev yemekleri yapıyor ve yiyoruz. Yaşasın yemek pişirmek ve yemek! :)


Monday, July 14, 2008

Gerçeküstü bir sergi




Son bir kaç gündür kendi şehrimizde turistlik yapıyor ve daha önce görme fırsatını bulamadığımız bir çok yeri gezip görüyoruz. Dün de uzun zamandır gitmeyi istediğim bir sergiyi gezdik: Field Museum'daki Mythic Creatures (Efsanevi Yaratıklar) sergisini! Tahmin ettiğim gibi çok büyük bir keyif aldım, çünkü gerçeküstü olan ve hayalgücünün ürünü olan herşeye karşı inanılmaz bir ilgim var. Bu sergide dünyanın her yanındaki farklı kültürlerin efsanelerinde yer alan çoğu gerçeküstü yaratığa yer verilmiş. Yukarıda bir modeli bulunan kanatlı at 'Pegasus'tan Çin ejderhalarına, dev su ahtapotlarından deniz kızlarına, Japon su yaratığı 'Kappa'dan tek gözlü dev 'Kiklops'a kadar bir çok efsanevi mahluk gerek resimlerle, gerek yazılarla betimlenmiş. Çok sevdiğim tek boynuzlu atlara (unicorn) ve tabii ki gerçeküstü yaratıkların bence en muhteşemi olan Anka Kuşu'na da yer verilmiş. Efsanevi yaratıklar üç ayrı bölüme ayrılmış: Su, Hava ve Karada yaşayanlar.

Bu efsanelere ve insanların inanılmaz hayalgücünden çıkanlara hayran kaldım. Dünyanın her tarafında insanlar şehirlerden ve başka insanlardan uzaklaştıkça hayal edebilme güçleri de gelişmiş. Doğada olan, anlayamadıkları ve korktukları herşey onlar için gerçeküstü bir yaratığa dönüşmüş. Rüzgar, açık deniz, karanlık, fırtına, deprem...vs. gibi bütün güçlü doğa olaylarının sebebi böylece açıklanmış. Efsaneleri ve mitleri çok seven ve kitaplarında bol bol yer veren Yaşar Kemal'i de düşündüm sonra.. Ve bizim Anadolu'muzun da böyle efsaneler bakımından ne kadar zengin olduğunu. Anadolu insanının hayalgücü de çok sayıda masallar, efsaneler, gerçeküstü olaylar doğurmuş yıllar boyunca. Gelecekte bunları daha iyi araştırıp Anadolu efsaneleri hakkında daha çok okuyabilmeyi ve yazabilmeyi çok isterim. Çünkü bence bir kültürün hayalgücü ve masalları, onun gerçek kimliğinin, tarihinin ve evriminin
en iyi göstergelerinden biri.

Friday, July 11, 2008

Bir rüya mıydı?


Bir rüya mıydı?




Uçak Atlantik Okyanusunun üzerinde sakin sakin uçuyor. Arkada huzur veren bir motor sesi, ışıklar kapanmış, çoğu insan uykunun tatlı kollarında. Kulağımda Mercan Dede'nin güzel müziği, gözlerimi yumuyorum. Garip bir şekilde kendimi uçakta, karada bir arabanın içinde olduğundan çok daha fazla güvende hissediyorum. Gökyüzünde ya da açık denizde, karada olduğumdan daha huzurlu ve mutlu hissetmemin sebebi nedir acaba?

..............


İstanbul sokaklarında yürüyorum ve gecenin o güzel yaz kokusunu çekiyorum içime. Annem ve babam hemen arkamda. Fenerbahçe sahilindeyiz. Dalyan'a doğru yürüyoruz. Deniz kokusu, gece eğlencesi müzikleri, atılan havai fişeklerin gürültüsü dolduruyor geceyi. Etrafımızda yürüyen aileler.. Kayaların üzerine oturup esen yaz melteminin bizi hafifçe ürpertmesinden hoşlanıyoruz. Birbirimize daha bir sokuluyoruz.



.............




Boğaz'ın güzelliği, gecenin ılık nefesine karışıyor. Dünyaya saydam, kırmızı bir örtünün arkasından bakıyorum. Tek başıma oturuyorum sandalyede, kırmızı bir giysinin içinde. Kırmızı neşenin rengiyse neden hüzün de var içimde? Belki de büyümek bu, tam, saf, katıksız bir mutluluğu hissedememek.. Her zaman, yüzeyin hemen altında ortaya çıkmaya hazır o yemyeşil hüznün olması belki büyümek. Tek başımayım sanki, etrafımda onlarca kız ellerinde mumlarla dönerek hüzünlü şarkılar söylüyor. Biliyorum, annem ve anneannem yakınlarda bir yerde sessizce ağlıyor. Az sonra sevince ve coşkuya dönüşecek bu hüznü tutup, buruk bir meyveyi ısırır gibi saklıyorum içimde. Gözlerime yaşlar geliyor. Nedense bir türlü düşemiyorlar aşağı.

.......................


Baba evinde son gece.. İçimde garip duygular birbirine karışmış. Salonda koltuğun üzerine öylece yatmışım. Kalkmaya mecalim yok sanki. İçerinden, mutfaktan annemle babamın konuşmaları geliyor kulağıma, huzur veriyor bana orada olmaları. Yarın 'gelin' olacağım. Bu evden 'uçup gideceğim' başka bir deyişle. Ama ben zaten uçmuştum bu yuvadan, yıllar önce? Bu uçuş başka mı olacak anne diye sormak istiyorum onlara. Bir şey söyleyemiyor, susuyorum, karanlığa ve mutfaktan gelen ışığa dalıyor gözlerim..


.....................





Ellerimde bembeyaz güller, bembeyaz kıyafetimle bekliyorum, yüreğim bir kuş gibi, uçtu uçacak. Elimde onun eli. Birbirimize bakıyoruz. 'Zaman geldi' diyor birileri, o tanıdık ve güzel müzik başlıyor, Bittersweet symphony.. Kemanlar ve bütün yaylılar yükseliyor, yükseliyor, kreşendoya yaklaştığı zaman heyecanımız da en üst seviyede. Kapılar açılıyor ve bütün sevdiklerimizin, ailelerimizin olduğu o salona adım atıyoruz birlikte. Yüreğim o sırada sanırım çoktan uçup gitmiş bile, artık ne kadar hızlı attığını dahi hissedemiyorum. Müzik gittikçe yükselip daha da güzelleşirken bakıp el sallıyorum, gülümsüyorum onlara. Ve 'evet' diyoruz birlikte. Birlikte geçirilecek bir ömre evet, sevinçlere, gözyaşlarına, mutluluklara, hüzünlere evet.


..................


Bir rüya gibiydi.



Tuesday, June 24, 2008

Komik sorular



Bazen aklıma çok ilginç ve komik sorular gelir. Mesela bir kafede oturuyorum. Duvarda bir fotoğraf asılı. O fotoğrafta arka planda oturan bir kadın var. 'O kadın şimdi ne yapıyor acaba?' diye merak ederim. Ya da ne bileyim, kütüphaneden eski bir kitap ödünç aldım. Orada bir kaç kişinin ismi var. 'Bu insanlar acaba şimdi nerede?' diye düşünürüm. Eski bir Türk filmindeki figüranlardan birine bakıp 'Acaba hala yaşıyor mu, yaşıyorsa mutlu mu, nasıl bir hayatı var?' diye bile sorarım kendime.



