Monday, December 28, 2009

Beyaz rüya


Minicik, bembeyaz, tüy kadar hafif kar taneleri uçuşuyor havada.. O kadar güzel kar yağıyor ki! Sanki oyuncak bir camdan kürenin içindeyiz ve birisi sallamış küreciği, içindeki beyaz taneler de her tarafa saçılmış.. Sessizce, telaşsızca, ilahi bir sabırla, usul usul yağıyor kar. Kar taneleri yere konmaktan ürküyormuşçasına tereddüt ediyorlar bazen, tekrar havaya yükseliyor bazıları.

Yerlerde biriken kar öylesine yumuşacık, bembeyaz, pudra şekeri gibi hafif ki.. Bu tertemiz, saf, rüya gibi karların içine uzanıp ölüme benzer bir uykuya dalası geliyor insanın. Öylesine hafif ki karlar, üzerinde yürürken ses bile çıkarmıyorlar.

Bir rüyanın, bir masalın, bir bulutun içinde gibi yürüyorum karların üzerinde. Etrafımda, sanki bu dünyaya ait olmayan, uhrevi bir sessizlik... Aklımda şu mükemmel şiir, bir şarkı gibi yankılanıyor. Bu bembeyaz alemin içinde kaybolmak istiyorum.


Friday, December 25, 2009

Elveda 2009

1999'dan 2000'e girerken nasıl heyecanlandığımızı hatırlıyorum da.. Aradan tamı tamına 10 yıl geçtiğine inanmak zor gibi. Bu 10 yıl içinde üniversiteye başladım, üniversiteyi bitirdim, onlarca ülke ve şehir gezdim, başka bir kıtaya taşınıp burada okula başladım, iki adet master derecesi aldım, şimdi doktoramın son safhasındayım ve bir yandan ders veriyorum: çok şükür mesleğimi icra etmeye başladım. Aa, bir de arada hayat arkadaşımla tanışıp onunla bir ömür geçirmeye karar verdim :) Onu da es geçmeyelim.

10 yıl, dile kolay.. Hem çok çabuk geçmiş gibi, hem de aslında çok da uzun bir zamanmış gibi geliyor bana. Artık 1999'daki 18 yaşındaki genç kız değilim. 28 yaşında genç bir kadınım artık.

Ama aynı zamanda bazen bir çocuğum da, yerinde duramayıp zıp zıp zıplayan, durup dururken bangır bangır müzikler açıp odanın ortasında kendi kendine dansetmeye başlayan, kedicikle yerlerde yuvarlanan, konuşurken heyecandan ellerini kollarını sallayan, bazen konuşma hızı bile düşünme hızına yetişemeyen küçük bir kızım da aynı zamanda. İçimde bir yerin, kaç yaşına gelirsem geleyim hiç büyümeyeceğini bilmek o kadar güzel ki! Çocuk-kadın demek en doğrusu belki, iflah olmaz bir çocuk-kadınım :)

2009 her açıdan güzel bir yıldı benim için, çok şükür. 4 tane sınavımı başarıyla geçtim, doktora tez taslağımı yazmaya başladım, bir çok güzel insanla tanıştım, hayatımda daha önce görmediğim bir çok güzel yere seyahat ettim. 2009 yılı içinde toplam 6 kere seyahat ettim. (Las Vegas, Maui adası - Hawaii, Kuzey Michigan eyaleti, Londra ve Windsor - İngiltere, İstanbul - Türkiye, Boston - Massachusetts, Branson - Missouri eyaleti) Bu gezi anılarımın bir kısmını hala blog'uma yazamadım :( Ama yakında gelecek bunlar da!

2010 yılı hakkında çok iyi hisler var içimde. Zaten çift sayılı yıllara hep ayrı bir iyimserlikle yaklaşmışımdır. İnşallah bu yıl geçen yıldan bile parlak, güzel, sağlık ve mutluluk dolu ve bol seyahatli bir yıl olur bizim için!

Ama 2010 yılı için en büyük dileğim, dünya üzerinde bizden daha az şanslı olanlara da daha çok yardım eli uzatabildiğimiz bir yıl olması. Acının, savaşların, yoksullluğun ve sefaletin tamamen yok olmasını ummak çok gerçekdışı. İnsan var oldukça bu gerçekler de var olacak. Ancak herkes elinden geleni yapıp ufacık da olsa bir yardım eli uzatırsa, dünyanın çok daha güzel bir yer olacağına inancım sonsuz.

Şefkat ve merhametin gücü, insanlığa olan inancımın başlıca sebebi.

Ayda bir kez, dışarıda yemeyip oraya vereceğiniz parayı bir hayır kuruluşuna bağışlayın. Kendinizi mutlu etmek için alışverişe ya da yemek yemeye değil, bir kuruluşta gönüllü olarak çalışmaya adayın kendinizi. Starbucks'tan kahve almak yerine evde kahve yapıp o parayı bir sokak çocuğuna verin.....Örnekler o kadar çoğaltılabilir ki.

Sahilde yürüyen birisi, deniz yıldızlarını kuruyup ölmesinler diye alıp alıp denize atan birisini görünce gülmüş. Demiş ki:

- Bir fark yarattığını mı sanıyorsun arkadaş? Baksana şu sahilde yüzlerce deniz yıldızı var. Sen ise bir kaç tanesini kurtarma peşindesin.

Diğeri gülümseyerek elindeki deniz yıldızını göstermiş: 'Bak şimdi buna' demiş, 'Bunun ismi Y olsun'.

Ve gülümseyerek Y'yi denize fırlatmış.

'İşte, Y için çok büyük bir fark yarattım' demiş.

Haksızlıkların büyüklüğü gözünüzü korkutmasın. siz istediğiniz sürece birilerine yardım edebilir, bir fark yaratabilirsiniz.

2010 yılı hepimize hayırlı olsun!

Sevgiler,

Moonie

Wednesday, December 23, 2009

2000-2009 film listesi

Sera'dan esinlendim ve onun da önerisiyle son 10 yıl içinde izlediğim, 5 üzerinden 5 ya da 4 yıldız vereceğim bütün filmleri sıraladım ben de. İşte son 10 yılın (Amerikalıların deyimiyle bu 'decade'in) en güzel filmleri. (Filmleri Netflix'teki sıralamamdan aldığım için, orijinal dili İngilizce olmayanların da ismi İngilizce oldu. Ama filmleri merak ederseniz hepsi İngilizce isimleriyle IMDB'de var)

Gece Yolculuğu'nda hizmette sınır yok. Bu filmleri, benim üzerimde bıraktıkları etkiye göre renklendirdim. Böylece 'Bugün beni bol bol güldürecek, kendimi iyi hissettirecek bir film izlemek istiyorum' diyorsanız mesela, hemen buradan o tip filmlere bakıp bir tanesini seçebilirsiniz! Malum, filmler de yemekler gibidir: Bazen insanın canı tatlı bir şeyler yemek ister, bazen tuzlu, bazen acı, bazen ekşi!! :)



Pembe: Iyi hissettiren, güldüren, gülümseten filmler.
Mavi: Hüzünlendiren, insanı depresif yapan filmler.
Kırmızı: En içten bulduğum aşk filmleri.
Yeşil: Derin düşüncelere sevkeden, kafa yoran derin filmler.
Siyah: İnsanı sağlam korkutan filmler :)





Amelie (2001), American Psycho (2000), Amores Perros (2000), Before Sunset (2004), Big Fish (2003), Billy Elliott (2000), Broken Flowers (2005), Children of Men (2006), City of God (2002), Coffee and Cigarettes (2003), The Constant Gardener (2005), Coraline (2008), Corpse Bride (2005), Crouching Tiger Hidden Dragon (2000), Crash (2005), Dancer in the Dark (2000), Dirty Pretty Things (2002), The Diving Bell and the Butterfly (2007), Donnie Darko (2001), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), Everything is Illuminated (2005), Facing Windows (2004), Finding Nemo (2003), Fountain (2006), Frida (2002), Garden State (2004), Gladiator (2000), Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004), Good night and Good Luck (2005), Hotel Rwanda (2005), Howl's Moving Castle (2004), The Hours (2002), House of Sand and Fog (2003), In the Mood for Love (2001), Inglourious Basterds (2009), Irreversible (2002), Kandahar (2001), Little Miss Sunshine (2006), The Lives of Others (2007), Lord of the Rings - The Two Towers (2002), Love Actually (2003), March of the Penguins (2004), Memento (2000), Metropolis (2001), Motorcycle Diaries (2004), Mulholland Drive (2001), Mystic River (2003), No country for old men (2007), Orphanage (2007), Osama (2003), Pan's Labyrinth (2006), Paradise, Now (2005), Paris, Je t'aime (2006), Persepolis (2007), The Prestige (2006), Ratatouille (2007), The Reader (2008), Requiem for a Dream (2000), A Scanner Darkly (2006), Science of Sleep (2006), The Sea Inside (2004), Solaris (2002), Spirited Away (2001), Sunshine (2007), Talk to Her (2002), Ten (2002), There will be Blood (2007), The Three Burials of Melquiades Estrada (2005), Turtles Can Fly (2005), Up (2009), V for Vendetta (2005), Vanilla sky (2001), Vicky Cristina Barcelona (2008), Volver (2006), Waking Life (2001), Wall-E (2008), Waltz with Bashir (2008), 28 Days Later (2002), The Wrestler (2008)


Mavi rengin çokluğuna bakarsak, benim en çok depresif / hüzünlü filmlerden hoşlandığım sonucunu çıkarabiliriz sanırım! :)

Monday, December 21, 2009

Kadınlar

Tezim için okuyor olduğum bir Osmanlıca dergiden alıntıdır:

'...Ve burada kadının genel çalışmaya, sosyal faaliyete karışması lüzumunu ileri sürerek, en mühim kadın hastalıklarından biri olan 'isteri'nin meslek sahibi olan kadınlardan ziyade evlerinde kapalı kadınlarda bulunduğunu, deliller ileri sürmekle zikr etmiştir...Hüseyin Ragıp Bey kadının akli kabiliyet itibariyle erkeğin aşağısında olduğu hakkındaki iddiayı zikr ile kadın hafızasının erkek hafızasından kuvvetli olduğu hakkında psikologların tecrübelerini zikr etmiştir.'

Yeni Mecmua, Sayı 32, 14 Şubat 1918

:-)

Daha o yıllarda kadın hakları için mücadele veren, ve kadının çalışma, hayata katılma gerekliliğini savunan Osmanlı erkeklerinin olduğunu bilmek, çok şaşırtıcı ve mutluluk verici bir şey!


Sunday, December 20, 2009

Avatar


Henüz Cuma günü gösterime girmiş olan bu filmi öylesine merak ediyordum ki, hava soğuk, arabamız bozuk filan demeden şehrin yolunu tuttuk sinemaya gitmek için. Kafamdaki en büyük soru ise herkesin kafasını kurcalayan şeydi sanırım: 'Bir insan bir filmi çekmek için nasıl 500 milyon dolar harcar? Bu parayla çekilen bir film neye benzer?'

Sinema tarihinin en çok para harcanarak çekilen filmini, gösterime girdiğinin ertesi günü izlemiş oldum böylece.

Filmi beğenip beğenmemeniz size bağlı. Eğer sinemadan beklediğiniz şey, 2-3 saatliğine de olsa dertlerinizi unutarak bambaşka dünyalara gitmek, hayalgücünüzün ötesinde varlıklarla karşılaşmak, bir görsel şölenle kendinize ziyafet çekmek ise, bu filmi çok beğeneceksiniz.

Bir bilim-kurgu filmi olarak çok başarılı bence. Efektler, yaratılan dünyalar, karakterlerin görünümü enfes. Hayran oluyorsunuz ve gerçekten ağzınız açık kalıyor. (deyim anlamıyla değil, gerçek anlamda:) Çoğu yerde 'bu acaba gerçek oyuncu mu, yoksa CGI efektleriyle mi yapılmış' diye kendime sorma gereği hissettim.

Kurgu ve oyunculuklar, herhangi bir Hollywood filminden çok da farklı değil. Bir çok Hollywood klişesi bu filmde de yerini bulmuş. Ama sırf klişeler var ve pahalı bir bütçeyle çekilmiş diye bu filme 'vasat' demek, emeğe haksızlık bence. Sinemanın nereden nereye geldiğine tanık olmak adına, gidip görülmeli diyorum. Ama mutlaka sinemada ve büyük ekranda izlemenizi tavsiye ediyorum.

Filmde ayrıca çok belirgin bir savaş karşıtlığı, A.B.D'nin Irak ve Afganistan savaşlarına çok açık seçik göndermelerle hissettiriliyor seyirciye. Vietnam ve Körfez savaşlarından sonra da gördüğümüz 'A.B.D'nin dünyanın değişik yerlerinde açtığı anlamsız savaşlardan sonraki vicdan azabı ve kendiyle hesaplaşması' sendromu var bu filmde de çok belirgin olarak. Savaş karşıtlığı, Hollywood sinemasında çok da rastladığımız bir şey olmadığı için buna sevindim.

Bir de, filmde çok belirgin bir Miyazaki etkisi hissettim. Bilmem başkaları da aynı şeyi düşünmüş müdür? Çevrecilik, insanın dünyaya ve doğaya verdiği zarar, doğada her canlı varlığın birbirine bağlı olması hali ve insanın doğayla içiçe de yaşayabileceği fikri.. Ormanın içinde yürürlerken yerde parlayan ışıklar çok bariz bir şekilde 'Prenses Mononoke' filmindeki benzer sahnelerden esinlenilmişti. Bir de 'bulutların üzerindeki adacıklar' ve gökyüzünde uçuş sahneleri bana yine Miyazaki'nin 'Castle in the Sky'ına doğrudan gönderme gibi geldi.

Özellikle gökyüzü ve uçuş sahnelerinde nasıl kendimden geçtiğimi anlatmama gerek var mı bilmiyorum. (Beni tanımayanlar şu yazıya bakabilirler!) O kadar gerçekçiydi ki (3 boyutlu gözlüklerin de yardımıyla) uçmanın getirdiği o özgürlük duygusunu iliklerime kadar hissettim. Sırf bu sahneler için bile verdiğiniz paraya değer bence.

Bir de filmin başında tabutun yakılma sahnesi bana Gattaca'yı hatırlattı. Ve düşündüm ki: bir de başroldeki çocuğun yerine Jude Law oynasaydı, tadından yenmezdi bu film! :)

Saturday, December 19, 2009

Hayatımı değiştiren şarkılar

Hani bazı şarkılar olur, size hayatınızın çok belirgin bir dönemini, ya da çok kilit bir noktasını anımsatır. O şarkıyı dinleyince kendinizi yine o zamanda, o duyguların içinde yüzüyor gibi hissedersiniz. 'Koku hafızası' kadar olmasa da, yine de epeyi yoğundur müziğin gücü. Adeta geçmişe açılan kapılardır bu şarkılar.. Sizin için yerleri ayrıdır. Bir kere dinledikten sonra asla eskisi gibi olmamışsınızdır. Ve elli dört bin altı yüz yetmiş beş kere bile dinleseniz bıkmazsınız o şarkılardan.

Benim hayatımda da böyle şarkılar var. Hayatımı değiştiren, beni sarsan, benim için hep yeri ayrı olan şarkılar. Duyunca içimi titreten, yüreğimde ayrı bir yere dokunan şarkılar. İşte hayatımın 'soundtrack'i:


1 - The Cure - From the Edge of the Deep Green Sea
2 - REM - Losing My Religion
3 - Nick Cave and the Bad Seeds - As I sat sadly by her side
4 - Portishead - Undenied
5 - The Smiths - There is a light that never goes out
6 - REM - At my most beautiful
7 - REM - Leave
8 - David Bowie - I'm deranged
9 - Norah Jones - I've got to see you again
10 - The Doors - The End
11 - Massive Attack - Teardrop
12 - Joan Baez - Diamonds and Rust
13 - Simon and Garfunkel - The Sound of Silence
14 - Pink Floyd - The Great Gig in the Sky
15 - Thom Yorke - Harrowdown Hill
16 - Nick Drake - Way to Blue
17 - Radiohead - Knives Out
18 - Jeff Buckley - Lilac Wine
19 - Leonard Cohen - Famous Blue Raincoat
20 - Muse - Sunburn
21 - Bjork - All is Full of Love
22 - Depeche Mode - Only when I lose myself
23 - Dire Straits - Sultans of Swing
24 - Noir Desir - Le vent nous portera
25 - U2 - Stay
26- The Verve - Bittersweet Symphony (evlenirken girişte kullandığımız şarkı :)


Listede tam üç tane REM olması, nasıl bir REM delisi ve Michael Stipe hayranı olduğumun göstergesidir herhalde. Bir de tabii ki Türk müziğini eklemedim, o zaman liste çok kabaracaktı. O da başka bir yazıya kalsın o zaman.

Sizin de hayatınızı değiştiren şarkılar var mı? Varsa hangileri?

Bol müzikli, güzel günler diliyorum!


Thursday, December 17, 2009

500. yazı!

Merhaba sevgili Gece Yolculuğu okurları

Hep birlikte, 4 senede 500. yazıya ulaşmış bulunmaktayız. Şimdi yazıyor olduğum 500. yazı şerefine yanda da görebileceğiniz üzere profil fotoğrafımı değiştirdim. Yeni profil fotoğrafında Moonie okulunun kampüsündeki küçük gölün üzerindeki köprünün üstünde oturmuş, derin düşüncelere gark olmuş vaziyettedir!

Bir diğer haber de email adresimin sonunda kullanılıyor olduğu. Aylar önce kendime bir email adresi almış ve nedense sonra varlığını unutmuşum. Dün bir de baktım ki onlarca yeni email gelmiş! Kafam neredeydi diye hayıflandım, emaillere tek tek cevaplar yazdım. Size cevabımın gelmesi aylar sürdüyse bilin ki bu yüzdendir. Artık Gece yolculugu emailimi de sık sık kontrol edeceğim, söz! Bana oradan ulaşabilirsiniz. Kusurumuz affola! :)

Yazmayı seviyorum. 'Söz uçar, yazı kalır' diye boşuna dememişler. Dile kolay 500 yazı! Bastırmaya kalksam kalın bir kitap olur.