Ama sanırım eğer gerçekten iyi yazmak istiyorsam çok daha fazla merak edip, soru sorup, en çok da gözlem yapmam gerekiyor. İnsanlar o kadar ilginç ki onları izlemek, onlar hakkında kendi kendime sorular sormak, gözlemlemek gerçekten çok öğretici. Sanırım en iyi yazarlar ve sanatçılar da en iyi gözlemcilerden çıkıyor. Hem iyi fotoğrafçılık, hem de iyi yazarlık için insan ruhunun derinliklerini görebilmek, insanı iyi tanıyabilmek ve anlatabilmek gerekiyor. En çok sevdiğim hobim olan portre fotoğrafçılığı için de çok elzem bir alışkanlık bu.

Daha güzel yazmak ve daha güzel fotoğraflar çekmek dileğiyle!

Saturday, June 21, 2008

Mavi gökyüzü




Zorlu geçen bir dönemdi. Uykusuz geceler, bilgisayar başında kıpkırmızı gözlerle yazılan makaleler, derslere koşturma, ders vermeye koşturma, arada ses kısıklığı ve acıtan boğaz ağrısı, sürekli Allah'ın her günü bir şeyler paketleme, sonra paketleri taşıma ve açma, yerleştirme, evin içinde eşyaları nereye koysak derdine düşme, eşyalar eve sığmayacak diye panikleyip sonra sakinleşme, ama en çok da yorgunluk dolu bir ay oldu Haziran.

Ama çok şükür, uzun ve karanlık tünelin ucundaki masmavi gökyüzünü gördük artık. Nispeten feraha, rahatlığa kavuştuk. Bu günü gösterene şükürler olsun.

Sanırım birazcık eğlenmek, dinlenmek hakkımız artık :) Bekle bizi İstanbul, geliyoruz!



Monday, June 16, 2008

Bridal Shower!


Dün (Pazar günü) 'Bridal Shower'ımı yani Amerikan adetlerinde bizdeki kına gecesine denk gelen 'gelinin partisi'ni yaptık. Kına gecem Türkiye'de olacak ama buradaki kız arkadaşlarımla da hep birlikte bir araya gelip eğlenebilmek için istedim aslında bu kutlamayı. Kutlama bahçede olduğu için yağmur yağacak diye korkuyorduk bütün hafta. Hatta sabah kalkıp yağmurlu ve fırtınalı havayı görünce epeyi keyfim kaçtı. Ama şansımıza hava sonradan çok güzel oldu ve korkularımız boşa çıktı. Güneş yakıp terletmedi, sadece ısıttı. Şurup gibi, çok keyifli bir hava oldu.

Partimde ben dahil gelen herkes çok eğlendik, çok mutlu olduk. İnsan sevdikleriyle bir araya gelince, hele böyle güzel günlerde, inanılmaz pozitif enerji yükleniyor. Uzun zamandır en çok güldüğüm ve kahkaha attığım gün oldu gerçekten! Finallerimin ve makalelerimin bitişinden sonra gerçekten çok iyi bir rahatlama oldu.

Bridal shower'imdan bir kaç fotoğraf:


Bahçede kurulan sofra ve çeşit çeşit yemekler...


Çikolatalı çilek! Mmmmm :)



Meyve şişleri, arkada sarmalar, köfteler, mercimek köfteleri..



Bunlar da gelen misafirlere anı olarak verdiğimiz şeker kutuları.. (Amerikalılar 'favor' diyor)





Bu güzel günü düzenleyen sevgili görümcem Pratik Anne'ye, bu güzel sofrayı kurup onlarca çeşit yemek yapıp bizi besleyen F. anneme ve M. anneanneme çok teşekkür ediyorum. Ellerinize sağlık!


Saturday, June 14, 2008

Senin için...


Benim canım babam,

Şefkat ve sevgi doludur. 26 yaşına gelen kızını hala şımartır, saçlarını okşar, karşıdan karşıya geçerken elinden tutar, 'prensesim, papatyam' diye çağırır, güzel çiçekler alır.. Sevgisini hiç bir zaman çocuklarından esirgemez.

Kibar ve beyefendidir. Tam bir öğretmendir. En sıradan ev gezmesine bile takım elbiseyle, tertemiz ve şık gider.

İnsanlara saygı gösterir. İki kere düşünür, bir kere konuşur. Hiç kimseyi kırabilecek, incitebilecek, patavatsız sözler etmez. Asla kabalaşmaz. Konuştuğu zaman tane tane, çok güzel bir Türkçeyle konuşur. Konuşmasını dinlemek bir zevktir.

Şefkat ve merhamet doludur. Gerçek bir 'insan'dır benim babam. Anneannemi ve dedemi kendi annesi ve babasıymış gibi sever ve sayar. Hastalıklarında, zor durumlarda herkesten önce o koşar. Hiç bir yardımdan gocunmaz, erinmez. Çocuklarının her işine de, bu yaşta bile koşar.

Edebiyat ve Türk dilini çok sever. Bu sevgisini kızına da aşılamıştır :)

Disiplinli, ama aynı zamanda da sosyaldir. Şiir okumayı, münazaralar düzenlemeyi, törenler sunmayı, kızıyla gündem konularından bahsetmeyi çok sever.

Benim babam, gurur duyduğum, çok sevdiğim, kendime örnek aldığım, burnumda tüten, canım babam..

Az kaldı kavuşmamıza, sarılıp sana, başımı göğsüne yaslayacağım. Saçlarımı okşarken sen, mutlulukla gülümseyeceğim.

Gelin olup gittiğimi görürken belki gözlerin dolacak.

Ama bil ki, prensesinin yüreğinde babasının yerini asla, hiç kimse alamayacak.

Wednesday, June 11, 2008

Sis



“Bu gece de kucağımda uyu bir yıldız gibi”
Nikos Gatsos



Kanıyorum geceye
Korku dolu bir bardak
Ve ıslık rüzgarı pencerede
Düşlere açılıyor ellerim
Son bulan,ışık kokulu sancıdan
Yırtarak bedenimi
Yalnız sokak lambalarına
Kömür kokulu kışa
Simsiyah,kocaman gözlerine
Sıyrılıyorum
Kanıyorum geceye
Akıyorum ben,”ben”liğime
Kahverengi bir tarçın kokusu
Yüreğimde
Yırtılıyorum,sen oluyorum sonra
Kanıyorum geceye….






Moonshine
31.01.2001




Gecenin içine yolculuk..


Resim:
Edvard Munch (1863-1944), Girl in Nightgown at the Window


Saturday, June 7, 2008

Biz kimiz?




Biz kimiz?
Biz, hani o çocuklukta çekilmiş bir çok fotoğrafında elinde bir kitapla mutlu mutlu gülenlerdeniz.