Beni desteğiniz ve güzel yorumlarınızla 500. yazıya ulaştırdığınız için çok teşekkürler. Sizinle hayatı paylaşmak çok güzel.

Şu sıralar moda olan 'Blog kapatmak' furyasına uymayıp, inadına yazacağım. Gücüm yettiğince hayatı, sevgiyi, mutluluğu, hüznü ve anları sizinle paylaşmaya devam edeceğim.

Sevgilerle

Moonie



400 blows



François Truffaut'nun ilk filmiymiş. Beni de Truffaut ile ve Fransız 'Nouvelle Vague' (Yeni Dalga) sinemasıyla tanıştıran ilk film oldu. Siyah-beyaz fotoğraflar çekmeye yoğunlaştığım şu günlerde siyah-beyaz ve görsel açıdan bu kadar tatmin edici bir film izlemek çok mutlu etti beni. Sonu ise enfes. Tek kelimeyle enfes. (Filmi izlemediyseniz yazının geri kalanını okumayın bence)

Çocuk olmanın o büyüleyici hali, okul sıralarının monotonluğu ve sıkıcılığı, toplumun uymamızı beklediği normlar.. Paris sokaklarının siyah-beyaz güzelliği. Asilik ve kural tanımazlığın o heyecanı. Toplum kurallarına uyamayan çocuğun olgunlaşma, kendini bulma hikayesi.

Hayran kaldığım geçiş sahneleri: Okul sıralarında mürekkepli kalemle bir şeyler yazıp sayfalar yırtan çocuk, kukla tiyatrosunu izlerken gülen, kahkaha atan çocukların yüzleri, ve tabii ki Antoine'ın sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünen koşma sahnesi ve bana özgürlüğü ve aynı zamanda da ölümü çağrıştıran denize kavuşması.

Ne kadar naif, saf, masum, içten bir film.

Bir de sonu çok güzel. Söylemiş miydim?


Tuesday, December 15, 2009

Zamanda geriye dönmek


Sonunda çok uzun zamandır yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Klasik film (analog) fotoğraf makinelerinin babalarından sayılan Pentax K1000 modelini kullanılmış olarak Craigslist'ten bulup gidip satın aldım!

Bu makineler artık satılmıyor, tahmin ettiğiniz üzere. Hatta filmle çalışan fotoğraf makineleri artık neredeyse tarihe karışacak kadar seyrekleşmiş durumda. Ama ben özellikle siyah-beyaz portre çekimleri için o kadar uzun zamandır böyle bir makine istiyordum ki! Çünkü bence filme çekilen fotoğraflardaki siyah-beyazın havası, dijital makinelerin çektiği fotoğraflarda yok kesinlikle.

Makinemi doğum günümde kendime 28. yaş hediyesi olarak aldım! Sonraki hafta hemen siyah-beyaz iki rulo film alıp bir çok deneme yaptım. Hem evde portreler, hem dışarıda şehir manzaraları çektim. Dijital makinelere 10 senedir öylesine alışmışım ki, her fotoğraftan sonra gayriihtiyari makinenin arkasına bakıyorum hemen! :) Sonra tabii ki simsiyah duvar gibi kapağı görüp kendime geliyorum!

Sonunda Pazar akşamı gidip fotoğraf filmini tab ettirmek üzere bıraktım dükkana. Fotoğraflar nasıl çıktı diye meraktan çatlamaktaydım ve bu yüzden tabii ki en kısa süren (1 saat içinde biten) tab seçeneğini seçtim. Öyle ya, fotoğraflar pek berbat da çıkabilirdi! Ne de olsa yıllardır dijital fotoğraf çekmekten filmli makine nasıl çalışıyor, unutmuş olabilirdim.

1 saat geçmek bilmedi ve zaman biter bitmez dükkana doğru depar atarak 6-7 dakikalık yolu 2 dakikada koştum. Allahım, o merak ve heyecanı nasıl da özlemişim!! 24lük rulomuuzn tab edilmiş hali, esrarlı bir şekilde zarfın içinde duruyordu.. Bize fotoğrafları veren ve CVSte çalışan çocuğun adı Nasır'dı. (Amerika'da fotoğraflar, 'eczane zinciri' diye tabir edilebilecek CVS, Walgreens, Duane Reade...vs gibi yerlerdeki laboratuvarlarda tab ettiriliyor çoğunlukla. Tab ettirirken bir çok kimyasal ve 'ilaç'lar kullanıldığı için mi acaba? :)

Nasır bize 'Ne kadar güzel fotoğraflar çekmişsiniz' dedi. Yüzümüze kocaman bir gülümseme yayıldı, henüz fotoğrafları görmemiş olmamıza rağmen! Mısır'lıymış, Kahire'li olmasına rağmen İskenderiye'yi daha çok seviyormuş. Ben de oraları daha önce gezmiş olduğum için bir süre konuştuk.

Sonra eve gitmeyi bile bekleyemeden hemen orada dükkanın içinde açtık zarfı. Sonuçlar gerçekten de nefes kesiciydi (çektiğimiz üç tane Chicago fotoğrafı aşağıda). Daha ilk denememiz olmasına rağmen çok başarılı fotoğraflar çıkmıştı! Hele portreler ayrı bir büyüleyiciydi.



Heyecan ve mutluluktan nefes nefese döndük eve. Bu eski makine, bize bugüne kadar kullandığımız hiç bir dijital-son teknoloji makinenin veremediği kadar sevinç ve mutluluk verdi!




K1000'imi çok seviyorum ve artık diyorum ki: 'Ne varsa eskilerde var!'

Friday, December 11, 2009

Şu kitap


Orhan Pamuk'un okumadığım tek kitabı olarak bu güzellik kaldı. Şu anda masamın üzerinde uslu uslu oturuyor. Ama öyle uslu göründüğüne bakmayın, sürekli beni kendine doğru çekiyor şu anda bu kitap. Arada yan yan, kaçamak bakışlar atıyorum kapağına. Elim o tarafa uzanıyor, geri çekiyorum korkup. Resmen tiryakiler gibiyim. Bir başlasam elimden düşüremeyeceğimi adım gibi biliyorum. Bir yandan da kendi araştırmalarım için okumam gereken makaleler var masada.. Ah, bu işkence yapılır mı bana!

Ama galiba artık kitabın cazibesine dayanamayacağım bu gece. Kara Kitap'ı da böyle karanlık ve soğuk bir Aralık gecesinde başlamıştım okumaya. Hava tam Orhan Pamuk havası, elimde çay bardağım, dışarıda beyaz karlar, beni artık kim tutar! :)

Sunshine Cleaning


Şirin film, hoş film, insana keyifli bir iki saat geçirten bir film.. Ama sadece o kadar. Çünkü bence Garden State, Juno, Little Miss Sunshine....vs gibi filmlerden sonra, artık 'Toplum dışına itilmiş marjinal ve garip insanların hayatlarından kesit öyküleri filmleri' çok fazla birbirine benzemeye başladı ve baydı sanki.. Bu filmi izlerken, önceki filmlerin farklı bir versiyonunu izliyor gibiydim. Başroldeki iki kız oyuncu (isimlerini unuttum) pek şekerlerdi, kabul. Allen Arkin da zaten her zaman olduğu gibi oyunculuğuyla göz dolduruyor. Ama yine de çok orijinal, çok unutulmaz bir yan göremedim filmde. Güzel ve hoş bir 'indie olmaya özenen film'di benim için, o kadar.

İçinde sunshine geçen ve çok daha fazla sevdiğim bir film var ama benim :)

Wednesday, December 9, 2009

Chicago'dan MFÖ geçti


Dün akşam, Chicago'da TACA'nın (Türk Amerikan Kültürel Derneği) düzenlediği Mazhar-Fuat-Özkan konseri vardı. Ama ne konser..

Ben, Türkiye'de 21 yıl yaşayıp da daha önce hiç konserlerine gidememiş olmanın utancını yaşarken, bu üç deha Chicago'ya geldi ve bizi mest etti.. Bize Türkiye'den güzel bir esinti getirdiler. Chicago'ya gelmelerinin bir güzel yanı da konserden önceki akşam hep birlikte yediğimiz yemekte Fuat ve Özkan beylerle tanışma ve onlarla fotoğraf çektirme fırsatını yakalamam oldu! Beni tanıyanlar facebook'ta fotoğrafımı görmüşlerdir, buraya koyamıyorum :)

Onlarla ilgili ilk anımı o kadar iyi hatırlıyorum ki! Kardeşimle anneannemin evindeyiz. Ben 8-9 yaşındayım sanırım, o da 5 yaşında filan olsa gerek. Dayımın odasında, bas bas bağırarak 'Vak the Rock, vak vak the rock'ı söyleyip elimizdeki hayali gitarları çalıyoruz. Hele 'Avaz avaz bağırdım, vak vak vak diye!!!!' kısmına gelince iyice coşuyoruz. Aynı şarkıyı 20. keredir dinleyip sürekli zıplamaktan ter içinde kalmışız. Ama şarkıdan bıkmıyoruz bir türlü. Annemler salondan gelip 'Kısın artık şu müziğin sesini' diye kızıyorlar bize, ama biz kendimizden geçmişiz, durmak bilmeden o şarkıyı söylüyoruz!