Biz, çocukken her türlü ışıkta, ışıksızlıkta, oturarak, yatarak, gerekirse koltuktan aşağı sarkarak kitap okuyan, kitap okumaya doymayanlardanız.

Biz çocukken en çok sorduğu soru 'Neden?' olan, gözlerini kocaman açıp dünyaya daha bir dikkatli bakanlardanız.

Biz, büyüdüğümüz zaman bile şaşırma ve soru sorma yeteneğini kaybetmeyenlerdeniz.

Biz, merak ettiği bir sözcüğün anlamı için merdivenin tepesine tırmanıp, en diplerden tozlu bir kitabı zar zor çekip doğru sayfayı bulmaya üşenmeyenlerdeniz.

Biz, hayattaki en büyük hazinesi kitapları olanlardanız.

Biz, bize işimizin kolay olduğunu söyleyenlere önce bir gülümseriz.

Gülümseriz ve anımsarız, nasıl sıcak ve güneşli bir Cumartesi günü herkes pikniklere, partilere giderken, eğlenirken bizim bir kocaman çanta dolusu kitapla birlikte kütüphanenin yolunu tuttuğumuzu.

Ya da çalışan insanlar akşam evlerine, işlerine dönüp tembel tembel televizyon izlemek üzere ayaklarını uzattıklarında bizim gecenin 1inde hala bitmemiş makalemizin son paragraflarını yazmak üzere bilgisayar ekranı başında uykulu gözlerle uğraştığımızı..

Ya da girdiğimiz sınavlardan birinde bir buçuk saate 5-6 sayfa yazıyı sığdırmaya uğraşırken alnımızdan akan terleri, aklımızın içinde bir sağa, bir sola uçuşan fikirleri, o fikirleri kağıda dökmeye çalışırken bilek ve parmaklarımızın nasıl ağrıdığını..

Bütün bunlara rağmen mutluyuzdur biz.

Biz, bilgiyi ve onu elde etmeyi işi yapanlardanız.

Kalemin, kılıçtan çok daha üstün olduğunu biliriz.

Bilginin, güç demek olduğunu da.

Yeni nesillere aktarılmayan bilginin, bir hiç olduğunu da.

Biz, akademisyenleriz.

Birbirimizi iyi biliriz.


Thursday, June 5, 2008

Sesimi kaybettim :(




Dün akşam otururken birden başlayan boğaz yanmasıyla birlikte 2 saat içinde sesim tamamen gitti. Şimdi konuşmaya çalıştığımda boğazımdan gıcırtılı, kalın bir ses çıkıyor resmen. Ne kadar kötü bir şeymiş insanın sesini kaybetmesi! Boğaz kaşıntısı ve arada kuru öksürüklerle ders çalışmaya çalışıyorum. Boğazım hafif de ağrıdığı için sıvı gıdalar dışında pek bir şey tüketemiyorum, katı bir şey yiyemiyorum. Bütün gün tavuk çorbası, süt, su ve yoğurt çorbası içtim durdum.

Tam finaller zamanı hasta olmak da hiç hoş değil gerçekten. Oturup okuma yapıp yazmam gerekirken yatağa uzanıp uyumak istiyorum. Umarım sesime kavuşurum yakında. Yoksa sürekli pastil almaktan midemin bozulması işten bile değil!


Wednesday, June 4, 2008

Birlikte bir ömür boyu..





Hayatımdaki en önemli günlerden birinin gittikçe yaklaşmasından mıdır nedir, bugünlerde Pinhani'nin bu güzel şarkısını dinliyorum sürekli. Sanırım artık çok daha iyi anlıyorum: hayatımda bir dönem bitiyor, yepyeni bir dönem başlıyor. 'Ben' bitiyor ve 'biz' başlıyor artık.

Sadece aynı evi değil, aynı zamanda hayatı da paylaşmak evlilik.. Sadece mutlu ve iyi günlerde değil, gözyaşları içinde bile birbirinin elini sımsıkı tutup hiç ama hiç bırakmamak. Boşuna söylenmemiş 'Hastalıkta ve sağlıkta' diye.. Hem sağlıklı, aydınlık günlerde, hem de her şeyin ters gittiği o karanlık günlerde elini uzattığında birisini bulabilmek belki de, evlilik.. İki kişilik kocaman bir maceraya atılmak. O macerada sevinci de, derdi ve tasayı da dimdik karşılayabilmek. Birbirinin sırtına yaslanabilmek hayat yolunda yorulunca, geçen yılları sevgiyle ve gururla maziye katabilmek.

Bu hayat boyu sürecek maceraya başlarken hem ürkek, hem sevinçliyim. İlk defa dinlemeye hazırlandığım güzel ve uzun bir masalı bekler gibi heyecanlıyım.. Ama daha çok mutluyum galiba.. Bu dünyada ikinci yarım olan kişiyi bulduğuma inandığım için.. Çok sevdiğim, ve herşeyden daha önemlisi çok güvendiğim, hayatımın geri kalanında her sabah gözlerinin içine bakarak uyanmayı, ve her gece gözlerinin içine bakarak uyumayı istediğim kişiyi, onu, yüreğimin barışını bulduğum için..



Tuesday, May 27, 2008

Modern yaşamın sorunları



Bugünlerde ne zaman Facebook'a girsem sol alt köşede çıkan reklamlar hep aynı. Nişanlı olduğumu yazdığım için orada hep 'Şişman bir gelin olmak istemiyorsanız kısa sürede x kilo vermek için hemen buraya tıklayın!' yazıyor. Ne zaman girsem zayıf gelinlikli kızlar boy gösteriyor orada, nasıl görünmem, nasıl bir insan olmam gerektiğine dair örnekler olarak. Artık bu '0 bedenli kız' görüntülerinin bombardımanından gerçekten bıktım.


Modern yaşamın kısır döngüsü ne yazık ki bu: insana kendisini kötü ve çirkin hissettirmek, kötü hissettirdiği için bir şeyler satın alma gereksinimi duydurmak, onu satın alınca daha güzel / zayıf / mutlu olacağına inandırmak. Arkasında tamamen kapitalist bir pazarlama kampanyasının yattığı bu sinsi plan, 7sinden 70ine herkesi etkiliyor.. Hiç etkilenmiyorum deseniz bile günde 700 kere gördüğünüz bir şeyden etkilenmemek imkansız gibi. En eğitimli, en aklı başında insanlar bile etkileniyor. Bir süreden sonra vücudunuzu sevmemeye, kendinizle ilgili bir şeyleri sürekli değiştirmeye çalışmaya başlıyorsunuz. Mutsuzluk katlanarak artıyor ve ortaya çıkan sonuçlar korkunç: Yüzü şişmiş 50 yaşında botox'lu kadınlar, kırışıklık giderici kremlerden medet uman ve hayalkırıklığına uğrayan orta yaşlı hanımlar, solaryumlarda adeta kavrulmuş, bir deri bir kemik kızlar...


Nasıl görünmemiz gerektiğini sürekli kafamıza kakan o kadar çok görüntü var ki her gün etrafımızda, karşı koymak için gerçekten de çok bilinçli bir çaba gerekiyor. Çünkü bu furyaya kapılıp kendi vücudundan nefret etmek işten bile değil.


Her gün sürekli kendime şunu hatırlatmam gerekiyor: Benim güzel, çekici ya da zarif olmam için yukarıdaki kadın gibi bir vücuda sahip olmam gerekmiyor. Herkesin kendine ait, benzersiz bir vücut tipi var ve herkes bir kalıptan çıkmışçasına aynı olmak zorunda değil. Eğer kendimi sağlıklı hissediyorsam, üzerimde fazla bir ağırlık/hantallık hissetmiyorsam değişmek zorunda değilim. Sağlığımı tehdit eden fazla kilolarım yoksa, vücut kitle indeksim normal sınırların içindeyse, iskeletimsi bir zayıflık için kendimi parçalamama asla gerek yok. Bugünden itibaren bir karar verdim: Aynaya baktığımda kendimi güzel buluyorsam güzelim. Ve şimdiki vücudumdan çok hoşnutum. Mutlu olmak için değişmek zorunda değilim, çünkü ben buyum ve kendimi bu halimle seviyorum. Kendimi sevebildiğim için de başka insanları dış görünüşlerine göre yargılamıyorum. Böylece herkesin içindeki güzelliği görmek çok daha kolaylaşıyor.


Kendimi, kendi vücudumu olduğu gibi kabul edip böyle de sevebilmek... Hayatımda tattığım en özgürleştirici duygulardan biri!

Saturday, May 24, 2008

Mayıs Sıkıntısı - Nuri Bilge Ceylan


Nuri Bilge Ceylan'ın izlediğim filmleri sırasıyla: İklimler, Uzak, ve Koza (kısa film). Bu izlediklerimin geçmişe doğru gittikçe güzelleştiğini düşündüm, sanki ilk yapılan filmler en güzellermiş gibi. Mayıs Sıkıntısı'nı izledikten sonra bu düşüncemde yanılmadığımı anladım. Uzak'ı çok sevmiştim, ama Mayıs Sıkıntısı da en az onun kadar, hatta belki daha da güzel.

Uzak nasıl bir şehri, bir şehrin insan ruhu üzerinde yarattığı o 'kalabalık içinde yalnızlık' duygusunu anlatıyorsa, Mayıs Sıkıntısı da taşrayı ve taşranın atmosferini inanılmaz başarılı bir şekilde yansıtıyor. Sanırım Nuri Bilge Ceylan'ın filmini Anton Çehov'a adaması da işte tam bu yüzden. Çehov da oyunlarında, özellikle daha önce hakkında yazdığım 'Vanya Dayı'da taşranın o huzursuz sessizliğini, o bunaltıcı sakinliğini çok güzel yansıtır. Tabii bu huzursuzluk ve bunalım sadece şehirden taşraya gidenler tarafından hissediliyor bence. Ancak dışarıdan bakınca görülebilen, farkedilebilen bir ruh hali bu.

Filmi bana en çok sevdiren özelliği detaylara gösterilen dikkatti. Anladım ki Nuri Bilge Ceylan gerçekten çok başarılı bir gözlemci, bütün diğer başarılı yönetmen ve yazarlar gibi. Bir diğer hayran kaldığım şey ise oyunculukların inanılmaz doğal, samimi, gerçek hayatın içinden çıkmışcasına gerçekçi olmasıydı. Ayrıca enfes kurguya da dikkat çekmeden olmaz tabii: Nuri Bilge Ceylan kendi annesi ve babasını oynattığı bu filmde, kendi annesini ve babasını filminde oynatmak isteyen bir yönetmenin hikayesini anlatıyor. Bir bağlamda film içinde film, kurgu içinde kurgu.. Ayrıca filmde oğullarının anne babasına izlettiği kısa film de bana inanılmaz ölçüde 'Koza'yı anımsattı. Bu yüzden 'film içinde film içinde film' bile diyebiliriz!

Şimdi bu üçlemenin izlemediğim tek filmi olarak 'Kasaba' kaldı. Filmlerini izledikçe Nuri Bilge Ceylan'ı daha çok takdir ediyor ve uluslararası alanda daha da çok tanınmasını, takdir edilmesini istiyorum.

Herkese iyi haftasonları..


SONRADAN EKLEME: Sanki içime doğmuş gibi, ben bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Nuri Bilge Ceylan Cannes'da En İyi Yönetmen Ödülü'nü aldı!

Bu onurlu ödülünü 'yalnız ve güzel' ülkesine adadı kendisi, ülkemize, Türkiye'ye. Onunla gurur duyuyoruz.

Monday, May 19, 2008

Daha fazla para = Mutluluk?




Dün hani şu herkesin dilinde olan 'The Secret' (Sır) kitabının filmini izledim. Kavram çok basit aslında, bizim Allah'a dua edip isteme kavramını alıp, Tanrı kavramının yerine 'Evren' kelimesini yerleştirmişler. Olayın temeli şu: Eğer olumlu düşünürseniz, isteklerinizi ve amaçlarınızı her gün gözünüzde canlandırıp onlara ulaşacağınızdan emin olursanız evren sizin amaçlarınıza ulaşabilmeniz için elinden geleni yapar.


Bütün bunlar iyi ve güzel de, filmin bir yerinde şöyle bir söz geçti: 'Bunu izleyen insanların soracakları soruyu tahmin edebiliyorum: Nasıl çok fazla miktarda para sahibi olabiliriz?' Bu noktada filmin bütün felsefesi benim gözümde çöktü. Bence çok para kazanmaya yönelik hiç bir felsefe gerçek kişisel gelişim ve mutluluk getiremez. Çünkü bence çok para kazanmak, çok mutlu olmakla kesinlikle eşit değil. Hatta tam tersine, insanların zenginleştikçe mutsuzlaştığını görüyorum genelde.


Mesela şu anda bir öğrenci olarak neredeyse ucu ucuna yaşamama rağmen ve yaşıtlarımdan çok daha az para kazanmama rağmen çok şükür, gerçekten çok mutluyum. Ve eminim ki hayatımın parasal olarak daha rahat olduğum günlerinde dönüp bu günlerimi özlemle anacağım. Çünkü para kazanmanın ve istemenin sonu yok. Yılda 40 bin dolar kazanan birine de, yılda 150 bin dolar kazanan birine de kazandıkları para yetmiyor. Kazanılan para arttıkça mutsuzluk ve tatminsizlik artıyor. 'Daha da çok, en çok' kazanma hırsı içinde insanların hayatları yitip gidiyor. Bir gün bir bakıyorlar ki yaşlanmışlar ve bir arayıp soranları bile yok.