Yıllar yıllar sonra MFÖ'nün diğer (ve daha ciddi) şarkılarından da aynı şekilde, üst üste 20 kere dinlesem bile bıkmadım. Dün gurbet ellerde o güzelim şarkıları bir kez daha, üstelik de canlı dinlemek inanılmaz mutlu etti beni.. MFÖ'nün sahne performansı muhteşem.. İnanılmaz bir enerjiyle icra ediyorlar sanatlarını, ve bu enerji ister istemez size (seyirciye) bulaşıyor. Konserin sonlarına doğru artık iyice coşup sahnenin önünde zıplamaya başladık. Özellikle 'Sude'de arkadaşlarımla transa geçtik adeta.. Anlatılmaz, yaşanır bir andı, sihirli bütün anlar gibi.

Zaten beni bilenler bilir, şu Moonie'nin hayatta en çok sevdiği şeylerden biri sevdiği müzikler eşliğinde, terden sırılsıklam olana kadar zıplayıp dansetmektir. Bart'a ve kardeşine sorun, bir keresinde Chicago'daki Crobar'da tam 4 saat boyunca, hiç durmadan zıplamışlığı vardır (abartmıyorum, saat gece 10'dan sabaha karşı 2'ye kadar!) Bazen durup dururken evde müzik açıp salonun ortasında zıplamaya başlarım. Annem, babam, Bart ve kardeşim, bana garip garip bakarlar böyle zamanlarda. 'Deli zaten bu Moonie' diye gülüp geçerler :))

Bize bu kadar güzel bir gece yaşattığınız için, yaptığınız enfes müzik için çok teşekkürler MFÖ.. Seviyoruz sizi..

Monday, December 7, 2009

Beyaz sabah

Hani bir sabah kalkarsınız, uykulu uykulu evin içinde dolaşırsınız.. Bir anda dışarıdan gelen ışığın daha bir parlak, daha bir beyaz olduğunu farkedersiniz. Pencereden dışarı bir bakarsınız ki, her yer bembeyaz!! 'Hiiiii!' diye bir sevinç çığlığı fırlar ağzınızdan, ister istemez.

Kaç yaşında olduğunuz farketmez, ister 4, ister 44 yaşında olun, aynı şaşkınlığı yaşarsınız. Sanki daha önce hiç yaşamamışsınız gibi. Sanki hala çocukmuşsunuz gibi.

İşte bu sabah, öyle beyaz, öyle masum, öyle saf bir sabah.

Çocukluğumun karlı sabahlarını hatırlatan, güzel bir sabah.


Thursday, December 3, 2009

28

Fotoğraf: Moonie bebekken, annesiyle Mudanya'da


Canım annem, bu fotoğrafta ne kadar güzelsin! Gerçi sen benim gözümde hep çok güzelsin.

Canım annem, bilsen ne kadar özlüyorum seni. Sen bana, bir insana verilebilecek en güzel hediyeyi verdin. Can verdin bana, yaşam verdin.. Beni bu başdöndürücü güzellikteki dünyaya getirdin.

Çünkü yaşamak güzel. Herşeye rağmen, bütün acılarına, dertlerine, gözyaşlarına, hayalkırıklıkları ve haksızlıklarına rağmen, çok güzel.

Güneşin altın tahtında yükselişini izlemek, gece aydedenin huzur veren yüzüne bakmak, tertemiz havayı doyasıya içine çekmek çok güzel.

Canımın canı, canparem, bilsen ne çok özlüyorum seni. O güzel, akça pakça yüzünü, mis gibi 'anne' kokunu, sana sarılmayı, birlikte oturup dertleşmemizi. Senin, benim en iyi arkadaşım olmanı. Seninle hayatı paylaşmayı. Gülüşmeyi, ağlaşmayı.

Bundan 28 yıl önce, karlı, soğuk bir kış gününde, ilk defa kollarına almıştın beni. Hala sıcaklığını hissediyorum.

Seni çok seviyorum.








Hoşgeldin 28. yaşım! Umarım, bundan önceki yaşlarımı bile kıskandıracak güzellikte bir yaş olursun :)



Benım adıma plaj yapmışlar!


Fotoğraf Branson, Missouri'de çekildi. O kenardakiler de benim ellerim. Mutluluk içinde benim adıma (!) yapılan plaj tabelasını gösteriyorum :)))

Tuesday, December 1, 2009

Aşk-ı Memnu!!


Ey sevgili okurlarım, duyduk duymadık demeyin! Eylül ayından itibaren pek muteber akademisyen, pek komplike makaleler yazan, büyük büyük laflar eden entel kuntel Moonie de Aşk-ı Memnu dizisinin bir müptelası oldu! Hatta yaşlı nineler gibi çekirdek çitleyerek ve sürekli dizide olanlar hakkında konuşarak izliyor diziyi. Durum feci, öyle böyle değil. Perşembe akşamlarını iple çekiyoruz. Türkiye popüler kültürüyle en büyük bağımız bu dizi oldu artık!!

Oysa ki herşey çok masumca başlamıştı. 'İstanbul hasreti insana dizi izletir mi?' sorusuna en güzel cevaptım. Diziyi ilk izlemeye başlamamın sebebi, aralarda geçen enfes İstanbul görüntüleriydi. Bana bir 'ah' çektiren, İstanbul özlemimi alevlendirse de yine de garip bir şekilde bana iyi gelen güzel sahnelerdi bunlar. Bir de kabul etmek gerekirse ilk bölümler inanılmaz bayıktı, hiç bir şey olmuyordu zaten, herkes gıy gıy müzikler eşliğinde boşluğa bakıyordu konakta. Sonra ne olduysa oldu, işler değişti. Birden herkes birbirini süzmeye, dolaplar ve entrikalar gırla gitmeye başladı. O andan sonra da zaten dizinin müptelası olduk diyebilirim. Zaten üniversitede ders için romanını okumuş ve çok beğenmiştim. Dizi de romanla pek alakası olmasa da hiç olmazsa 'edebiyat uyarlaması' olarak gözüme girdi. En azından kostümlere, çekimlere, müziklere özen gösterdikleri belli.

Son durum da şudur:

Dizideki en sevdiğim karakterler Matmazel, Beşir, Arsen Hala. En sinir olduğum karakterler sırasıyla Hilmi Bey, Firdevs Hanım, Cemile.

Moonie'nin itiraflarını dinlediniz!!


Kurban bayramı


Geçtiğimiz hafta kurban bayramıydı malumunuz. Her sene Kurban bayramı civarında beni çok şaşırtan bir durum var. Herkes bir anda hayvan hakları savunucusu kesiliyor. Normal zamanda gayet güzel Adana kebapları, biftekleri götüren insanlar, bir anda 'aman ne kadar yazık o hayvanlara, böyle zulüm olur mu..' havalarına giriyor. İnanılası gibi değil. Normal zamanda yediğiniz o etler, ağaçta mı yetişiyor sanıyorsunuz ki? O hayvanlar çok mutlu bir şekilde çayırlarda otlayıp sonra birden bifteğe mi dönüşüyor? Hele Amerika'da, hayvanlar çok büyük eziyetlerle öldürülüp kesiliyorlar. Mezbahalardaki, et kesim yerlerindeki görüntüler içler acısı..

Normal zamanla Kurban Bayramı arasındaki tek fark ise, kesimin gözümüzün önünde yapılıp, normal hayatımızın bir parçası haline getirilmesi. Hayvanın acısı ve döktüğü kan, izole ve gözden ırak bir durum olmaktan çıkıp da sokağımıza, bahçemize kadar gelince, birden irkiliyoruz. Herkes bir anda 'Kurbansız bayramlar diliyorum' gibi dileklerle bayram kutlama mesajı atmaya başlıyor.. Halbuki dünyanın her yerinde, her gün mezbahalarda milyonlarca hayvan acı içinde katlediliyor.

Benim bildiğim kadarıyla İslami kesim şekli, tam kurallarına göre uygulandığı zaman, hayvana en az acı veren ve en kısa sürede, işkence etmeden yaşamına son veren bir yöntem. ABD'deki mezbahalarda ise hayvanlar damgalanma, gagası kesilme, elektrik şokuyla ve kafasına vurarak öldürülme gibi çok korkunç yöntemlerle katlediliyorlar. (Bkz: Earthlings belgeseli) Ayrıca Kurban Bayramı'nın arkasında yatan ve asıl sebebi olan sosyal adalet fikrini çok seviyorum. Normalde et yiyemeyecek kadar fakir olan ailelerin evine bir kaç günlük için de olsa et girmesi, onların da karnının doyması fikri, bana çok güzel geliyor açıkçası.

Tabii ki her sene Türkiye'de gördüğümüz bazı manazaralara ben de karşıyım. Hiç bir hayvanın acı çekmesini, sokaklarda kanların akmasını, hijyenik olmayan koşullarda kesimleri, eline her bıçak alanın koyunlara ve ineklere saldırmasını ben de istemiyorum. Ama kurallarına göre ve hijyenik olarak yapılan kesimin, normal zamanda mezbahada yapılan kesimden hiç bir farkı yok bence. Ve normal zamanda hapır hupur et yiyen ve o etin nereden geldiğini düşünmeyen insanların, sadece bu bayramda birden hayvan hakları savunucusu kesilmeleri, bana çok ama çok ikiyüzlüce geliyor.