Para kesinlikle mutluluğa eşit değil ve işte bu yüzden sanırım bir piyango kazanmayı hiç istemezdim. Sanki o parayı alacağını umut eden bütün insanların paralarını almış gibi hissederdim kendimi. Bir anda eline çok büyük miktarda para geçen birinin çok mutlu bir hayat süreceğini hiç sanmıyorum. İnsanın kendi emeğini içine katmadan eline geçen her türlü paranın bir şekilde uğursuzluk getireceğine inananlardanım. Bu yüzden umarım hayatım boyunca hiç piyango filan kazanmam! (Ama onur ve prestije paradan çok daha fazla önem veren bir insan olarak en büyük amacımı da elde etmek isterim tabii ki :Umarım bir gün bir şekilde Nobel Barış Ödülü ya da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanırım. Bunu da Secret'cıların deyimiyle 'Evren'e havale ediyorum'. Duy beni ey evren! Senden para değil, asıl bunu istiyorum :-)

Wednesday, May 14, 2008

Kaplumbağalar da uçar - Bahman Ghobadi


Seneler önce bir kaç arkadaşımla Beyoğlu'nda küçücük ve karanlık bir sinemada izlemiştim bu filmi. Dışarının sıcağına tezat bir şekilde sinemanın içi soğuktu. Sinema 'salonu', herhangi bir evin oturma odasından ancak biraz daha büyüktü.

Film başladı. Biz sustuk. Elimizdeki suları, kolaları, çikolataları daha bir yudum, bir lokma alamadan bıraktık. Gözlerimiz kocaman açıldı. Nefes almayı bile unuttuk. Filmi izledik.

Film bitti. Fars alfabesiyle yazılmış jenerik geçerken gözlerimiz hala faltaşı gibi açık, simsiyah ekrana baktık.. Jenerik bitti, ekran karardı, insanlar kalkıp gitmeye başladılar yavaş yavaş. Biz oturduk. İçimize, yüreğimize oturan o yumrunun uzun bir süre oradan gitmeyeceğini bilerek oturduk. Oturduk ve simsiyah perdeye baktık.

Neden sonra sersemlemiş bir halde kalkıp karanlık ve serin sinemadan, cıvıl cıvıl, sıcak ve güneşli Beyoğlu'na çıktık. Etrafımdaki insanlara baktım: Yürüyen, gülüşen, sohbet eden, yemek yiyen, koşan, bağıran, eğlenen.. Dünya ve yaşam anlamını yitirdi o anda. Bir uzaylıdan ya da yaşayan ölüden farksızdım. Sanki başka bir gezegenden o anda dünyaya getirilmiş ve o insanların arasına konmuştum. Etrafıma ürkek ürkek, yabancı yabancı baktım. Ben hala filmin beni götürdüğü dünyada, o çocukların arasındaydım.

Bu film hakkında bir yorum yapmak istemiyorum. Bu film sadece izlenir. Üzerine yorum yapılamaz. Kürt yönetmen Bahman Ghobadi'nin bu şaheseri, sadece izlenir. Ve bir daha asla unutulmaz.

Wednesday, May 7, 2008

Senin için..



Dışarıda rüzgar uğulduyor acı acı.. Ben küçük odamda, bu dört duvar arasında, sarı ışığın altında, masamın başında, aynı yıllar önceki gibi.. Ders çalışırken gelip önüme bir bardak sıcak ballı süt koyduğun zamanlardaki gibi. Saçlarımı okşayıp, sesini çıkarmadan dışarı çıkıp kapıyı kapatırdın dikkatim dağılmasın diye. Benden sadece bir oda kapısı uzaklığındaydın.

O günler bitti mi anne? Ben ne zaman büyüdüm, ne zaman durdum kendi ayaklarım üzerinde, nereye gitti bu yıllar, ne zaman girdi okyanuslar aramıza? Sana ne yazayım anne, neden bahsedeyim, dalga dalga vuran deli özlemin içimi yakmasından mı? Herkesin dertlerine koşturmana, kendini yormana üzülmekten içime çöken yürek ağrısından mı? Aramıza giren mesafenin bazen beni çaresizliğe boğmasından mı?

Ne zamandır yasemin çayı içmiyorum. İçmek içimden gelmiyor. Sensiz içtiğim yasemin çayının hiç bir anlamı yok. Senin sohbetin, tatlı sesin, bana sevgiyle seslenişin olmadan olmuyor. Gelmiyor içimden.

Ben hiç farkına varmadan büyümüşüm anne. Kendime ait acılarım, bir hayatım, sorumluluklarım, işim olmuş. Uzağına düşmüşüm, içim titremiş, ama alışmışım. . Mesafeler anlamsızlaşmış. Minicik bir kızken tuttuğun elimi artık bırakmışsın anne. Kendi başıma yürüyebiliyorum artık, kendi ayaklarımla, kendi yolumda.. Ama biliyorum ki eğer sendeleyip düşersem o güçlü ellerinle beni hemen tutarsın. Artık
ne önümdesin, ne arkamdasın. Annem sen benim tam yanıbaşımda, yanımdasın. En iyi arkadaşım, sırdaşımsın.

Sana ne söyleyeyim anne? Ne yazayım sana? Canımın canı, mis kokulum, deliler gibi özlediğim, küçük ama dev kadın... Ben burada okyanuslar ötesindeyim ama aklım, yüreğim seninle. Aklım, yüreğim, 26 sene önce yoktan var ettiğin ruhum seninle. Küçük kızın seni çok seviyor. Varlığı seninle.


Thursday, May 1, 2008

Bu ay yapmam gerekenler


- Baharın güzel çiçeklerini ölümsüzleştirmek için kampüsümde fotoğraf gezisine çıkmak.
- En az bir kez göl kenarında pikniğe gitmek.
- İçinde bulunduğumuz ayın ismi ve öneminden ötürü, 'Mayıs Sıkıntısı'nı izlemek.
- Bir makalemi bitirmek, 6 sayfalık yeni bir makale daha yazmak.
- 9-11 Mayıs arası Boston'da olacağım! (Bu araya bir de Cape Cod sıkıştırabilirsek değmeyin keyfime. Karidesler, midyeler, ıstakozlar, bekleyin beni geliyorum! Denizden ne çıksa yiyen bir insan olduğumu da söylememe gerek kalmamıştır artık heralde:-)
- Canım Burak'ın önerdiği iki grup: Nine Inch Nails ve Godspeed You! Black Emperor şarkılarını Ipod'uma koyup yürüyüş yaparken dinlemek.
- Ne yapıp edip nikah davetiyelerini ayarlamak. (panik, panik!)
- Ne yapıp edip nikah şekerlerini ayarlamak. (daha çok panik!)
- Yeni bir ev bulmak, taşınma hazırlıklarına başlamak.
- Ne zamandır biriken eski kıyafetlerimi bir yerlere bağışlamak.
- Masamın üzerinde gittikçe büyüyen kağıt yığınına bir çekidüzen vermek.
- Haftada en az iki kere 'Cardio Kickboxing'e gitmek.
- Öğrencilerin ödevlerini okuyup bitirmek.
- Okumak, okumak ve daha çok okumak...







Bu yeni fotoğrafımı da Barış Bey çekti.. Teşekkür ediyoruz kendisine, her hakkı mahfuzdur, copyrightları onundur :-)

Saturday, April 26, 2008

Yeni keşfim!



Bugün Lindt'in şu ana kadar tattığım en güzel çikolatalarından birini keşfettim! Chili kırmızı biberli siyah çikolata! Hafif acımsı, ama çikolatanın yoğun tadını da gayet başarılı bir şekilde koruyan, güzel kokulu bir çikolata. Çayın yanında da çok güzel gidiyor.