Sunday, November 29, 2009

Döndüm!



Saatlerce uçak yolculuğu, onlarca saat araba yolculuğu ve aştığım binlerce kilometreden sonra yine evimdeyim.. Sağ salim döndüm, çok şükür!

Bu hafta da çok yoğun geçecek. Ama yazacağım. Mutlaka! Yazmadan yaşayamam :)



Fotoğraf: Missouri eyaletinde gezdiğimiz Dogwood Canyon Doğa Parkı


Saturday, November 21, 2009

Seyahatler

Yaklaşık bir hafta kadar blog'umdan uzak kalacağım. Önce Boston'a bir makalemi sunmaya gidiyorum, bizim alanımızın en büyük konferansında. Pazartesi sabahı 8:30da sunumum. Bana şans dileyin a dostlar :)

Salı akşamı Boston'dan Chicago'ya dönüyorum, ertesi sabah da Şükran günü tatili için 5 günlüğüne buraya 8 saat uzaklıkta bir yere gidiyoruz. Missouri eyaletinde.

Yani leyleği havada gördüm şu sıralar. Bakalım hayırlısı. Şu grip mevsiminde bu kadar seyahat edip sonra sağ salim Chicago'ya dönebilirsem iyi!

1 hafta sonra görüşmek üzere!

Sevgiler

Moonie


Kaspar Hauser Bilmecesi


The Enigma of Kaspar Hauser (Jeder für sich und Gott gegen alle) - İlk defa Almanya'da yaşarken, Almancasından izlemiştim bu filmi. O zaman da epeyi etkilendiğimi hatırlıyorum. Aradan 8 sene geçmiş izleyeli, yine aynı şekilde etkilendim. Sessiz, sakin, hüzünlü bir film. İnsanı hayat hakkında düşünmeye itiyor.

Film, gerçek bir hikayenin uyarlaması aslında. 1828 yılında bir gün Almanya'da Nurnberg sokaklarında doğru düzgün yürümeyi beceremeyen, sadece tek bir cümleyi kekeleyerek söyleyebilen, şaşkın bir genç adam bulunur. Nereden geldiği bir muamma olan bu adam, adeta şokta gibidir. Farklılığı ve bir çocuk gibi şaşkın hareketleriyle herkesin dikkatini çeker Kaspar. Daha sonra anlaşılır ki Kaspar Hauser, o yaşına gelinceye kadar bir kilerde kapalı tutulmuş, hayatını yarı karanlıkta geçirmiş ve o güne kadar kendi babasından başka hiç kimsenin yüzünü görmemiştir!!

Bir insan, toplumun örf ve adetlerini, konuşmayı, kültürel kodları öğrenemeden büyürse neler olur? Ortaya çıkan, bizim bildiğimiz anlamıyla bir 'insan' mıdır? İnsanı insan yapan konuşma becerisi, muhakeme ve karşılaştırma yeteneği, uyduğu kültürel normlar olmadan, nasıl büyür bir çocuk? Herşeyi sıfırdan başlayarak öğrenebilir mi 25 yaşındaki bir insan? Toplumla ilişkisi nasıl olur? Nasıl uyum sağlar etrafına? Ne kadar acı çeker?

Kaspar Hauser'i oynayan Bruno S'in kendi hayat hikayesi de filmdeki rolüne çok uzak değil. 'Hayata baştan yenik başlayan insanlar' kategorisinde sayabiliriz bu oyuncuyu. Hayatı boyunca başta bir hayat kadını olan annesi olmak üzere bütün toplum tarafından dışlanan Bruno, yaşamının çoğunu akıl hastanelerinde geçirmiş. 3 yaşında annesi onu çok feci bir şekilde hırpalayınca geçici olarak sağır da olmuş. Galiba bu yüzden, rol yapıyor gibi değil de, kendini oynuyor gibi filmde. Kaspar'ın ta kendisini görüyoruz Bruno'da. İçimiz acıyor, merhamet duygusuyla sarsılıyoruz.

İnsanı düşünceler içinde bırakıyor film. Sinematografi çok güzel, özellikle filmin posterinde gördüğümüz sahne enfes. Benim 'iz bırakan filmler' listeme girdi bile.

Tuesday, November 17, 2009

Kasım akşamı

Gün boyu dışarıda hem donuk, hem mat, beyaz bir kış mevsimi ışığı. Etraf sükunet içinde. Akşama doğru bir hüzün çöküveriyor insanın içine, saydam, tüle benzeyen bir sis iniyor sokaklara. Dışarıda tek tük yürüyen insanlar. Kasım akşamının karanlığı, aniden çöküveriyor şehrin üstüne. Hiç haber vermeden geliyor sanki, birdenbire basıyor şehri.

Elimde küçük bir fincan acı kahve. Diğer elimde bir kitap.

Kışın kapısında değiliz artık, çoktan eşikten geçtik, soğuk kollarıyla sarmalandık bile. Martın sonuna kadar uzanacak olan o uzun, buz gibi gecelere, kısacık günlere, ürperten ayaza, donuk kış güneşine merhaba dedik.

Hoşgeldin kış. Merhaba..


Monday, November 16, 2009

Yeni bir kitap mimi

Sevgili Kitap Kurdu sobelemiş beni. Konu kitap ve edebiyat olur da hemen yazmadan durur muyum :)


1. Şu an okumakta olduğunuz kitap nedir? Kısaca konusunu anlatır mısınız?

Ben de Kitap Kurdu gibi tesadüftür ki bir Ayşe Kulin kitabı okuyorum şu sıralar. Veda adında. Konusu, Osmanlı'nın son demlerinde işgal altındaki İstanbul'da bir konakta yaşananlar, ilişkiler.. Olaylar benim araştırma alanım (19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı Osmanlı) dahilinde geçtiği için ilgimi çekti ve okumak istedim. Aslında Ayşe Kulin'in tarzını hiç bir zaman çok sevememiştim (Okuduğum kitapları Adı Aylin, Sevdalinka). Ancak bu kitap fena değil gibi. En azından keyifle okunan bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

2. En son aldığınız kitap?

En son Türkiye'deyken internetten kitap alışverişi yapmıştım. Yaşar Kemal - Bin Bir Çiçekli Bahçe

3. Şimdiye kadar aldığınız kitaplar içinde en sevdiğiniz hangisidir?

Cevaplanması inanılmaz zor bir soru. Her kitabı, farklı sebeplerle, ayrı ayrı çok seviyorum çünkü. Bu soruya şöyle cevap vereyim. Son zamanlarda beni en çok etkileyen kitap, 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' oldu.

4. Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de sizi illallah ettiren kitap hangisidir?

Emile Zola - Therese Raquin - Bu kitabı inat edip okuyup bitirdim ama gerçekten içimi sıkıntılar basmıştı.

5. Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap nedir?

Tarihçilerin Kutbu 'Halil İnalcık Kitabı' - Emine Çaykara




Bol okumalı günler diliyorum size!



Friday, November 13, 2009

Shine


Haftaiçi bir geceydi. Ertesi gün saat 8de kalkmam lazımdı. Epeyi yorgundum. Saat ise geceyarısına yaklaşıyordu. Buna rağmen kocaman bir bardak Dunkin Donuts kahvesi eşliğinde bu etkileyici filmi izledik. (Hiç kahve içmeyen biri olarak Dunkin Donuts kahvesini neden bu kadar seviyorum bilmiyorum. Geceyarısı o kadar kahveyi nasıl içtiğim de ayrı bir merak konusu)

Filmin enfes müzikleri, dahilikle deliliğin birleştiği yerde gezinen renkleri, aile / anne baba ve çocuk ilişkilerine dair verdiği dersler, bir müzisyenin biyografisinin son derece başarılı bir şekilde kotarılması....vesaire.... bir yanda dursun da..

Asıl Geoffrey Rush'a edecek bir çift sözüm var benim: Geoffrey bey, Seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım !!! Yahu bu kadar iyi rol yapınca, ben seni David Helfgott'un ta kendisi sandım!! Böyle iyi oyunculuk olur mu yahu, el insaf! Başka aktörlere yazık. En son Dangerous Liaisons'ta John Malkovich'i izledikten sonra kendisini her gördüğüm yerde ona 'Sayın Vikomt' ve 'Pek değerli Mösyö Valmont' diye seslenmek istemişliğim vardır. Kendisi o filmde Vikomt'u oynamamıştı da, onun ta kendisi olmuştu çünkü. İşbu filmde de Sayın Rush'a aynı şekilde 'Davidciğim yazık sana' diyesim geldi. Öyle etkilendim yani. Öyle böyle değil.

Uzun lafın kısası şiddetle tavsiye ediyorum efenim. İzleyiniz Shine'ı. Sonra da biraz Rachmaninoff dinleyip beni anın. Üzerine de bir Dunkin donuts kahvesi için, tam olsun! :)

Monday, November 9, 2009

Bahai Tapınağı


Chicago'nun kuzeyinde, Wilmette adında bir kasabaya gezmeye gittik. Sonbaharın (muhtemelen) son güneşli ve ılık gününün keyfini çıkarmak için. Wilmette, Illinois göl kenarında, çok güzel küçük bir kasaba. Evlere, sonbaharın renklerine, sokaklara ve göl kenarındaki parklara hayran kaldık.