Bu vesileyle bugün kopardığım maarif takvimimin yaprağı arkasında yazan kısa bir yazıyı da paylaşayım sizinle:

DAHA KEYİFLİ BİR HAYAT İÇİN:

Hayatınıza daha çok eğlence katın.
Esprili, nüktedan biri olmaya çalışın.
Hafifleyin, fazla yüklerinizi atın.
Her zaman iyimser, olumlu ve yapıcı olun.
Dostlarınızı ve ailenizi daha sık arayın.
Daha çok şaka yapın.
Gülmekten de ağlamaktan da korkmayın.
Sevdiklerinize yaklaşın, sık sık sarılın.
Daha sık tatil yapın, vücudunuzu ve ruhunuzu dinlendirin.
Nefret, düşmanlık, kin ve korkudan uzak kalın.
Daha çok hoşgörün, daha sık bağışlayın.
Yeni hobiler kazanın.



Bütün bunların altına ben bir madde ekleyeyim hemen:
ÇİKOLATA YİYİN! :-)




Friday, April 25, 2008

Nisan yağmuru


Hiç bir acelesi olmadan, usul usul, yumuşacık yağıyor Nisan yağmuru.. Hem usul usul, hem hevesli hevesli.. Bütün kış buz ve kar altında kalmış, soğuk ve sert toprağı yumuşatmak ister gibi.. Yüreğimize, içimize akıp serinletmek ister gibi.. Ilık ılık süzülüyor yapraklardan, ağaçlardan, çiçeklerden. Toprağın derinliklerinde uyumakta olan her tohumu, her çekirdeği canlandırmak, uyandırmak ister gibi. Hayat verir gibi yağıyor bu güzel yağmur.

Yeniden dünyaya gelebilsem, bir Nisan yağmuru olmak isterdim. Ilık bir ilkbahar günü, yavaş yavaş, tadına vara vara, parlak bulutlardan yeryüzüne doğru akmak.. Yeşil çimenlerin arasından kahverengi toprağın içine, derinliklerine doğru süzülmek. Orada aylardır bekleyen bir küçük tohuma can vermek.. O tohumla birlikte büyüyüp bir çiçek, ya da belki de bir ağaç olmak. Sonra o ağacın bir yaprağında doğan küçücük bir çiy tanesi olup, tekrar buharlaşıp gökyüzüne doğru uçmak.

Ardımda ise mis gibi, ıslak bir toprak kokusu, ve birkaç tane gökkuşağı bırakmak..


Evet, ben tekrar yaşayabilsem, tekrar gelsem bu dünyaya, bir Nisan yağmuru olmak isterdim.





Bu yağmur... Bu yağmur... Bu kıldan ince,
Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur... Bu yağmur... Bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.


N.F. Kısakürek

Wednesday, April 23, 2008

Kirpi ve sis





Evde tek başıma oturup çay içtiğim sessiz, sakin kış gecelerinden birinde youtube'u gezerken keşfettim bu inanılmaz güzellikte ve içtenlikteki Rus çizgi filmini. Sovyet Rusya zamanında yapılmış ve şimdiye kadar bir çok ödül almış. 1975 yılında bu kadar güzel bir çizgi filmin yapılabilmesi beni çok şaşırttı ve sevindirdi. Yuri Norstein adındaki Rus yönetmenin anlattığı bu hikaye, mükemmel müziği, yapılış tekniği ve tüyler ürpertici havasıyla beni her izlediğimde çok etkiliyor. Bunun sebebiyse, sanırım bu kısacık çizgi filmin hayatımızın çok güzel bir özeti olması.

'Kirpi ve Sis' bize aslında insan hayatının hikayesini anlatıyor.

Hepimiz hayatımızda gözümüze kestirdiğimiz bir hedefe ulaşmak için bir patikada yürümeye koyuluruz. Ancak hiçbirimiz bu patikanın üzerinde dümdüz yürümeye devam edemeyiz. Mutlaka bir yerlerde, önceden planlanmayan bir şekilde başka yollara saparız.

Gittiğimiz yeni yerlerde, yepyeni ve yabancı olan herşey karşısında önce ürkeriz. Bilinmeyen, tam olarak algılanamayan herşey korkutur bizi, kendimizi yalnız ve çaresiz hissederiz.

Karşılaştığımız herşeyi tam olarak anlamlandıramasak da, bazen güzellikler de görürüz, bembeyaz sisin içindeki bembeyaz at gibi.. Gördüğümüz güzellikler karşısında korkularımızı bile unutabiliriz.

Bazense bizim için gerçekten çok değerli olan bir şeyi kaybederiz. Hatta onu kaybettiğimizin farkına çok sonra dahi varabiliriz. Telaşla kaybettiğimiz şeyi bulmaya çalışırız. Endişe ve korkuyla çabalarız.

Bazen, hiç tahmin etmediğimiz ve tanımadığımız birisi bize yardım eder, bize ışık ya da rehber olur. Ve kaybettiğimiz her neyse, onu bulmamızı sağlar. Birden tekrar mutlu olur ve patikaya tekrar dönmeye çalışırız.

Gördüğümüz ve korktuğumuz herşey, göründüğü gibi değildir. Hayatın sisleri bazen bir şeyi ya da birisini olduğundan daha korkunç ya da karanlık gösterebilir. Bazen bir şeyin gerçekte ne olduğunu anlamak için ona uzaktan bakmak yetmez. Yaklaşıp onu iyice tanımak, güzelliğini görmek gerekir.

Bazense yolculuktan o denli yoruluruz ki, kendimizi hayatın nehrinin akışına bırakıp, o akıntıyla birlikte sürüklenmekten başka bir şey gelmez elimizden. Direnmeyi bırakır, suda boğulmayı göze alırız. Ama kendimizi en ıslak ve çaresiz hissetiğimiz zamanda bile yine hiç tanımadığımız birisi, bir yabancı bize yardım edebilir, bizi güvenli kıyılara taşıyabilir. Ona sessizce minnettar kalırız.

En sonunda patikanın sonundaki güvenli açıklığa kavuştuğumuzda, tehlikeli yolculuğumuzu ve maceramızı anlatacak sözleri bulmaktan dahi aciz kalabiliriz. O anda en büyük mutlulukların yaşamdaki küçük anlarda doğduğunu anlarız. Eski bir dostla çıtır çıtır yanan ateşin yanında oturup semaverden çay içerek yıldızları izleyebilmektir mutluluk.. Büyük bir hayretle farkına varırız.

Bazense hepimiz o güzel, o bembeyaz atı düşünürüz.. Acaba ne yapıyor orada, sislerin arasında?




Sunday, April 20, 2008

Takva - Özer Kızıltan


2006 yapımı 'Takva' filmini blog arkadaşım Nurvenur'un önerisiden sonra bizim okulun kütüphanesinden alıp izledim. Zaten son zamanlarda sürekli Türk filmleri izliyorum, ve çoğunu da çok başarılı buluyorum.

Takva'yı genel olarak beğendim. Filmle ilgili öne çıkan ilk şey Erkan Can'ın tek kelimeyle mükemmel oyunculuğu. Filmi neredeyse tek başına çok güzel götürmüş. Zaten Erkan Can'ı çok kısa bir rolle de olsa Yazı-Tura'da da izleyip oyunculuğunu çok beğenmiştim. Seneler seneler önce Mahallenin Muhtarları'nda Temel'i oynayan kişiyle aynı insan olduğuna inanmak zor gerçekten!

Bir de filmde gerçekten çok beğendiğim bir başka özellik de ayrıntılara gerçekten çok dikkat gösterilmesi oldu. Erkan Can'ın oynadığı Muharrem karakterinin yaşamı, özellikle filmin başında izleyiciye çok güzel aktarılıyor. Evindeki detaylar, kullandığı eski tencereler, yatağı, eski radyosu, kısacası yaşamının her yönü inanılmaz gerçekçi geldi bana. Muharrem'in yaşadığı hayat mümkün olduğu kadar sade, ve adeta geçmiş yüzyıllarda kalmış bir hayat. Detaylara gösterilen özen sayesinde kendimi adeta olayların içinde hissettim.

Filmde tek beğenmediğim şey sonu oldu. Filmin ilk yarısında Muharrem'in iç yolculuğu, tekkeye girişi, daha sonra kendisiyle olan iç hesaplaşmaları, yavaş yavaş çelişki ve tereddütlerle sarılması çok güzel anlatılmış. Yalnız filmin sonuna doğru sanki herşey alelacele bağlanıp oldu bittiye getirilmiş. Bence biraz daha açıklayıcı ve tatmin edici bir son olabilirdi.

Sonunun biraz ani bitmesine rağmen yine de genelde çok başarılı bir film Takva. Kendimi tekrarlıyor gibi olacağım ama gerçekten Türk sineması'nın geldiği noktayla gurur duyuyorum. Son olarak filmden sevdiğim bir alıntı ile bitireyim bu yazımı:

'Belki de şeytan dediğimiz bizzat kendimiziz....'



Saturday, April 12, 2008

6. gün - Cuma (son gün) ve neler öğrendim

Kahvaltı: Bir dilim ekmek, fıstık ezmesi, bir bardak üzüm suyu

Öğle yemeği: Mercimek çorbası, karışık sebzeli (brokoli, havuç) makarna

Arada bir bardak portakal ve baharat özlü bitki çayı (Orange and Spice)

Akşam yemeği: Vegan hamburger (soyadan yapılmış), tatlı patates püresi (sweet potato), tatlı olarak bir parça portakallı bitter çikolata.


Özellikle bu son gün akşama doğru mide ağrılarıyla ve sindirim sistemimin aşırı çalışmasından oluşan gazlarla kıvranmaya başladım. Sanırım bu kadar çok bakliyat, sebze ve meyve yiyince sindirim sistemim tamamen kendini boşalttı. Bu yüzden (zaten bir hafta da tamamlanmış olduğundan) vegan haftama Cumartesi günü artık son vermeye karar verdim.





Bu haftada neler öğrendim?

Vegan'ların nasıl bu yeme şeklini bir hayat boyu sürdürdüğünü açıkçası anlayamıyorum. Gerçekten insanın sindirim sistemini altüst eden bir yeme düzeni. Detoks olarak belki iyi bir toksinleri atma yöntemi olarak kullanılabilir, ancak bir daha böyle bir şeye kalkışırsam 3 günden fazla yapmamam gerektiğini anladım. Daha fazlası vücutta hasar bırakıyor çünkü.

Ayrıca irademin sınırlarını zorlayan testlerden de geçmedim değil :-) Hiç böylesi zor kararlar verebileceğim aklıma gelmemişti çünkü. Neyi kastediyorum:

1. irade testi: Daha vegan haftamın ilk gününde her Pazar günü gönüllü öğretmen olarak gittiğimiz TACAda ev hanımları kendi elleriyle mantı açtılar! Önüme uzatılan üzerinde dumanı tüten, erimiş tereyağlı, sarmısaklı yoğurtlu güzelim mantıyı prensiplerim sebebiyle reddettim. Daha vegan olmaya başlamanın ilk gününde diyetimi bozarsam hep bir bahane bulabilirim ve erteleye erteleye asla bu kararı hayata geçirmek mümkün olamaz diye düşündüm. Bu arada bu yaptığımı hangi arkadaşıma söylediysem irademe ve kendime hakim olabilme yeteneğime hayran kaldılar. (Amerika'daki okuyan benim gibi Türk öğrencilerbunun gerçekten nasıl zor bir karar ve nefsine hakim olma olduğunu anlayacaklardır. Amerika'da kaç kere, nerede taze, elle açılmış mantı bulunur ki?)

2. irade testi: Vegan'lığımın başladığı günün akşamı (aynı gün) bir arkadaşımın evine yemeğe davet edildiğimde gecenin bir yarısında başka arkadaşlarımın oturup üşenmeden künefe yapması. Yine üzerinde dumanı tüten, peyniri erimiş künefenin önüme getirilmesi. Ve benim içinde peynir var diye reddetmek zorunda kalmam. Bu da sanırım bu hafta verdiğim en zor kararlardan ikincisiydi.


Özetle vegan haftamı layıkıyla, prensiplerime uygun olarak ve arada kaçamaklar yapmayarak bitirmiş bulunmaktayım! Kendimle gurur duyuyorum, hiç olmazsa baştan böyle yapacağım deyip sonradan vazgeçmediğim için! Ama böyle bir hayat tarzının kesinlikle bana uygun olmadığına karar verdim. Kısacası çıkarttığım başlıca ders şu:

İnsan hiç bir şeyden kendini tamamen mahrum bırakmamalı. Hayat bunu yapmak için çok kısa. Et de, süt de, yoğurt, yumurta ve tereyağı dahi yemeliyiz. Ancak herşeyin sınırını bilmek lazım. Süt, yoğurt ve peynirde yarım yağlı/az yağlı olanları tercih edip, kırmızı eti ve yumurtayı da haftada 2 kereden fazla yememek lazım. Daha çok balık eti, hindi eti gibi etlere yönelmek sağlığımız açısından çok daha yararlı olacaktır. Sebze, meyve, bakliyat ve fındık-fıstık tüketimimizi arttırmak kan değerleri (kolesterol, trigliserit) açısından çok yararlı.

Bir de bir şeyin gerçeğini ama daha az miktarlarda yemek çok daha sağlıklı. Mesela pilava yarım kalıp margarin yerine, küçük bir tatlı kaşığı tereyağı ve zeytinyağı karışımı koymak. Ya da soya proteininden yapılmış kocaman yapay bir hamburger köftesi yerine 2-3 küçük gerçek kıymadan yapılmış köfte yemek. Eğer sınırında yenirse hiç bir şey zararlı değil. Doğanın ve hayvanların bize sunduğu nimetlerden faydalanmak gerekiyor.