Wilmette, Kuzey Amerika kıtasının en büyük Bahai Tapınağı'na ev sahipliği yapıyor. Tapınak 1953te yapılmış ve tamamen dökme betondan. Üzerinde ise oyma işlemeler, süslemeler var. İçerisi ise bir cami / kilise karışımına benziyor. Bir kilisede görebileceğiniz koltuk düzeni ve sütunlar var ama yukarıda dev, işlemelerle süslü bir kubbe ve içinde de Arapça bir yazı var (Ya Baha'ul Abha - Baha'i dininde bir dua)


Baha'i dini çok yeni bir din sayılmasına rağmen, şu anda dünya üzerinde yaşayan yaklaşık 5 milyon Baha'i bulunuyor. Dinin kuralları İslam'a yakın ama Hz. Muhammed'in değil, 1817-1892 arasında yaşamış olan Baha'ullah'ın elçiliğine inanıyorlar. Baha'ullah İran'da yaşamış, ancak görüşleri İslam sapkınlığı olarak nitelendirildiği için önce Bağdat'a, sonra da İstanbul, Edirne ve Akka'ya (1868) sürgüne yollanmış. Tarih boyunca Bahailer, İran ve Mısır başta olmak üzere bir çok ülkede dini fikir ayrılıklarından dolayı zulüm görmüşler ve eziyet çekmişler. Bu yüzden İran'ı terkedip başka ülkelere göç eden Bahai sayısı çok fazla. (Bunların başında da ABD geliyor)




Bahai dini başka dinlere karşı toleranslı görünüyor. Bana biraz soyut ve ütopik gelse de, işte bunlar da bu dinin prensipleriymiş:

- İnsanlık aleminin birliği
- Gerçeğin bağımsızca araştırılması
- Bütün dinlerinin temelinin birliği
- Bilim ve dinin uyum içinde olmasının gerekliliği
- Kadın ve erkek eşitliği
- Her tür bağnazlığın terk edilmesi
- Evrensel zorunlu eğitim
- Evrensel barış


Ben tapınağı görene kadar bu dinin varlığını sadece Bahai olan bir arkadaşım sayesinde biliyordum. Şimdi biraz daha çok şey öğrenmiş oldum hakkında. Daha ayrıntılı bilgi için şu makaleye göz atabilirsiniz.


Sunday, November 8, 2009

Halay


İnsanlar elele verip bir çember oluşturduklarında, birlikte halay çekerken ne kadar güzel görünüyorlar. O çemberin bir parçasıyken, dünya üzerinde savaşların, kötülüklerin, hınç ve intikam duygularının var olduğuna inanasım gelmiyor.


Thursday, November 5, 2009

Kadeh

Fotograf: mike9alive


Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü

Oktay Rifat



Tuesday, November 3, 2009

Kütüphane sefası

Kütüphanedeyim. Tezimin üzerinde çalışırken, sessiz kütüphanede benimle birlikte o anda çalışmakta olan yüzlerce öğrenciyi düşünüyorum.

Bazen sıkılıyorum çalışmaktan, dinlediğim şu şarkıyı kütüphanenin her köşesine kocaman hoparlörler koyup, hepsine birden kablo bağlayıp çalasım, sesini sonuna kadar açasım geliyor. Bütün sıkılmış öğrenciler aynı anda bir müzikal filmdeki gibi hep birlikte ayağa kalkıp koreografik danslar yapsın, çılgınca eğlensin istiyorum.

Kendimi Dancer in the Dark'taki Selma gibi hissediyorum işte böyle anlarda.

deli miyim neyim :)


Sunday, November 1, 2009

İran'ın yıldızı: Kiarostami

İran sinemasının gözbebeklerinden biri olan Abbas Kiarostami'nin iki filmini izledim geçtiğimiz bir kaç ay içinde.



İlki Close-Up. Kameranın, filmin ismiyle müsemma bir şekilde çok yakın plandan insanların yüzlerini çektiği, daha çok diyaloglar üzerine kurulmuş bir film. Sanırım Kiarostami insanların yüzlerini ve mimiklerini çok yakından kaydetmeyi çok seviyor. Bu filmde bütün oyuncular kendini oynuyor aslında.

Hüseyin Sebzian ortahalli bir memurdur. Ünlü İranlı yönetmen Muhsin Mahmalbaf'ın filmlerini çok sever, hiç bir filmini kaçırmaz ve bu yönetmene hayrandır. Bir gün otobüste giderken Mahmalbaf'ın hayranlarından biriyle karşılaşır ve ona kendisinin Mahmalbaf olduğunu söyler. O günden sonra da kendisini bu ünlü yönetmenin yerine koyarak onun gibi davranmaya başlar. Ve olaylar gelişir!

Yine Kiarostami'nin çok sevdiği bir teknik olan belgeselle sinemayı, gerçeklikle filmi karıştırma mevcut bu filmde de. Bir yandan gerçekliğin filmin içine nasıl ustaca örüldüğünü izliyor, bir yandan da bir insanın sinema sevgisinin derinliğine tanıklık ediyoruz. Eşsiz bir deneyim gerçekten!


İkinci filmimiz ise Chicago'daki İran filmleri festivali sırasında izlediğim, Kiarostami'nin başyapıtları arasında sayılan 'On' filmi. Filmde, adından da anlaşılabileceği gibi on küçük diyalog var. Tahran'da yaşayan, dul bir kadın taksi şoförünün arabasına binen insanlara, ve onlarla olan diyaloglarına tanık oluyoruz. Kiarostami bu filmde kamerayı, arabanın ön panelinin tam ortasına (torpido gözünün yanına) yerleştirmiş ve filmi öyle çekmiş. Bu zekice yöntem sayesinde, ortada bir kameraman ve yönetmen olmadığı için çoğu oyuncu kameranın varlığını dahi unutmuş ve film böylece belgeselimsi bir hava kazanmış. Bu sayede inanılmaz doğal oyunculukların olduğu, gerçek hayattan ayırt edilemeyen bir film izliyoruz. Sanki bu insanların yaşamına doğrudan ve gizlice bir tanık olmuşuz gibi. Hayatın değişik safhalarından geçen, bir çok değişik insan biniyor bu genç kadının taksisine: Kendi oğlu ve kızkardeşinden tutun da bir hayat kadınına ve yaşlı, dindar bir teyzeye kadar.. Bu insanlar aracılığıyla biz de İran'daki yaşama biraz da olsun şahit oluyoruz.


Filmin en çok etkilendiğim, bence en duygusal anı, aşk acısı çektikten sonra başını kazımaya karar vermiş genç bir kadının anlamlı bakışları ve utangaç sessizliğiydi. Bu sahne aklıma öylesine kazındı ki, uzun bir süre çıkacağını sanmıyorum. Bu sahne esnasında gözümden küçük bir damla yaş yuvarlandı aşağıya sessizce..


Kiarostami'nin diğer filmlerini de izleyebilmek dileğiyle..
Bol sinemalı günler!

Wednesday, October 28, 2009

Rüzgarlı şehir

Fotoğraf: Alex Barth


Rüzgarlı şehir.. Yazı da kışı da ayrı bir yaman olan, Ortabatı düzlüklerinin mücevheri, ışıltılı, soğuk ama güzel şehir. İstanbul'dan sonraki ikinci evim.

Bu şehre 21 yaşında geldim. 20 ile 30 yaş arasındaki, hani o en deli dolu, en güzel, insanın kişiliğini en çok şekillendiren yılların çoğunu burada geçirdim. Burada 'büyüdüm' ben, kendimi buldum, bir çok güzel insan tanıdım, hayatı dostlarımla paylaştım, bu şehirde hayat arkadaşımla tanıştım, önemli kararlar verdim, okudum, yazdım, çalıştım, sınavlara girdim, mezun oldum.. Hayatımın şimdiye kadar olan kısmının dörtte birini bu şehirde geçirdim.

Bu yüzdendir ki, yüreğimde hep ayrı bir yere sahip olacak bu şehir.
Bir gün gelip ayrılmak gerektiğinde içim burkulacak, ve biliyorum ki ben bu şehri, bu şehirdeki dostluklarımı, anılarımı, hayatımı çok özleyeceğim.

Rüzgarlı şehir ise hep içimde bir yerlerde olacak..

Güzel şehr-i Chicago.. Seviyorum seni.

Monday, October 26, 2009

Benzersizsiniz!

Fotoğraf: Richard0


Siz, evet, şimdi bu yazıyı okuyan sizden bahsediyorum.
Ne kadar eşsiz ve benzersiz olduğunuzun farkında mısınız acaba? Günlük hayatın hayhuyuna dalıp, unutuvermiş olmanız çok olası.

Haydi birlikte bir deney yapalım. Yarın sabah, aynaya daha bir dikkatli bakın. Gözlerinizin içine, gözlerinizin rengine, saçlarınıza, kaşlarınıza, yüzünüzdeki benlere bile daha bir dikkatli bakın!

Bu yüzü, bu bedeni, bu kişilik özelliklerini oluşturmak için devasa gen havuzundan nasıl eşsiz bir kombinasyon seçildi, farkında mısınız?