Ayrıca, bazen kendimize izin de verebilmeli, 'sağlıksız' gibi görülen şeyleri de yiyebilmeliyiz, çok aşırıya kaçmadığı sürece. Mesela ben yazın Türkiye'ye gidince lahmacun, iskender, kazandibi, simit, ayran...vs. gibi bilimum burada bulamadığım her şeyi yer miyim? Büyük bir afiyetle yerim :-)


Vegan'lara da Allah sabır versin!!


Friday, April 11, 2008

Yin-yang?


Geçtiğimiz hafta içinde biri beni çok mutlu eden, biri de beni çok üzen iki haber aldım. Beni çok mutlu eden haberin hemen ardından geldi üzen haber. Ben de düşündüm: Acaba evrende olan her iyi şey için kötü bir karşılık olmak mı zorunda? Denge böyle mi sağlanıyor acaba?

Ben küçükken Türkiye'de kardeşimle gülme krizlerine girip de gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülerdik. Bizi gören bir büyük olursa hemen 'Çok gülmeyin, sonra ağlarsınız' derdi. Çok mutlu olmaktan, mutlu olduğunu başkalarına göstermekten, gülmekten, kahkaha atmaktan hep korkmuştur bizim toplumumuz. Her güzel şeyin arkasından bir felaket, ya da her mutluluğun ardından bir hüsran gelmek zorunda mı? İşte buna isyan ediyorum. Bu hafta aldığım haberlerin birbiriyle ilgisiz olduğuna inanmak istiyorum, mutlu olduğum zaman ardından ille de bunu boğazıma tıkayacak, ağzımın tadını kaçıracak bir şeyin geleceğini reddediyorum. Neden sadece mutlu olamıyoruz? Neden bu kadar korkuyoruz olumlu düşünceden, 'her şey iyi olacak' diye düşünmekten, gülmekten, mutluluktan?

Ben de inadına aldığım kötü habere değil, iyi habere konsantre olup, mutluluğumun bozulmasına izin vermeyeceğim. 'Üzüntü edebiyatı'na prim vermeyeceğim. Mutluyum, herşey güzel ve iyi olacak, ve herşey daha iyiye gidecek. Buna inanıyorum.

Thursday, April 10, 2008

5. gün - Perşembe

Bugün vegan diyetime başladığım günden beri motivasyonumun en düşük olduğu günlerden biriydi. Sanırım artık yediklerimin bu denli sınırlanması beni sıkmaya başladı. Yine de nispeten farklı şeyler yedim bugün (Yaratıcılığıma şaşırıyorum nasıl bu denli kısıtlı seçeneklere rağmen her gün farklı şeyler bulup yiyebiliyorum diye!)

Kahvaltı: Bir dilim ekmek, biraz zeytinyağı ve bir kaç zeytin.

Ara öğün: Bir muz, nane çayı

Öğle yemeği: Nohutlu pilav, yanında limonata

Akşam film izlerken biraz da patlamış mısır yedim. (Kendim tencerede yaptım, çok az bitkisel (kanola) yağla, yani mikrodalgada yapılan ve o iğrenç tereyağı kokulu patlamış mısırlardan değil)


Bugün ilk defa akşama doğru kendimi bayağı bitkin ve halsiz hissettim. Sanırım vücudum protein, demir ve kalsiyum azlığına isyan ediyor sonunda. Eğer yarın sabah kalktığımda da böyle hasta gibiysem vegan rejimimi erken bitirmek zorunda kalabilirim.

Bu arada gerçekten zor bir şeymiş vegan olmak, bunu da öğreniyorum. Ben bir hafta uygulamakta güçlük çekiyorum, bunu hayat boyu yapanlar var! Allah sabır versin diyorum sadece :-)

4. gün - Çarşamba

Yediklerim:

Kahvaltı: İrmik muhallebisi (Cream of wheat), bir muz

Ara öğün: Kepekli ekmek üzerine fıstık ezmesi, portakal suyu

Akşam yemeği: Barbekü soslu tofu, lahana, soya peynirli makarna, tatlı olarak vanilyalı soya sütü


Sindirim sistemimin hızlanmasının yanısıra sanırım kafein de kullanmadığım için uyku kalitem arttı. Yalnız yediklerim artık tofu ve soya sütü etrafında dolanıyor, çünkü protein alınabilecek fazla başka bir kaynak yok. Sürekli aynı şeyleri yemek zorunda olmak vegan'lar için en sinir bozucu şey olmalı. Vegan haftamda 3 gün kaldı, bakalım başka neler bulup yiyebileceğim? :-)

Tuesday, April 8, 2008

3. gün - Salı

Vegan haftam bütün hızıyla devam ediyor. Bugün yediklerim:

Kahvaltı: Bir portakal, az tuzlu bir kase yulaf lapası (oatmeal)

Öğle yemeği: Domates soslu makarna (dünden kalan)

Ara öğün: Bir muz ve bir avuç ceviz içi, naneli bitki çayı

Akşam yemeği: Tavada tofu ve karışık sebzeler (stir-fry), haşlanmış pirinç


Sindirim sistemim iyice hızlandı. Yediğim şeyleri gitgide daha kolay sindirebildiğimi hissediyorum. Haftanın geri kalanının da böyle geçeceğini tahmin ediyorum.


Monday, April 7, 2008

2. gün - Pazartesi

Veganlıkta ikinci günümde, nispeten farklı yiyecekler bulup yiyebildim. Çok fazla su içiyorum ve hayvansal gıda almıyorum. (bu arada her türlü et, süt ürünleri, peynir, yoğurt, tereyağı ve baldan kaçındığımı söylemekte yarar var, bal da hayvansal gıda sayıldığı için vegan'lara yasak) Sanırım bu yüzden sindirim sistemim hızlandı bayağı. Yani sindirime giren herhangi bir şeyin metabolize olma hızı çok daha arttı. Et yedikten sonra olan o tıkanma hissi yok kesinlikle. Çünkü her türlü hayvansal gıda sistemi yoruyor. Arada bir vücudumuza böyle bir dinlenme hakkı vermek çok önemli bence. Bugün neler yedim:

Kahvaltı: Bir dilim kara ekmek üzerine fıstık ezmesi, bir bardak portakal suyu, daha sonra limonlu bitki çayı.

Öğün arası: Bir dilim ekmek üzerine acılı domates ezmesi, bir avuç antep fıstığı.

Akşam yemeği: Domates soslu bir tabak kepekli makarna ve büyük bir tabak yeşil salata (romaine lettuce denen koyu renkli marul cinsinden). Tatlı olarak bir tane kestane şekeri :-)


Görüldüğü gibi bugün sadece iki ana öğün yiyebildim, sanırım öğün arasını geç yediğimden, akşam yemeğini de saat 6 civarında yedim. Bu arada şu anda saat 10 buçuk ve birazdan yatıyorum, çünkü gerçekten uykulu hissediyorum kendimi. Belki bu da vücuttaki değişimin bir göstergesidir! Tabii hiç kafein kullanmıyor olmanın getirdiği bir etki de olabilir. Eğer sabah tahmin ettiğim gibi 6da kalkabilirsem çok iyi olur. Bakalım yarın nasıl geçecek?