Sizin gen kombinasyonunuz, dünya üzerinde başka hiç kimsede yok. Büyük büyük büyük anneleriniz, büyük büyük büyük dedeleriniz yaşam savaşı verdikleri için, yaşadıkları ve çoğaldıkları için buradasınız.
İnanılmaz uzun ve büyüklüğü insanı korkutan bir zincirin son parçasısınız. O yüzlerce insandan sadece bir tanesi bile zamansız ölseydi, zincir kopardı, siz de bugün burada olmazdınız. Sizin varoluşunuz bile ne kadar büyük bir mucize, farkında mısınız?

Yarın sabah, kendinize daha bir dikkatli bakın. Varoluşunuzun, hayatta oluşunuzun mucizesinin farkına varın, keyfini çıkarın. Siz, eşsiz ve benzersizsiniz. Kendinizi, ruhunuzu ve bedeninizi sevin. Kendini sevmeyen, başkalarını da sevemez. Bunu unutmayın.

Sunday, October 25, 2009

Güzellikler, mutluluklar

Şu sıralar hayatımdaki güzel şeyler:


- Kampüsümdeki kıpkırmızı, yaprakları yanıyormuşçasına kızıla kesmiş ağaç. Ve sarının, turuncunun, kızılın, kahverenginin binlerce tonuna bürünmüş diğer ağaçlar. Sonbahar, bir kampüse bu kadar mı yakışır?

- Yüzmeye tekrar başlamış olmam. Suda bir balık gibi yüzdükçe kendimi uçuyormuş gibi hissetmek. Günaşırı havuza gidip kendimi suyun kollarına bırakmak, suyun içinde akmak, suyun içinde ana rahmine dönmüş gibi mutlu ve huzurlu olmak.

- Şarkı söylemeye geri dönmüş olmam. Müziği o kadar çok seviyorum ki müziksiz bir hayat düşünemiyorum. Müzik ruhumu besliyor, beni mutlulukla dolduruyor.

- Havanın serinlemesiyle birlikte battaniyenin altına girip nane-limon çayı içerek kitap okumak

- Pencereden yağmurları seyretmek

- Mum ışığında çay içmenin keyfi

- Ve burada hüküm süren Cadılar Bayramı ruhuna uygun olarak, karşınızda Moonie ve Bart'ın doktoralı balkabağı :)


Herkese sapsarı yapraklarla, ılık yağmurlarla dolu güzel bir Ekim ayı diliyorum :)


Wednesday, October 21, 2009

Frida


Acısını, yani hem fiziksel hem de ruhsal acılarını sanata dökebilmiş olan bir kadının hikayesiymiş. Meksikalı ressam Frida Kahlo. Hızlı yaşamı, Diego Rivera ile yaşadığı fırtınalı aşk, resimleri ve hayatı arasındaki bağlar.. Filme hayran kaldım. Sinematografi enfes, gerçeklik ve düşler/resimler arasında geçişler enfes, Salma Hayek'in ve Alfred Molina'nın oyunculukları enfes.. Müzikler hele, müzikler zaten ayrı bir yazı konusu. En kısa zamanda bu filmin soundtrackini almak istiyorum.

Filmin başında Frida'nın 18 yaşındayken geçirdiği trafik kazasını ve bu kazanın bütün hayatını nasıl etkilediğini izliyoruz. Ben de 14 yaşındayken ağır bir trafik kazası geçirdiğim ve aynı Frida gibi bir süre arkası demirden yapılmış bir korse takmak zorunda kaldığım için, kendimi çok yakın hissettim ona. Bir kadın ki, hayattan sürekli silleler yemiş, dayanılmaz acılar çekmiş, ama bütün bu acılara rağmen hayata tırnaklarıyla tutunan, resimler yapan, tutkusundan, hayat gayesinden asla vazgeçmeyen... bu kadının azmi inanılmaz bir ilham verdi bana. Çok etkilendim.




Frida, çok acı çekmiş, mutsuzluklarının içinden, yeteneğinin de yardımıyla, 200 kadar resim çıkarmış. Ve böylece ölümsüzleşmiş. Bir yandan da şunu düşünüyorum: Bu acıları çekmeseydi, Frida, Frida Kahlo olabilir miydi? Acı ama gerçek. Mutsuzluk ve acı, yaratıcılığı besliyor. Ayrıca Frida'nın da filmde dediği, gibi, insanın acıya adapte olma hızı bile hayranlık verici: '
At the end of the day, we can endure much more than we think we can.' (Günün sonunda, dayanabileceğimizi düşündüğümüzden çok daha fazlasına bile katlanabiliriz)


Sunday, October 18, 2009

Sükut



'Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak, bitmeyen sükutlu gece
...'


Yahya Kemal Beyatlı

Cloudy with a chance of meatballs


Bu filmin ismi Türkçe'ye nasıl çevrilecek bilmiyorum. Tahminimce 'Bulutlu ve köfte yağışlı' gibi bir şey olur herhalde, ama daha eğlenceli ve yaratıcı bir isim bulurlar herhalde.

Animasyonları zaten çok seviyorum. Bu filmde ise, uzun zamandır hiç bir filmde gülmediğim kadar çok güldüm. Gökten yemek yağması fikri zaten enfes olmuş. Gökyüzünden inen hamburgerler, biftekler, makarna fırtınaları, dondurmanın kar yağışı olup yere inmesi.. Bu filmi de 'Up' filmi gibi 3 boyutlu gözlüklerle izledim ve müthiş eğlendim.

Bir de yapımcılara seslenmek istiyorum buradan: Jöleden bir saray yapmak ve içinde zıplamak nasıl muhteşem bir fikirdir? Seviyorum sizi ve bütün hayalgücü kocaman olan insanları! :)


Thursday, October 15, 2009

Dedemin saati



Dedemin Serkisof marka köstekli saati


Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuduğumdan bu yanadır ki, bende saatlere ve zaman olgusuna dair bir merak başladı. Orhan Pamuk'un da aynı kitaptan ne kadar etkilenmiş olduğunu, okurları bilir. Pamuk'un enfes 'Yeni Hayat'ında bir karakter de olan 'Serkisof' ismi dedemin saatinin üstünde de karşıma çıkınca, mutlu oldum. Sizinle paylaşmak istedim.

Bu saat güzel çocukluk günlerimi hatırlatıyor bana. Dedem bu saati, arada bir zincirinden çekerek cebinden çıkarır, dikkatlice kadrana bakar, zamanı tespit ettikten sonra büyük bir dikkatle yerine koyardı. Çocukluğumun zaman algısını bu saat belirlerdi diyebilirim. Bir bu saat, bir de anneannemlerde duvarda asılı sarkaçlı saat. O ikisi saydılar, çocukluğumun uzun saatlerini. Arada sırada dedemden alıp arkasındaki tren kabartmasını incelemeye, zincirinin ucunda sallamaya bayılırdım bu saati. Bu yüzden çok büyüktür gözümde değeri.

Ah canım dedem.. Huzur içinde yat.

İnsanlar gelip gidiyor, saatin tiktakları ise bize zamanın kalıcılığını, ezeli ve ebedi varlığını hatırlatıyor.

Wednesday, October 14, 2009

Meleğin Düşüşü


Semih Kaplanoğlu'nun yalın, duru, abartısız tarzını çok seviyorum.. Yumurta filmiyle keşfettim bu yönetmeni, şimdi üçlemenin ikincisi olan 'Süt'ü de izlemeyi iple çekiyorum. 'Meleğin Düşüşü' de yine bir 'gerçek yaşam kesiti' filmi. Günlerin, ayların içinden geçen sıradan insanların yüzüne ışık tutulması belki de. Bence tam da bu yüzden çok içten bir film olmuş. Finali ise hem sinematografik açıdan, hem de kurgusal açıdan vurucu nitelikte..

İnsanın içini acıtıyor 'Meleğin Düşüşü'.. Pek masum, pek hüzünlü, pek naif bir masal gibi..

Monday, October 12, 2009

Dicle Koğacıoğlu'nu kaybettik


Ne denebilir ki.. Kendisini tanıyamamış, dersini alamamış olsam da, o kadar üzgünüm ki şu anda. Öylesine buruk, kırık ki ruhum.

Dünya zeki, hassas, duyarlı, çalışkan bir kadını, bir entellektüeli kaybetti.

İçim acıyor, içim acıyor onun ne denli acı çekmiş olduğunu düşündükçe. Onu bu çözüme iten acının büyüklüğünü düşündükçe.

Aklıma 'Green Mile'da kocaman yürekli John Coffey'in, 'O kadar çok acı var ki bu dünyada, beynime cam kırıkları gibi batıyorlar.. Dayanamıyorum.. ' diye ağlayışı geliyor. Dicle'nin mektubundaki 'Çok acı var, dayanamıyorum' notuyla birlikte.

Aklıma Elif Şafak'ın 'Araf'ının sonu geliyor bir de.. 2.7 saniye.. Titreyiveriyorum aniden.

Huzur içinde yat Dicle.


Saturday, October 10, 2009

Şehirler ve edebiyat

Resim: Prag'da Franz Kafka meydanı



Size de olur mu hiç? Sevdiğim şehirleri, sevdiğim yazarlarla ve kitaplarla özdeşleştirmeye bayılırım ben. Eğer kafamda bir yazar, bir şehirle özdeşleşmişse eğer, o şehri gezerken o yazarın ayakizlerini takip ediyor gibi olurum hep. Bu en belirgin şekliyle Prag'da olmuştu bana. O güzel, 'bin kuleli şehir'in Arnavut kaldırımı sokaklarını gezerken, benden 100 sene önce aynı sokaklarda, gaz lambalarının ışığında yürüyen genç Franz'ı hayal etmiş, çok mutlu olmuştum.

Aynı şekilde İstanbul'un daracık, eğri büğrü ama şiir gibi sokaklarında gezerken Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ı olur aklımda hep.. Boğaz'a nazır oturuyorsam ya da Galata Köprüsü'nden geçiyorsam, Orhan Veli'yi anmadan duramam.. Zaten İstanbul insanı hepten şair eder ya, o ayrı.. Rumeli Hisarı'nda otururken en son gittiğimizde, elimdeki çayı Boğaz'a doğru uzatıp Bart'ıma bir Orhan Veli şiiri okumadan duramadım mesela :) İstanbul, benim için o şiirlerdir. O kitaplardır.

New York'un keşmekeşi içinde gezerken Paul Auster'ın 'New York Üçlemesi'ni düşündüm. Kahire sokaklarında sapsarı bir toz içinde yürürken, Necib Mahfuz'un 'Kahire Üçlemesi'nin mahzun kadını Emine'nin bana bir pencereden gizlice baktığını hisseder gibi oldum. Londra metrosunda, şehrin altındaki tünellerde ilerlerken Neil Gaiman'ın 'Neverwhere'inde kaybolmuş gibi hissettim kendimi. İskenderiye'de korniş boyunca yürürken, Kavafis'in güzel mısralarıydı beynimde yankılanan. Norveç'in fiyortları ve nefes kesici, yemyeşil ormanlarında ise Tolkien'in 'Orta Dünya'sındaydım adeta..

Siz siz olun, bir şehri gidip gezmeden önce, o şehirde geçmiş olan bir kitap okuyun. O şehre bambaşka bir gözle bakacaksınız.




Eğer varolan bütün şehirleri kapsayan bir kitap arıyorsanız kendinize, işte bence o kitap da, Italo Calvino'nun enfes 'Görünmez Kentler' kitabıdır.

Sizin de böyle kitaplarla özdeşleştirdiğiniz şehirler var mı? 'Şu kitabı okumadan şu şehri gezme Moonie' diyorsanız eğer, yorumlara yazarsanız çok sevirinim :)


Friday, October 9, 2009

İnsanlar ve hayat


İnanılmaz ölçüde 'insancıl' olduğumu hissediyorum ben. Şu yazımda da biraz anlatmaya çalışmıştım. İnsanların varlığı, etrafımda çok sayıda insan olması, mutlu ediyor beni. Etrafımdaki kalabalıklardan enerji aldığımı hissediyorum, onların varlığında canlandığımı, güçlendiğimi.. Kendimi mutlu hissettiğim zamanlarda da, mutsuzluk ve hüzün başgösterdiğinde de insanlarla çevrili olsun isterim etrafım.

Türkiye'ye gidince, akrabalarla, arkadaşlarla görüşünce, sokaklarda etrafımdan akan insan selinin nehrine karışınca bu mutluluk doruğa çıkıyor. Amerika'da yaşam belki daha kolay olabilir çoğu insan için, ama bence çok daha yalnız, izole, soğuk.. İnsanlar bir süreden sonra birbirlerine dokunmayı bile unutuveriyorlar. Belki kurallara uyuyorlar ama bu hiç bir işe yaramıyor ki. Zombi gibi bir hayat sürmeye başlıyorlar. Tıkınır gibi yiyor, her yere koşturarak gidiyor, bütün günü bir ofis bölmesinin içine hapsolmuş geçiriyor, önceden belirlenmiş saatlerde ve yerlerde eğleniyor, kendilerine dikte edilen şeyleri satın alıyor, uykusuzluklarını ve mutsuzluklarını yenmek için haplar alıp uyuşturuyorlar beyinlerini. Bir şeyin keyfini sürmeyi, hayatın içinden yavaş yavaş ve tadına vara vara geçmeyi, sevgilerini ve coşkularını göstermeyi, önceden ölçülüp biçilmemiş, spontan laflar edebilmeyi, hatta doya doya bir sevinç çığlığı atabilmeyi bile unutmuş gibiler.

Hayatı, damarlarından kanın akışını, kalbinin güm güm vuruşunu, hayat dolu bedeninin yaşam yolunda koşmasını hissedemedikten sonra yaşamanın ne anlamı var?


Wednesday, October 7, 2009

İstanbul izlenimlerim


1 - Simit dünyanın en güzel şeyidir!!!


2- Şu manzara, dünyanın en güzel manzarasıdır.



3- Halamın mantısı, dünyanın en lezzetli mantısıdır.



4- İstanbul'un kedileri dünyanın en asil kedileridir.



5 - Rumeli Hisarı'nda Kale Cafe'de 'Serpme Kahvaltı' dünya üzerinde cennettir :)

Tuesday, October 6, 2009

Chocoholics Anonymous


Ben Moonie.
27 yaşındayım.
İtiraf ediyorum a dostlar: Bir çikolata bağımlısıyım!


Tuesday, September 29, 2009

Yakinda...

Gezenti Moonie şehir şehir, ülke ülke gezmekten, insanlarla buluşup konuşmaktan, kaç zamandır görmediği onlarca kişiyi görmekten bilgisayar başına oturma fırsatı bulamadı bir türlü.

İstanbul'da son 5 günümü geçiriyorum şu sıralar.. Yakında geri dönüyorum blog'uma.. Çok özledim yazı yazmayı, sizin blog'larınızı okumayı.

Çok yakında gezi anılarımla buradayım :)

Saturday, September 19, 2009

Mutluluk ve şeker



Mutluluk, Beirut'tan Cliquot'yu dinleyerek saatlerce İstanbul sokaklarında yürümek, sonra babişkoyla buluşup gidip Ali Muhiddin Hacı Bekir'den bayram için bir dolu akide şekeri almaktır!



Bu akide şekerleri gibi rengarenk, mis kokulu, tatlı mı tatlı bir bayram geçirmeniz dileğiyle!

Mutlu bayramlar :)



Thursday, September 17, 2009

Eski fotoğraflara bakmak


Fotoğraf: Annem ve babam, bundan tam 29 sene önce güzel bir Eylül günü, nikah törenlerinde


Eski fotoğraflara bakmak, ne kadar değişik duygular içine sokar insanı.. Siyah-beyaz ya da sepya tonlarında, kenarları hafifçe yırtılmış, solgun fotoğraflardan size bakan yüzler, bambaşka bir zamanı, bambaşka bir mekanı anlatıyor gibidir.. 'Kayıp bir zamanın izinde' hissedersiniz kendinizi, o eski fotoğraflara bakarken..

Özellikle de siz doğmadan, bu dünyaya gelmeden önce çekilenler.. Sizin 'kendi zamanınız'dan önceki o bilinmez, meçhul ve ezeli anlar silsilesi.. Aklınız bir türlü almaz. Size bağlı ya da size ait olan hiç bir şey yoktur orada.. Sizin isminiz, cisminiz, bakışınız, varlığınız, ruhunuz yoktur.

Hep yaşlı ve tonton bildiğiniz anneanne ve dedeniz, simsiyah saçlarıyla, dimdik sırtlarıyla, berrak bakışlarıyla, mutlulukla gülümser oradan size. Hep orta yaşlarda olduğunu düşündüğünüz halalar, teyzeler, dayılar, yengeler.. O fotoğraflarda gencecik, ve hatta bir çocuk saflığında, bir çocuk masumluğunda bakıyorlardır objektife..

Şaşırırsınız.. Hiç başı ve sonu olmayan, sonsuz bir döngü içinde olduğunuzu farkedersiniz aniden.. Sarsılır ve duraklarsınız.. Bu gencecik insanların saçlarına aklar ne zaman düştü? Bu dimdik duran sırtlar ne zaman kamburlaştı? Bu zekayla ve mutlulukla parlayan bakışlar, ne zaman hüzünlerle, yorgunlukla doldu? Sorarsınız kendinize.. Cevaplayamazsınız.

Bir gün kendi çocuklarınızın, sizin şimdi çekilmiş olan fotoğraflarınıza aynı hayretle bakacağını farkettiğinizde ise, ürperirsiniz.. Zaman, ne kadar esrarengiz bir şeydir.. Zaman, herşeyi ve herkesi nasıl da değiştirir.. Anlarsınız.

Eski fotoğraflar.. Siz doğmadan çok önceki, o herkesin siyah-beyaz bir dünyada yaşadığını zannettiğiniz zamanlar.. Bazı espritüel şahıslar o zamanlara 'Sen portakalda vitaminken' diyor :) Ben ise o zamanları anlatmak için başka bir tanımı, Amerikalıların çok sevdiğim bir tabirini kullanmayı tercih ediyorum:

'Sen anne ve babanın gözlerinde bir ışıltıyken...'

O eski fotoğraflara bakıyor, gencecik annemin ve babamın gözlerindeki ışıltılarda kendi varlığımı bulduğumu düşünüyorum. Mutlu oluyorum.